Pazartesi, Haziran 18, 2007

BIR ANADOLU MASALI...


Panter, ya da Leopar, ya da Pars.
Hani doğa da yok olanlardan bahsederiz ya ara sıra;
bu hikayede, kitapların veya internet sayfaların da kalacak bir belgesel.
Yazı biraz uzun, zaman ayırmanız lazım.Belki o zaman belleklerimizden kaybolan çok şeyler gibi biraz olsun bir kırıntısı kalır umuduyla.
Bir benekli yukarda yazdığım gibi ister adına Panter, Leopar isterseniz Pars deyin. Deyiminize bir de SON ekleyin.
Sakın dünyanın uzak köşelerine ait bir öykü sanmayın.
O Anadolu’nun Neolitik çağlardan beri sakini olmuş Anadolu Panteri
ve 17 Ocak 1974’te Beypazarı’nda bıraktığı son pati izi .
Anadolu,"Biraz Tarihçe"
Yaklaşık 250 milyon yıl öncesine kadar devam eden süreç içinde, daha yaşlı kıtalar bir araya gelerek tek büyük kıta Pangea’yı oluşturmuşlardı. Bu süper kıtayı tek bir okyanus olan Pantalassa kuşatıyordu.
Daha sonra bu süper kıta, levha hareketleri sonucu yaklaşık 200 milyon yıl önce parçalanmış; kuzeyde Lavrasya, güneyde ise Gondwana olmak üzere iki kıtaya ayrılmıştı. Bu iki kıta arasında doğu – batı uzanımlı, batıdan kapalı, doğuya doğru “V” şekille açılan büyük Tetis Okyanusu oluşmuştu. Anadolu da bu Tetis Okyanusu’nun bir parçasını oluşturuyordu.
Anadolu’nun bugünkü şekline ulaşan jeodinamik evrimi, altmış milyon yıl önce Afrika levhasının - günümüzde de devam eden - kuzeye doğru hareketiyle başlamıştı.
Oligosen devrinin (34 - 24 milyon yıl öncesi) sonuna kadar, Alp – Himalaya dağ kuşağı ve bu sisteme bağlı olan Anadolu’nun güneyinde Toroslar, kuzeyinde Karadeniz Dağları (Pontitler) kıvrımlanarak yükselmiş; Orta Anadolu’da kapalı bir havza oluşmuştu.
Miyosen devrinde (23.8 - 5.4 milyon yıl öncesi) ise Afrika kıtasının kuzeye hareketinin devam etmesine ek olarak, Arap levhasının kuzeye hareketi ve Anadolu levhasıyla çarpışması sonucu, Doğu Anadolu daha da yükselmiş; Anadolu üzerinden memeli hayvanların geçebileceği kara bağlantıları oluşmuştu. 14 - 16 milyon yıl önce, Afrika ve Asya kökenli pek çok memeli hayvan, bu kara bağlantıları aracılığıyla çiçeği burnundaki Anadolu’ya ulaşabilmişti. Anadolu Panteri de bu memelilerden evrilerek oluşmuş, endemik (yöreye özgü) bir Anadolu türüydü.
Pleyistosen (1.7 milyon yıl – 10000 yıl öncesi) devrinin “ilkel” insanının Anadolu’da ilk defa 780000 – 730000 yıl öncesinde görülmesiyle Anadolu’da panterler, bu ilkel insanlarla birlikte yaşamaya başlamışlardı.
Sonra “ilkel” insanlar gitmiş; 30000 – 10000 yıl önce “gelişmiş” insanlar olarak “Homo sapiens sapiens”, yani “bildiğini bilen insan”, yani bizler gelmiştik .
Bu kadar Tarihçe yeter sanırım.
Uygarlaştıkça avlanma tekniklerimizi geliştirmiş, uçanı kaçanı çok uzaklardan öldürebilmiştik.
“Yok ediş”, 10000 yıllık Holosen döneminin başından günümüze dek devam etmiş; Anadolu’yu en az Neolitik çağdan beri vatan edinmiş, Konya, Çumra Ovası’ndaki 9000 yıllık Çatalhöyük ev duvarlarında resimleri bulunan,
Yukarda resmini gördüğünüz şişman kadın heykelciğinin iki yanında yer alan panterlerin sonuncusunu da 1974’te vurup Tarihi gecmisine noktayı koyduk.
Çok şükür insanlığı bu canavar dan kurtarmayı başardık.
Ve o gün bugündür de, donumuza kadar leopar desenleriyle, emniyet içerisinde yuvarlanıp gitmiş; leopar desenli çantalarımız kapılıp kaçılsa da, bir cep telefonu için trenlerden atılsak da, şehrin en işlek caddelerinde tecavüze uğrasak da, en azından 1974’ten beri hiçbir leoparın saldırısına uğramamıştık.
Anadolu Leoparı’na ilk bilimsel “Felis tulliana” adı, 1856’da Fransız zoolog M. A. Valenciennes tarafından, Klikya Valisi’yken Anadolu Panteri ile ilgili ilk bilgileri derleyen Romalı Marcus Tullius Cicero’ya ithafen verilmişti. “Tullius” ismi Anadolu’nun panterine giderken “Cicero” ismi de Ankara’nın köstebeğine, ikinci dünya savaşındaki asrın casusu İlyas Bazna’ya takılacaktı .
Anadolu panterleri, Ege Bölgesi, Toros Dağları, Köroğlu Dağları’nda doğal yaşamlarını sürdürmeye çalışırlardı. Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerinde ise boyutları daha küçük olan İran Parsı (Panthera pardus saxicolor) yaşardı. Sonuncusu Şubat 1970’te Hakkari / Uludere’de Şehit Şen tarafından vuruluncaya kadar Anadolu’da kaplan da (Panthera tigris virigata) yaşardı. Prof. Dr. Turhan Baytop’un araştırması ve bulguları, Nihat Turan’ın “Türkiye’nin Memelileri” kitabında da yer almış; bu son Hazer Kaplanı’nımızın kuyruğunun Irak’lı bir aşiret reisine kamçı olarak kullanılması için satıldığı belirtilmişti. Şu anda son kaplanımızın postu kuyruksuz olarak Ali Üstay Kolleksiyonu’nda bulunmaktadır.
Hitit Kabartmaları’nda bile yer alan Anadolu’daki aslanların sonuncusu ise 1890’da vurulmuştu. Aslanımız gibi “çita”mıza da Anadolu’nun 20. yüzyılını göstermemiştik.
Yirminci yüzyıl boyunca pek çok Anadolu Panteri avcılar tarafından kaplan kapanlarına düşürülerek ya da domuz avında kullanılan şevrotinlerle (dokuz bilya/buck-shot) acımasızca öldürülüp, avcıların omuzlarında, fotoğraf makinalarına verilen pozlarda yer almışlardı.
Zaten 5 Mayıs 1937’de çıkan Kara Avcılığı Kanunu’nda leoparlar her vakit avlanılabilen “zararlı memeliler” arasında yer almaktaydı. Uludere’de öldürülen son kaplanımız da bu zararlı memeliler kapsamındaydı.
Kuşadası’nın güneyindeki Dilek Yarımadası’ndan, Ağrı’ya tüm Anadolu, sayısı oldukça azalmış panterlerine dar edilmişti. Kiminin postu bir hanıma kürk olsun, beyninin altındaki omuzlarını ısıtsın diye Sirkeci’deki hanlarda pazarlanıyor, kimininki dibinde okeye dönülen bir kulüp lokalinin duvarına dekor oluyor, kimininki kendisini Hacı Bektaş’ta kader ortağı başka bir Anadolu Panteri postunun yanında, kimi kendisini Ege Üniversitesi’nin Doğa Tarihi Müzesi’nde, kimisi Diyarbakır Ana Jet Üssü’nde buluyor, kimisi de oradan oraya dolaştırılırken murdar oluyor, çürüyüp gidiyordu.
Ama hiçbir avcı Anadolu Panteri’nin nesline Mantolu Hasan’ın verdiği zararı veremedi. 1930-1950 yıllarında İzmirli avcı Hasan Bele, tek başına yaklaşık on beş panteri öldürdü. Bu sayı, Atatürk zamanında Ankara’ya gelen ve Türkiye’de zoolojinin kurucusu olarak bilinen ve panterin Anadolu’daki dağılımının haritasını yayınlayan Dr Hans Kumerloeve’nin “Türkiye’nin Memeli Hayvanları” araştırmasında da elli olarak belirtilmekteydi
Mantolu Hasan vurduğu panterlerin postlarını gövdesine pelerin gibi dolayarak dolaşırdı. Bu katliam ancak devrin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün kendisine bir çifte verip, bir daha panter vurmama sözü almasıyla son bulmuştu.
Anadolu Panteri’nin bugüne kadar doğada canlı olarak çekilebilmiş tek fotoğrafı 1949’da, Malatya / Gölbaşı’nda, mülteci Alman bilim adamı Prof. Dr. Curt Kosswig tarafından çekilmiştir. 1946’da Cafer Türkmen tarafından çekilen panter fotoğrafı, İzmir Hayvanat Bahçesi’ndeki Zoza’nın fotoğrafıdır.
Daha sonra, kalan bir avuç Anadolu Panteri;

12.02.1967’de Ali Çalayır tarafından Bolu / Seben İlçesi'nde vurularak,

Ocak 1969’da Hatay / Samandağ’da eşeğini parçaladığı bir köylünün, eşek leşinin üzerine döktüğü zirai ilaçla zehirlenerek,

1970’te Kars / Karakale Köyü’nde vurularak öldürülmüş,

son olarak da 1972’de Ağrı Dağı’nda ve Eskişehir Çatacık’ta (Mihalıççık) görülmüştü.

Ve gelindi 17 Ocak 1974’e;

Beypazarı’nın Bağözü Köyü’ne...

Bağözü Köyü, Beypazarı’na 12 km uzaklıkta, Nallıhan yolundan kuzeye ayrılarak ulaşılan okulu, sağlık ocağı, PTT acentası, kanalizasyonu bulunmayan; köylülerinin ekip biçtikleriyle kıt kanaat geçinip gittikleri yoksul bir köydür.
Bu köy, ABD-Wyoming’deki rezervlerden sonra, dünyanın ikinci büyük Trona rezervinin, yani tabii soda külü rezervinin dibindedir.
17 Ocak 1974 sabahı, Havva Köksal dere yatağı boyunca aşağıdaki bahçelere – yer elması toplamaya gidiyordu. Önden yürüyen kocası ve kayınbabası gözden kaybolmuşlardı. Şimdi dozerle doldurulmuş olan, o zamanki dere yatağında kocaman, benekli bir kedi yatıyordu.
Havva hayatında ilk defa böyle bir hayvan görürken, belki Benekli de hayatında ilk defa bir insan görüyordu. Benekli, Anadolu’da görülen son Anadolu Panteri’nden başkası değildi.
Otuz yıl aradan sonra, Mehmet Ertüzün’le birlikte 11 Mart 2004’te Havva Köksal’ı ziyarete gittiğimizde bize büyük karşılaşmayı anlatmıştı.
- Şöyle uzun kuyruklu upuzun “bir şey”, orada yolun kıyısında yatıyordu. Onu görünce geri geri gitmemle şak deyip kuş gibi üstüme konması bir oldu. Kolumdan tuttu silkeledi; gözlerimi açtığımda yanımda köpek oturağı gibi oturuyordu. Yine gitmişim kendimden. O sırada odundan Süleyman geliyormuş – onu görünce kaçmış...
Benekli dört - beş metre uçup, Havva’nın kolunu kaptığında, o silkelemede kol kırılmıştı. Ama bir gerçek daha vardı, Benekli’nin öldürme amacı yoktu, baygın Havva’nın yanıbaşına oturup beklemeye başlamıştı. (Leoparlar yalnız yaşayan, gece hayvanlarıdır; iki yılda bir, genellikle de Ocak ve Şubat aylarında çiftleşirler. Avlarını boynuzluysa boğazından, boynuzsuzsa ensesinden ısırarak öldürürler. 17 Ocak’ta, gündüz vakti, yerini yurdunu terkedip dolaşıyor ve dibinde savunmasız yatan insanı öldürmüyor olması, kendisine aştan ziyade eş aradığını düşündürmektedir).
O sırada köydeki bir evde bu durum görülmüş, kadın kocasına:
- Kalk yaa; Havva’yı bir canavar yiyor... diye bağırmıştı.
İlk, belki de son defa bir leopar tarafından ısırılmış birisiyle sohbet ediyorduk. Bu sohbet sırasında:
- Çok müthiş, temiz, yani o kadar güzeldi ki, üzerinde kir yoktu – halı gibiydi; onun canlı hali bir bambaşkaydı...
ya da:
- Belki de kendim tepinirken kırmışımdır kolumu... gibi sevgi, koruma ifadeleri de dikkatten kaçmıyordu.
O zaman İzmir’de vatani görevini yapmakta olan oğluna:
- Anneni panter ısırdı diye haber gitmişti. Oğlu izin alamayınca da firar etmişti; Bağözü’ne gelinceye kadar yolda aklına kimbilir neler neler gelmişti.
Silahlı köylüler “alaca canavar”ın peşindeydi. Başören, Çakıloba gibi çevre köylerden de eli silah tutanlar gelmişti. Amansız bir iz sürümü başlamıştı.
Benekli “insan”la karşılaşmış, hayatı kaymış, oradan oraya kaçmaktaydı. Karşıdaki sırta gidip bir çoban ve köpeklerini görünce geri dönüyor, geldiği yolu bulmaya çalışıyordu.
Ahmet Çalışkan müthiş bir avcıydı. “Kapı” denilen, vahşi hayvanların geçiş yapacağı yolakları iyi bilirdi. Benekli’nin geçebileceği kapıyı tahmin edip, kargaların da telaşlı iniş çıkışını gözleyip, köyün yukarılarındaki Kızıl Meşe Mevkii’nde pusuya yatmıştı.
Ve yanılmamıştı; Benekli can havliyle kapıdan geçerken Ahmet Çalışkan 1980 sonrası devlete teslim edeceği mavzerini (Mauser) doğrultup atışını yapıyor, yüz elli metreden Benekli’yi vuruyordu.
Artık yaralı panter kaçmaktan, izini kaybettirmekten vazgeçmiş, can havliyle kuru meşeleri söke söke Ahmet Çalışkan’a doğru koşmaya başlamıştı.
Birisi sağ kalacaktı; Ahmet Çalışkan üzerine koşan yaralı pantere dokuz defa ateş ediyor, yedisinde vuruyor, Panter ise hala koşarak geliyordu. Artık iki metre kalmıştı, Çalışkan son atışını yaptı ve çene altından giren kurşun Benekli’ye takla attırarak döş üstü yere yatırdı.
Benekli can çekişirken, yanına oturup onu sevmeye başlamıştı. Hala bilemiyordu; neyin nesiydi bu alacalı hayvan? Ahmet Çalışkan 1994’te astımdan ölmeden önce şimdi Bağözü Köyü’nün muhtarı olan oğlu Zekeriya Çalışkan’a o anki tarifsiz hüznünü anlatacaktı.
Daha sonra Benekli’yi bir cipe atıp Beypazarı Devlet Hastanesi’ne götürmüşlerdi. Benekli’nin gelişi belediye hoparlöründen halka ilan edilmiş, hastane meraklılarla dolup taşmıştı. Kişi başına iki lira ödetip hastaneye yardım da toplanmış, daha sonra o parayla hastaneye röntgen cihazı alınmıştı.
Bir doktor, hanımı için Benekli’nin kürkünü isteyip, köylülere:
- Bu artık hastanenin malı oldu... deyip, köylüler de itiraz edince:
- Sizi kuduz açısından karantinaya tabi tutacağız... denmiş; köylüler de:
- O zaman ziyarete gelen bütün Beypazarı halkını karantinaya mı tabi tutacaksınız?.. diye sormuşlardı.
Böylece Benekli’ye Ankara’daki Veteriner Bakteriyoloji Enstitüsü’nün yolu, köylülere de ifade verme yolu görünmüştü. Enstitüde sadece panterin beyni incelenebilmiş, onun da tertemiz olduğu ortaya çıkmıştı.
TRT Televizyonu, Hürriyet ve Günaydın Gazeteleri habere geniş şekilde yer verirken, o zamanın delikanlısı Mehmet Ertüzün de bu gazetelerin küpürlerini kesiyor, adını Benekli koyduğu son Anadolu Panteri’ni yok edişimizi asla içine sindiremeden bir düş hekimiyle tanışıp nefes nefese anlatacağı güne kadar arşivinde saklıyordu.
Bu arada avı serbest olan Anadolu Panteri’nin koruma kapsamına alınabilmesi için dergilere yazıyor, belki de bu yazışmaların tuzuyla 1987’de Merkez Av Komisyonu Kararları’nda ıskalanan Anadolu Panteri Avı yasağı, otuz milyara varan para cezalarıyla resmen yasaklanıyor, bu toprakların emaneti, gecikmiş olarak koruma altına alınabiliyordu.
O düş hekimi de daha önce Çumra’da yaşayan veteriner hekim Deniz Cengiz Soykan’ın Atlas Dergisi’ne yazdığı; Mersin’in Mut ilçesinin Çampınarı (Kahtama) köyünün yükseklerinde bugüne kadar kimsenin gitmediği bir ormanlıktaki Kaplan Gediği denen yerdeki bir panterin varlığından söz eden mektubunu okumuştu;
böylece iki meraklı ruh birleşmiş, birlikte 2004 yılından bugüne Benekli’miz ile ilgili bilgileri kaynağından araştırmaya başlamıştı.
Bu konu gazetelerin ön sayfalarında yer alınca, Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü (o zamanların Genel Direktörlüğü), müzesine koyabilmek için Bağözü köylülerine 4000 lira vererek Benekli’yi almıştı.
Köylüler de o parayla önce bir köy odası yapmaya niyetlenmişler, girişteki caminin hemen yanına beton atıp su basmanını çıkmışlardı. Ardından uzun süre inşaata ara vermişler, en sonunda da o betonun üzerine bir imam evi yapmışlardı.
İnsana rastlayıp, canından olduktan, nesli kuruduktan sonra da Benekli’nin başına gelmedik kalmamıştı. Beyni, Enstitü’de deney farelerine yedirildikten sonra getirildiği MTA’da soğuk hava dolabı olmadığı için, kış şartları da göz önünde bulundurularak, tahnit için İzmir’den eksper gelinceye kadar iki bina arasında geçiş yapmak üzere kullanılan bağlantı köprüsü üstünde bekletilmişti.
Müzeye konmak için tahnit işlemi sırasında postu boraksla ovalanmış, kemikleri de ilerideki araştırmalarda kullanılmak üzere gömülmüş, daha sonra gömülen yer unutulmuş, tahmin edilen yerin üzerine de daha sonra bir bina yapılmıştı.
1974 şartlarında tahnit için yapay – hele leopar gözü – bulunması mucize gibiyken aranan bir çift göz MTA’dan Ergun Kaptan’ın bireysel çabalarıyla Orman Bakanlığı mühendisi Nihat Turan’dan bulunmuş, gözün teki elden ele dolaşırken düşürülüp lavabonun altında bir yerlerde kaybolmuştu.
Yıllarca MTA’nın ilk Tabiat Tarihi Müzesi’nin alt katında terfi edilmeyi bekleyen Benekli, 2003 yılında yeni müze binasındaki mekanına taşınmıştı. Ancak insan eli bir kez değmişti, artık hiç de Havva Ana’nın hayatını bağışlayan Benekli gibi bakmıyordu.
Bizce sayıları çok az da olsa kaldı. Bu konuda yapılan çalışmaları açıklamanın mahzurları da var; çünkü elde edilen bilgiler doğrultusunda bazı insafsız eli tüfeklilere hedef göstermiş de olabiliriz. Ancak bulunabilmesi – koruma altına alınabilmesi de bilginin paylaşılmasından ve kalabalık bir ehil ekip çalışmasından geçiyor.
Bunun için de geniş bir alana foto-kapanlar yerleştirilmesi gerekiyor. Foto-kapanlar, deklanşörleri harekete hassas fotoğraf makinaları; önlerinden geçen her hareketli cismin fotoğrafını çekiyorlar. Böylece bir kuyruk da çekilse – arama sahası daralmış oluyor. Panter tespit edildiği zaman dart ile vurulup uyuşturulması gerekiyor. Daha sonra da, varsa diğer bireylere ulaşmak için boynuna verici tasma (transmitter collar) takılması gerekiyor.
Moğol – Amerikan Kar Leoparı Projesi kapsamında, şu anda Gobi Çölü’nün neresinde Kar Leoparı (Uncia uncia) var, boyunlarına takılmış verici tasmaların günde iki defa uydulara gönderdiği bilgi ile herhangi bir internet kafeden dahi takip edilebiliyor.
Benekli’nin gerçek bir Anadolu Panteri değil, bir kordiplomatın Afrika’dan getirttiği bir panter olduğu, daha sonra besleyemeyince Polatlı’da bir çiftliğe bıraktığı, çiftlikten kaçarak Bağözü’ne geldiği, yani MTA müzesinde bulunan panterin Anadolu Panteri olmadığı iddiaları da ortaya atıldı. Bir başka iddiaya göre de, Benekli’miz o yıllarda yavruyken Hayvanat Bahçesi’nce Ankara’lı bir zengine verilmiş ve Ankara Çubuk ilçesindeki çiftliğinden kaçmış ithal bir Afrika Leoparı’ydı. Ancak hem Hayvanat Bahçesi’nin böyle bir uygulaması olamazdı; hem deTürkiye Biyolojisi’nin değerli bilim adamı Prof. Dr. Ali Demirsoy’un ifadeleriyle, MTA beneklisi kuyruk uzunluğu ile birlikte iki metre otuz santimetreye ulaşan boyu ve yaklaşık yüz kilo ağırlığıyla yavruluktan yeni çıkmış bir panter olmadığı, en az on yaşında - bu toprakların bir panteri olduğu anlaşılıyordu .
Günümüzde, Anadolu memeli faunasında az sayıda karakulağa ve vaşağa rastlanabilmektedir. Ancak Havva’nın kolundaki izler, bu toprakların ilk sakinlerinden Anadolu Panteri’nin son pati, son diş izleridir.
Kemiklerini kaybettiysek de elimizdeki diğer doku örnekleri, ilerideki DNA elektroforezi ile yapılacak karşılaştırmalı genetik çalışmalarda bize ışık tutacaktır.
Şu anda Termessos’tan, Dilek Yarımadası’na kadar pek çok yerde bireysel ya da WWF gibi kuruluşların araştırmaları sürmektedir.
Cemal Gülas’ın Kaçkar dağlarında müthiş bir özveriyle yaptığı çalışmalarda bulduğu izlerin 15 santimetre çapında, 10 santimetre derinliğinde oluşu; bu izin daha küçük yapıdaki Panthera pardus saxicolor’a ait olmayıp, Panthera pardus tulliana’ya ait olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Cemal Gülas, yanından ayrılmayan gerçek kurt Dost’un da uyarmasıyla, ormanın derinliklerine kaçıp kaybolan bir panteri andıran görüntüleri küçük kamerasıyla kaydedebilmiştir.
Şimdilerde TÜBİTAK – Ulusal Elektronik ve Kriptoloji Enstitüsü’nün, Linux işletim sistemini ülkemizde yaygınlaştırma projesinin bir ürününe Pardüs adı verilmişken, Pardüs’ün ta kendisi de bulunup ait olduğu topraklarda yaygınlaştırılmalıdır.
5 Haziran 2002 tarihinde PTT Genel Müdürlüğü, Dünya Çevre Günü nedeniyle Benekli’mizin de yer aldığı bir blok pul çıkarmıştır.
Anadolumuzun Panteri’nin kendisi de elbet bir gün ya da bir gece karşımıza çıkacaktır; ancak bunun için bizim de yaşamını Tanzanya’daki Serengeti Milli Parkı’ndaki araştırmalara adamış; kurduğu daimi çadır köyde hayvanların gizemli dünyalarını belgelemiş Hugo Van Lawick gibi bilimin gönül adamlarına gereksinimimiz vardır.
Beşikler verdiğimiz Nuh’un benekli yolcusu, Anadolu’nun son panteri, Anadolu’nun çocukları siyah beyaz televizyonların başında Pembe Panter’i izlerken, Tetis Okyanusa atılmıştı.
Durum vahimdir ve bu toprakların, bu suların, hatta gelip bu sularda yaşamayı seçmiş başka suların canlılarının , Çin’in pandaları gibi özenle korunma, kollanma zamanı gelmiştir.
Bu derlediğimiz bilgiler göç yolları üzerindeki minik bir su birikintisidir.
Anadolu’yu gelecek kuşaklara kültürüyle, toprağıyla, bozulmamış doğasıyla, jeolojik ve paleontolojik miraslarıyla emanet edebilmeyi diliyor;
sözlerimize Fikret Kızılok’un besteleyip söylediği Ahmet Arif’in dizeleriyle ara veriyoruz:
ala şafakta pusuyum
asi dağlar delisiyim
ve yürekler dolusuyum
anadoluyum
döner misin...
17/ Ocak/2006
otuz ikinci yılda;
otuz ikinci kışta...

Kaynak.babarec.tripod.
Saygılarla.

Hiç yorum yok: