Cuma, Eylül 07, 2007

BAZI GÜNLER VARDIRKI !!!





O günleri bire bir yaşıyanlar çok iyi bilir.İstanbul'un gözdesi Beyoğlu'nun en kara günlerinden biridir.O zamanlar daha 8 yaşında idim.O dehşeti bir çocuk gözüyle nasıl görüp algıladığımı zaman zaman bu günlerde sorgulamaya çalışıyorum.Bir çok senelerdir
beraber bir arada yaşadığımız bu insanların parçalanması veya ülkeyi terk etmesi.O günlerde korkulu gözlerle bize gelip sığınan o dostlar.Tam olarak nelerin olduğu hep gizemli kalmış polisiye olaylar.O insanlara yardım etmeye kalkan dostların bile o nereden çıkan bu kişiler tarafından dayak ve işkence gördügü.Tek hatırladığım o günlerde aile fertlerimizden bir subayın sokağın başına koyduğu askeri araç nedeni ile o gözü dönmüş sürünün sokağa girememesiydi.Nereden aklına geldi diyecek olursanız Gazeteleri karıştırırken sayın ERGÜN BABAHAN 'nin Sabah da yazdığı yazıyı gördüm.Eğer o günleri yaşamış iseniz yorum olarak yazabilirsiniz.
Saygılarla.
6-7 Eylül olayları ve bugüne bakış
"Atatürk'ün evine bomba atıldı."
Artık MİT'e hizmet ettiği bilinen bir gazetecinin servis ettiği, yine gizli servise hizmet eden bir gazete yöneticisinin manşet yaptığı bu yalan haber, tarihimizin en karanlık sayfalarından birinin açılmasına yol açtı.
Beyoğlu'nda azınlıklara ait ev ve işyerleri zaten bir gece önceden işaretlenmişti.
Ertesi gün özel hazırlanmış serseriler güruhu sokaklara salındı ve tertipçilerin gösterdiği hedefler yerle bir edildi.
Saldırıdan nasibini alan yerler arasında kiliseler bile vardı.
İstanbul'daki 72 kilisenin 70'i tahrip edildi.
Milyonlarca dolarlık hasar meydana geldi, 13-16 arası Rum, bir Ermeni yurttaşımız hayatını kaybetti.
Korkunç olayların ardından binlerce Rum akın halinde Yunanistan'a göç etmek zorunda kaldı, İstanbul rengini, sesini yitirdi.
Bugün geri dönüp baktığımızda 6-7 Eylül olaylarının Lozan'da eksik kalan bir süreci tamamlamak üzere tezgahlandığını açıkça görüyoruz.
İstanbul Rumları mübadele kapsamına sokulamamış ve geride kalmıştır.
1955'teki olaylar zorunlu mübadele olarak nitelenebilir.
Ulus devleti yabancı unsurlarından ayıklama sürecinin bir parçasıydı 6-7 Eylül olayları.
Bugünün uluslararası hukuk anlayışı çerçevesinde dönemin yöneticilerinin Uluslararası Ceza Mahkemesi'nde yargılanması gerekirdi.
Yargılanmadıkları için benzer bir tezgah yıllar sonra Kahramanmaraş'ta ve Çorum'da devreye sokuldu.
Yine evler işaretlendi. Bu kez kurbanlar Alevi yurttaşlarımızdı.
Toplumu tek tipe sokmak isteyen ve bu amaçla kan dökmekten çekinmeyenler tarih boyunca var olmuştur elbette.
Bugün için çıkarmamız gereken ders ise şudur: Farklılıkları zenginlik değil de düşmanlık kaynağı olarak gösterdiğiniz sürece bu tip tehlikelere davetiye çıkarırsınız.
Günümüz dünyasında dünyanın hiçbir ülkesinin tek tip insanlardan oluşması mümkün değildir.
Demokratik sistemin hüneri, inancı, etnisitesi farklı insanları barış ve huzur içinde bir arada yaşatabilmektir.
Onun için düşmanlık tohumları atmaktan çekinmeyenlerin daha dikkatli olması gerekir.
***
" 6-7 Eylül olayları da bu anlayışın en yoğun yaşandığı günlere denk gelmiştir. Yaşanan toplumsal facianın hemen ardından gerçekleştirilen gözaltılar, olaylardan aynı kişilerin sorumlu tutulacağının habercisi oldu. Ve olayların hemen ertesinde tutuklanan 45 kişinin adları bu güne "Komünist Fişli Listesi" ya da "45"lik Fişli Liste olarak anılmaktadır. Olayların ertesinde gözaltına alınanlardan Aziz Nesin'i öncelikle olaylar sırasında İzmir Lokantası'nda yemekteydi. Dışarıda kesilmeyen uğultu ve haykırışlardan sonra elinde Türk bayraklı fırtına gibi bir genç arkasında bir kalabalıkla Lokantanın önünde belirmişti. Bu çocuğu cezaevinden tanıdığını hatırlamıştı Nesin. Sonrasında karşılaşmışlar ne iş yaptığını sorduğunda cevap olarak Kıbrıs'la ilgili bir derneğe üye olduğunu söylemişti(Kıbrıs Türktür Derneği). Bayraklı delikanlı izin verdikçe arkasındakiler İzmir Lokantasına doluşuyorlardı. "Kıbrıs Türktür, Türk kalacaktır!" adım adım ilerliyorlar. Masadakilerde kaçmıyorlar, sıvışıyorlar. Lokantanın sahibi arkadaki masalardan birine çıkmış, çerçeveli büyük bir Atatürk resmini iki eliyle önüne bir kalkan gibi tutmuştu. Bu kalkanın arkasına gizleniyor ve arada bir başını çerçevenin üstüne çıkararak ağlamaklı bir sesle yalvarıyordu. Burası Rum lokantası değil diye yemin billah ediyordu. Sizce büyük bir içkili lokantada kaç tane çerçeveli Atatürk resmi bulunabilir? Aziz Nesin'in anlattığına göre bu sayı o kadar fazlaydı ki olayın seyrine inanamamıştı. Aziz Nesin'in tutuklanışını kendi ağzından dinliyoruz: "Bizi attıkları askeri tutukevindeki hücrelerde altmış kişi vardık. Kemal Tahir, kardeşi Ratip, Doktor Hulusi Dosdoğru, Mustafa Börklüce, Hasan İzzettin Dinamo, Veli, Emin Sekun, Örfi, Fehmi ilk aklıma gelenler. Daha ilk geceden ruh halim bozuldu burada. İkinci gece altımıza sermek için gazete almamıza izin verdiler. Çok eski gazetelerdi; çünkü gazete okumamız yasaktı. Ama kendi aramızda eğleniyorduk da. Tuvalete gitmek isteyen hücresinin kapısını vurarak nöbetçi eri çağırıyordu. Nöbetçi erlerden biri gelip kapıyı açıyor helaya getiriyor, hela kapısında bekliyor, işi biteni yeniden hücresine kapıyordu. Erler hangi hücreden kimi aldıklarını akıllarında tutamadıkları için heladan dönenler kendi hücrelerine değil, başka bir arkadaşının hücresine girip orda can sıkıntısından bir süre söyleştikten sonra, yine helaya giderek kendi hücresine dönüyordu. Bu yaşamımızdaki tek değişiklik, eğlenceydi ve biraz konuşup söyleşmenin dışında hiçbir amacı yoktu. Bazen nöbetçi erin canı sıkılıyor, birden gözetleme deliklerinin birinin kapağını açıveriyor ve içerdeki başka bir hücredeyse hücre numarasını söyleyerek onu aramaya başlıyordu: "filan numara, ulan bu filan numara nereye gitti?" Bir gün yine nöbetçi er bağırmaya başladı, hem bağırıyor hem de ağır sövüyordu: "ulan bu sekiz numaradaki hayvan kim?" 6-7 Eylül olaylarının baş sorumlusu ve bizi buraya attıran İçişleri Bakanı Namık Gedik'ti. Aklıma bu geldi ve hücremden seslendim: "sekiz numara Namık Gedik, Namık Gedik." O zaman nöbetçi er bağıra bağıra dolaşmaya başladı: "ulan Namık Gedik, nerdesin ulaaan." Sövüp sayarak geziyordu. Hücrelerden de kahkahalar yükseliyordu. Birden cezaevi müdürü Binbaşı Muzaffer'in sesini duyduk. Ere bağırıyordu: "ne diyorsun ulan, ne Namık Gedik'i, hangi Namık Gedik!"

Hiç yorum yok: