Salı, Aralık 11, 2007

KÖŞE YAZARI YAZARSA !!! (2)


Oldum olası merak etmişimdir. Bu ülkede öğretmenler öğrencilerden neden bu kadar nefret eder? İlkokul ve lise hayatımda biz öğrencilerden tiksinmeyen, baş belası yaratıklar gözüyle bakmayan BİR tek öğretmenim vardı. Psikoloji ve sosyoloji hocası Mustafa bey. Bahçeye çıkıp çocuklarla sohbet eden, ciddiye alan, bizleri ismimizle tanıyan BİR tek oydu. Sınıfına girdiğim aşağı yukarı toplam 60 hoca içinde bir tek o. Utanç verici! Gerisi çocuklara pislik muamelesi yapan yanına yaklaşınca irkilen, çöpe atılası, sevimsiz ve de zır cahil tiplerdi. Görünen o ki değişen bir şey yok.

Bu kadar tiksiniyorsan çocuklardan ve gençlerden niye o işi yapıyorsun? Hayat boyu ne rezillik yaparsan yap atılmayacağını bildiğin için mi? Üç kuruş maaşın garanti olsun, günde dört saat çalışasın, kendini hiç geliştirmek ihtiyacı duymayasın, her tür kaprisini yapabileceğin bir kitlen olsun bir de öğretmensin diye sana saygı gösterilsin diye mi?

Bu kadar yeni mezun öğretmen adayı boş boş tayin sırası beklerken şu eskilerden
esaslı bir ayıklama yapılsa (iyi bir testte yarısına yakını ruh hastası çıkabilir zira) belki de 80 yıldır ulaşmaya çalıştığımız muasır medeniyet seviyesine biraz daha yakınlaşabiliriz.

Protestolar umurumda olmayacaktır.
Vız gelir tırıs gider. Protestolar umurumda olmayacak dedim, hakikaten umurumda değil. Görüşümde fena halde ısrarlıyım.
Öğretmenleri eleştirmek bu ülkede tabudur. “Ay ama çok az para alıyorlar, hayat şartları çok zor, ama çocuklar da çok haşarı, ay ama bak ne büyük “sittres” altındalar, kafayı yemek üzereler, sen hiç bin tane çocukla başa çıkmak zorunda kaldın mı...” Bir kere bu çocuklar son beş yıl içinde bu kadar çoğalmadı. Öğretmenlere iyi para verilmediği de yeni bir haber değil. Son 50 yıldır bu böyle. Sistem ortada.
Yani eğitim fakültesine başlarken durum başka değildi. İşlerinin ÇOCUK ile ilgili olacağını biliyorlardı. Hiçbir şey sürpriz değil. Sen başka bir yeri tutturamayıp ancak oraya kapağı atmışsan ve de “işsiz kalma tehlikesi yok” diye memurluğa talim ediyorsan bu niye benim suçum oluyor? Niye ben senin sıkıntına ve “çocuk nefretine” anlayış göstermek ve çocuğuma eğitim, sevgi ve bilgi veremeyişini sineye çekmek durumunda oluyorum?
Artık yeter! Genelleme yapamazsın diyorlar pekala da yaparım. Ben bu ülkede okudum. Bu ülkenin devlet lisesine gittim. Bu ülkenin devlet öğretmenleri tarafından yetiştirile(me)dim. Bu ülkenin müdürleri tarafından idare edil(eme)dim. Bu ülkenin öğretmenlerinden dayak ve azar işittim. Bu ülkenin öğretmenleri tarafından baş belası sümüklü muamelesi gördüm ve bu ülkenin öğretmenlerinden hiçbir şey öğrenemedim.. Fena halde tecrübeliyim. Bütün cahil ve ruh hastaları da benim lisemde toplaşmadı ya!
“Yazık ki sizi de yetiştiren bir öğretmen” diye sitemde bulunmuş çoğunluk. HAYIR efendim. Beni lise öğretmenlerim yetiştirmedi. Lise öğretmenlerimden bir tanesi de “senin halin nicedir” demedi. Ben ne öğrendiysem dünya, memleket ve kendim hakkında üniversitedeki hocalarımdan öğrendim. Hepsi dünya harikası insanlardı. Sezar’ın hakkını Sezar’a da vermesini biliriz.
Robert, Galatasaray, Amerikan veya Alman liseleri dışında okullarda okumuş kimseden de “aaa bizim hocalarımız süperdi. Bütün haylazlıklarımıza rağmen gülümserlerdi, her derste ilgimizi çekmeyi başarırlardı, hep anlayış gösterirlerdi, çok şey öğrendim, mesleğimi seçmemde büyük katkısı vardır” diyene rastlamadım.
Beni “pirotesto” eden (evet böyle yazmış) öğretmenler de zaten hakiki öğretmenliğin ne olduğunu bilmeyenler. Zorluk çekmenin öğretmenlik olduğunu sanıyorlar.
“Ben oturduğum yerden yeşil dolarlar kazanırken.. onlar neler çekiyormuş haberim yokmuş... Önce benim tedavi olmam gerekiyormuş..”
Mektuplarındaki binlerce imla hataları bile öğretmen olamadıklarının kanıtı. Okura boşuna kızıyormuşuz dahi anlamındaki de’leri da’ları, soru eki mısın’ları, musun’ları ayırmadıkları, noktalama işareti kullanmadıkları için.

Kılavuzlar ortada!

Sorumu tekrar ediyorum ey ahali: Bütün ilkokul ve lise hayatınız boyunca severek hatırladığınız kaç öğretmeniniz var? Kaçı için “çocuk ve genç sever” diyebilirsiniz? Dayağını ve azarını işitmediğiniz kaçı var? Kaçı için “dersi öyle bir coşkuyla ve sevgiyle anlatırdı ki sınıfta çıt çıkmazdı” diyebilirsiniz? Hadi bunu da geçtim kaçı için okuttuğu dersi BİLİRDİ diyebilirsiniz?
BİLMİYORLAR!!!! Okuttukları dersi bilmiyorlar. Milli Eğitim’in dağıttığı ders kitabını ezberlemiş “papağanlar” ezici çoğunluk. Beni vıdıvıdıvıdı “pirotesto” eden öğretmenler! En son hangi kitabı okudunuz! En son hangi konferansa katıldınız? Kursa gittiniz?
Hayatında başka memleket, başka şehir görmemiş coğrafya öğretmenleri, hayatında en son fakültedeyken roman okumuş edebiyat öğretmenleri, Matematik Dünyası dergisini hiç duymamış matematik öğretmenleri, tek bir yeni kelime öğrenmemiş İngilizce öğretmenleri..
Ya bırakın Allah aşkına. Bana Çalıkuşu taklidi yapmayın.
Kimse kusura bakmasın, konuya devam edeceğim.

Ağızlarda bir sakız var ya: Eğitim şart!

Karşımıza olur olmaz her yerde çıktığı için sonunda Cem Yılmaz mavrasını yaptı ama ben mavra yapmayacağım.

Eğitim evet şart! Evet ama mevcut olan eğitim DEĞİL! Mevcut eğitim şart olmadığı gibi bir an önce yasaklanmasında da fayda var. Zira bu program ve bu eğitimciyle faydasından çok zararı var!

Çok ciddiyim! Dayaklı, sövgülü, aşağılamalı, nefretli bir eğitim verilmesin çok daha iyi. Bu kadar kaba, bu kadar saygısız bu kadar hınçlı bir toplum olmamızın nedeni tam da budur. Kendi halimize bırakılsak belki de daha sakin bir toplum olabilirdik. En azından hayli tasarruf ederdik.

Zira bizim eğitimimiz “sevgi” değil “gaddarlık” temeli üzerine kurulu. Müdürlerden muavinlere, muavinlerden öğretmenlere, hademelere kadar giden bir gaddarlık hiyerarşisi var.

Her sabah kar, yağmur, fırtına fark etmez, ön bahçede “içtima” eder, ant içer, tek tek BEŞ müdür muavininin önünden geçerdik. Eteğin bir santim kısa mı? Saçın kulak memeni bir parmak geçmiş mi? Bittin. Saçlarından çekilerek bin bir hakaret içinde (tercihan o ile başlayıp u ile biten) sıradan çıkartılır, eve yollanır, bir de devamsızlık yerdin.

Türk eğitim sisteminin eğitim anlayışı bu! Günaydın sopası, öğlen hakareti, akşam tehdidi!

Hadi diyelim emri Milli Eğitim yolladı, kıyafet böyle olacak dedi. “Saçlardan çekin, hakaret edin, erkekse bir tane de tekme atın” şeklinde bir talimat da mı geliyor?

Burada işte sevgisiz, nefret dolu “öğretmenler” devreye giriyor. Bunu sadist bir zevk alarak yapan öğretmenler. Bu yapılırken ses çıkarmayan diğer öğretmenler de aynı şekilde sorumludur bu arada “Ama ben yapmadım etmedim” yok. Gözünüzün önünde yapılan her şeyden sorumlusunuz!

Benim bir, berikinin üç, onun dört tane sevdiği öğretmen var elbette.

İstisnasız hepsi korkunç demiyorum. (Bu arada sevdiğim tek öğretmenim Mustafa Bey’in yakınlarda öldüğünü öğrendim. Babam ölmüş gibi üzüldüm. Allah rahmet eylesin.)

Ama sistem sevgisizlik ve gaddarlık temeli üzerine oturmuş. İstisnalar bu gaddarlığı yok edemiyor.

“Öğretmen öğrenciyi sevmek zorunda değil” diyemeyiz. Hayır! Öğretmenin birinci vazifesi öğrenciyi sevmektir. Buna mecbur. Asli vazifesi budur. Sevemiyorsa, tiksiniyorsa buyursun başka bir iş yapsın. Ben de çocuklardan çok hoşlanmıyorum ama tutup öğretmenlik yapmıyorum.

Zira ÇOCUKLARDAN söz ediyoruz. Yani senin bir tokadın, azarın yüzünden hayat boyu yüreği kanayabilecek kadar hassas yaratıklardan söz ediyoruz. Haylazlıklarına, umursamazlıklarına, ukalalıklarına aldanıp yetişkin sanmak gibi bir hata yapılıyor. Şimdi kazık kadarken istediğin lafı et bana, umurum değil. Ama o zaman bana veya yanımdakine edilmiş bütün o hakaretlerin aşağılamaların, atılmış bütün o dayakların halen acısını ve hıncını duyuyorum. (Dayaktan söz etmekten bile utanırken ben, nasıl kendilerini savunurlar hiç anlamıyorum)

Sevgi dolu bir eğitimi görmemiş olanlar için forma giymek, hoca gelince ayağa kalkmak, kendisine “eşolueşek” denmesi falan o kadar garip gelmeyebilir. Hatta diyebilir ki “kim kimi seviyor ki..”

İlkokul dörde kadar yurtdışında okudum. Her sabah öğretmen sınıf kapısında ayakta bizi bekler, hepimizin elini sıkar, hatırını sorar, yanaktan bir makas alır öyle sokardı sınıfa. O ayakta karşılardı bizi!

“Ay Avrupalılar ne güzel birbirlerine selam veriyorlar” diyenler! Naha işte eğitim. Selamlaşma, hatır sorma eğitimi!

Bizde ise anasının koynundan daha yeni çıkıp gelmiş altı yaşındaki çocuk daha ilk gün canı istediği zaman tuvalete gidemeyeceğini öğreniyor ve tabii ki çiş planlaması yeteneği henüz gelişmediği için o saat altına yapıyor. Bingo! Okul hayatı rezillikle başlıyor.

Formadan devam edelim. Dünya üzerinde olabilecek en rahatsız kıyafet bizim ilkokul çocuklarına giydirdiğimiz o saçma önlüktür. Bilhassa kızlar azap çeker içinde. İlköğretimi sekiz yıla çıkarma teşebbüslerinin ilk yapıldığı yıllarda ortaokuldaydım ve kazık kadar kızlara beyaz aka, siyah önlük giydirmişlerdi.

Hayatımda hiç bu kadar utanmamış, bu kadar nefret etmemiştim. Ertesi yıl zart diye de boy atmıştım, o önlük fil üstünde kelebek gibi bir şey olmuştu. O zamanlar yeşil dolarlar kazanmadığım için de (demode hocamızın lafı) ne yazık ki yenisi alınamadı ve ben o korkunç şeyi üç yıl giydim.

Durum şimdi de farklı değil. Bana içi boş “zenginle fakir ayrılmasın diye” mavalını okumayın sakın. Zenginle fakir 2 kilometre öteden ayrılır. Beş kat önlük giydir fark etmez.

Bir kere öğretmen tanımızda bir yanlışlık var. Ders anlatan, disiplini sağlayan insan değildir öğretmen. Maaşı bunun için almıyor. Düzgün insanlar olmamız için, hayata hazırlamak için var. Sopayla azarla tiksintiyle mi hazırlayacak bizi hayata?

Telesekreterime şöyle notlar bırakmış öğretmenler: “Sus, terbiyesiz!”

“Otur yerine sıfır!” da diyen olacak mı merak ediyorum doğrusu.

Zaten tam da bunlardan söz ediyorum ben. Senli benli, suslu muslu konuşmalar.. Sınıfta sanıyor kendini belli ki! Ne sıkıcı!

“Evet sevgisiz bir düzen var” diyen bir çok öğretmen de oldu çok şükür. Bana hak veren eğitimciler, müdürler. Durumu fark edenler de var. Var ama.. Burada benim tek başıma bağırmamla bir şey değişebilir mi bilmiyorum.

Bana terbiyesiz diyenlere kötü bir haberim var: Gazetemizin internet servisinin yaptığı “Tuğçe Baran eleştirilerde haklı mı” anketinde en son baktığımda yüzde 74 oranında “haklı” durumdaydım. Bilmem anlatabiliyor mu Türk halkı sizlere bir şeyler???
Sayın Tuğçe Baran'nın üç gün peşpeşe yazdığı yazısını kopyalıyıp buraya yapıştırdım.
İsterseniz yarın bu sistemi kendi icinde günümüze paralel olarak masaya yatıralım.
Saygılarla.

Hiç yorum yok: