Çarşamba, Ocak 30, 2008

SARI ÖKÜZ






Bu gün gazeteleri karıştırırken bir köşe yazarının anlattığı bir masalı gördüm.
Belki gözden kacmış nedeni ile sizlerle paylaşmak istedim.


SÖMESTR başladı.

Karne hediyesi olarak ne versem acaba diye düşünüyordum, karınca kararınca, şu meşhur hikáyeyi vermek geldi aklıma.

Yetişkinlerin işine yaramadı...

Belki çocukların işine yarar.

*

Ormanın birinde...

Aslanlar toplanmış.

"Yahu" demişler, "Hesapta kralız, açlıktan öleceğiz birader... Maymuna saldırsak, ağaca kaçıyor; fillere saldırsak, fazla büyük... Ceylanlar hızlı, yetişemiyoruz; kuşa dalsak, uçuyor; e balık yakalayacak halimiz de yok... N’aapsak?"

Bir tanesi "En iyisi, öküzlere saldıralım" demiş, "iri yarı görünüyorlar ama, ne pençeleri var, ne dişleri diş... Tam dişimize göre!"

Olur mu? Olur.

Hücum!

Ama evdeki hesap çarşıya uymamış; öküz, öyle yabana atılacak hayvan değilmiş meğer... Organize oluyorlar, topluca savunma yapıyorlar, püskürtüyorlarmış.

Aslanlar aç bilaç.

N’aapsak, n’aapsak?

"Tilkiye danışalım" demişler.

Tilki "kolay" demiş, "beni, öküzlerin yaşadığı zengin otlakların prensi yapın, işinizi halledeyim..."

Kabul etmişler.

Tilki, elinde beyaz bayrakla öküzlere gitmiş, "saygıdeğer öküzler" demiş, "aslında aslanlar uysaldır, sizi de çok seviyorlar... Ama şu aranızdaki sarı öküz var ya, sarı öküz, işte sorun o... Görünce tahrik oluyorlar, canları çekiyor, verin şu sarı öküzü, kurtulun kardeşim, huzur içinde yaşayın!"

Öküz heyeti düşünmüş taşınmış, "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" mantığıyla, verivemişler sarı öküzü...

Aslanlar da afiyetle yemiş.

Bir gün, iki gün...

Tilki gene gelmiş.

"Bakın gördüğünüz gibi, saldırılar kesildi, mutlu mutlu yaşıyorsunuz" demiş ve eklemiş: "Ama şu benekli öküz var ya, benekli öküz, o burada olduğu sürece size rahat yüzü yok arkadaş, canları çekiyor, verin, kurtulun!"

Öküz heyeti düşünmüş, "otlağın selameti için" teslim etmiş benekli öküzü.

Üç gün, dört gün...

Tilki gene gelmiş.

Kuyruğu uzun olanı...

Burnu beyaz olanı...

Tombul olanı...

Tek tek alıp, gitmiş.

Otlak seyrelmiş.

Aslanlar semirmiş.

Bir gün... Tilki gelmemiş!

Gerek kalmamış çünkü.

Direkt aslan gelmiş.

"Hanginizi istiyorsam, canım hanginizi çekiyorsa, onu vereceksiniz, adamı hasta etmeyin" demiş.

Otların arasında tir tir titreyen, tek tük kalmış öküzler, "keşke sarı öküzü vermeseydik" demiş ama, iş işten geçmiş.

*

İşte böyle çocuklar...

Öküzlük böyle bir şey.

30 Ocak 2008
Yılmaz ÖZDİL

Saygılarla.

Salı, Ocak 29, 2008

BIR BU EKSIKDI !!!


Spordan sorumlu Devlet Bakanı Murat Başesgioğlu, Meclis'te gündemdışı konuşmalara da neden olan Milli Takımlar Teknik Direktörü Fatih Terim'in maaşının, 135 bin 595 YTL olduğunu bildirdi.
Terim, maaşı 16 bin 146 YTL olan Cumhurbaşkanın Abdullah Gül'den 8.5, 9 bin YTL maaşı olan Başbakan Tayyip Erdoğan'dan ise tam 15 kat daha fazla maaş alıyor. Terim'in maaşı, 436 YTL olan net asgari ücretin ise 311 katına denk geliyor.
Bu arada büyük bir gazetenin bu konuda yapmış olduğu anket ve bu habere gelen yorumları okuyunca,hayretler içinde kaldım.
Sanki medya yeni bir kıtayı keşfetmiş gibi.
Merak bu ya bende yaşadığım ülkenin Milli takım antrenörü ile Cumhurbaşkanının almış olduğu maaşlarını inceledim.
Antrenör'ün aylık maaşı 355.000 YTL.ye geliyor.
Cumhurbaşkanı son aldığı zamla 31,570 YTL.
Vallahi aritmetiğim o kadar kuvvetli değil kaç katı olduğunu siz benim yerime yapabilirsiniz.
Medya da kalitemi düsüyor; yoksa birileri gene çıkarlar peşindemi ?
Saygılarla.

Pazartesi, Ocak 28, 2008

Sirada ki gelsin !!!


"Ey Peygamber. Eşlerine, kızlarına ve inananların kadınlarına söyle : (Evden) dışarı çıktıklarında örtülerini üstlerine alsınlar. Onların tanınması ve incitilmemesi için en güzel olan budur."Ahzab Suresi, 59. Ayet.
"İnanan erkeklere söyle : Bazı bakışlarına engel olsun ve ırzlarını korusunlar. Bu onlar için daha temizdir. Doğrusu Allah onların her yaptığından haberdardır. İnanan kadınlara da söyle : Bazı bakışlarına engel olsunlar ve ırzlarını korusunlar. Kendiliğinden (normal olarak) görünenler dışında, gösterîşli yerlerini göstermesinler. Baş örtülerini gerdanlarının üzerine salsınlar. Ancak, kocaları, babaları, kayınpederleri, kendi oğulları, kocalarının oğulları, sahip oldukları cariyeler, erkekliğini yitirmiş hizmetkar erkekler veya henüz kadınların mahrem yerlerini anlamayan çocuklar yanında rahat davranabilirler. Gizledikleri süslerle dikkat çekmek için ayaklarını vurmasınlar."Nur Suresi, 30,31. Ayetler.
"Evlenme arzusu kalmamış ihtiyar kadınların, kasıtlı olarak gösterişli yerlerini göstermeye çalışmadan, dış örtülerini bırakmalarında kendileri için bir günah yoktur. Ama sakınmaları kendileri için daha iyi olur."Nur Suresi, 60. Ayet.
Yukarda bazı ayetlerde kadınların örtünmesi üzere bilgi verilmiştir.
Bu günlerde ekonomi ibrelerinin kıpır kıpır oynadığı,terör lanetinin bütün dünyayı sardığı,küresel ısınmanın getireceği felaketlerin kapımıza dayandığı ,politik atılımların üretime geçemediği günlerde.
Kangren olacak bir konuyu masaya yatırmış bulunuyoruz.
Konu geldi geldi kadının baş örtüsüne...
Pardon baş örtüsü biraz abartılmış olur,onun bağlanma şekline.
Basın,aydınlar,bizlerin seçtiği vekiller elele vermişler kuyuya atılan taşı nasıl çıkaracağız diye.
Her kafadan bir ses geliyor.
Laiklik elden gidiyor.
Cumhuriyet değişime uğruyor.
Kadınların inançlarına vurulmuş kilidin anahtarı aranıyor.
Yüksek öğretimi bu inançları yüzünden yapamayan genç kızlarımıza bir çare.
Son yıllarda hadi kızlar okula kampanyaları yüzde yüz başarı ile sonuçlandıktan sonra,kızlarımız bu başarının son basamağı yüksek okullara ulaştılar.Eh onların bu başarısını engellemek olmaz bırakın yüksek okullarına da gidebilsinler.
Sayın vekillerimiz bu kadar başarının bu noktada kilitlenmesi doğru olmaz.
Anayasayımı değiştirirsiniz, yoksa yeni bir devrim yapıp kılık kıyafete bir kapımı açarsınız o görev sizlere kalmış.
Yalnız hataya düşmeyin.Bu pırıl pırıl kızlarımızın eğitimlerinin ardından yollarını kapamayın.Onlara kamu alanlarını kapatmak yapmış olacağınız devrimlere ters düşer.
Onun kapısınıda açmanız gerekir.
Yoksa atılacak adımlar hiç bir işe yaramaz.
Şimdiye kadar neden daha çok aydın kadınımız yok diye düşünüyordum.
Neden meclisde daha çok sayıda temsil edilemiyorlardı.
İşte bütün problem ortada.Meğer hepsi "Yüksek öğretimde ki baş örtüsüne takılıyormuş"
aman hemen cözün bu meseleyi.
Erkekler'in dünyasında ki kadın hakları/kararları.
Saygılar.

Cuma, Ocak 25, 2008

EMEKTARLAR...


Her uzvumuzun başka başka görevleri vardır.Onlar bizlerin yaşamımız içersinde yoldaşlarımızdır.
Zaman zaman kazalar neticesinde onları kaybettiğimiz zaman kıymetlerini daha da iyi anlarız.
Hiç düsündünüzmü; bu uzuvlarımıza gereken ihtimamı veriyormuyuz ?
Yoksa hoyratça onları kullanıp.Daha sonraki zamanlarda pişmanlık sendromunamı giriyoruz.
Eğer uzuvlarımız şikayette bulunmaya kalksalar, inanın bu günkü hukuk sistemleri cöker gider sanırım.
Bunlardan bir emektarı, ele alalım.Yaşam boyunca binlerce,yüzbinlerce tonu sırtlanan ayaklarımız.
Onlara ömür boyu ihtiyacımız olduğuna göre, güzelliğimize verdiğimiz ihtimamın yarısını ona verdiğimiz taktirde, ilerdeki yıllar içersinde, ne kadar doğru olduğununu görebiliriz.
Ayaklardan mevzuya başlamışken onların koruyucuları ayakkabılardan bahs etmeden
olamaz.
Geçen sene bir yazımda bu konuyu biraz anlatmıştık.Bu günse ayakkabının bizlerin hayatına ne zaman girdiği konusundan bahs edelim.
Onu her ne kadar son çağlarda tanımamıza rağmen ilk insanlarında ayakkabı kulanıp kullanmadığı hakkında bir bilgiye sahip değildik.
İlk çağlarda mağaralarda bulunan resimlerde, bu konuda bizlere yardımcı olamamıştır.
O insanların ayaklarına hicmi diken batmamışdı...
Ona karşı bir çare almamışlardı.
Uzun çalışmalar sonunda o çağlara ait bulunan kemikler "fosiller" neticesinde ayakkabı kullanmıyan ilk çağ insanların ayak parmaklarının kalın yuvarlak bir görünümde olduğu tesbit edilmiştir.
İlk çağ insanın yaşamı için ilk olarak araç ihtiyacı duyması ile bu durum bir başka yön almaya başlamış.
Bahs ettiğimiz üzere resim sanatı,kemiklerden yaptıkları süs eşyaları,avlanmaya yarıyan bazı gereçler; o günden bu güne bulunan parçalarla bizleri aydınlatmışdir.
" Arkeologi Science mecmuasında" Amerikalı araştırmacı Erık Trinkaus ve Hong Shang
St.Louis'de yaptıkları çalışmalarda Pekin civarında ilk cağ insanlarının ayak iskeletleri bu günkü insanın ayak parmakları arasında bir fark göstermediğini tesbit etmişlerdir.
Bu durumun ancak ayakkabı giyilerek böyle bir form alabilmesi olarak açıklanmaktadır.Bu durum karşısında ayakkabının tarihçesi 40.000 sene öncesine dayanmaktadır.
Amerikada arkeologi çalışmalarında bulunan iskeletlerde, ayak parmaklarının büyük sağlam bir yapıya sahip olması,buna karşılık Cin'de bulunan kemiklerde parmak yapısının ince ve narın olduğu görülmüsdür.
Bu durum o insanların ayakkabı giydikleri, adale yapılarına, çıplak ayaklılara nazaran daha çok yüklenilmediği görülmüşdür.
2005 senesinde ki son çalışmalarda 30.000 yıl evelinde ayakkabı giyiminin yaygınlaştiği.26.000 yıl evelinde ayak yapısının ince uzun şekil aldığı, kemik yapısının daha da birbirine yapışık bir form aldığı görülmüşdür.
Bazı zayıf parmakların eksilmesi diğer parmakların kuvvetlenmesi ile 20'nci yüzyıl insanın ayak yapısına ulaşılmışdır.
Eğer bizlerin emektarı bu ayakların koruyucusu ayakkabının yaşı sorulduğu taktirde
rahatlıkla 40.000 diyebiliriz.
Saygılarla.

Perşembe, Ocak 24, 2008

CIZGILER



Karikatur: Klaus Stuttmann

Ekonomi

Karikatur: Klaus Stuttmann

MAYALAR




Maya kültürüne arkeologlar yeni bir ışık tuttular.
Şimdiye kadar, bu kültürün bir parçası olan; ilahlara yapılan seromonilerde canlı adaklardı.
Bu seromoniler bu günün anlıyışına göre bir vahşeti sergiliyordu.
Adak canlı canlı parçalanarak kalbi vücudundan çıkarılıyordu.
Hatta çıkarılan bu kalp hala attığı sanılmaktaydı.
Arkeologlar yapmış olduğu araştırmalarda bulmuş oldukları takılara dayanarak adakların bakire kızlar olduğu kanısındaydı.
Yeni yapılan araştırmalar neticesinde bu adakların bakire kızlar olamayıp,ufak oğlan çocuklarını adak olarak kullandıklarını tesbit ettiler.
Yucatan ünüversitesinin Chichen Itza şehrinin yakınlarında buldukları bir mağrada
yüzde seksen nisbetindeki insan kalıntılarının adak olarak kullanılan üç ila onbir yaşları arasındaki oğlan çocuklarına ait olduklarını tesbit ettiler.
Geri kalan yüzde yirmilik kalıntılar ise daha yaşlı erkeklere ait olduğunu söylemektedirler.
Şimdiye kadar bakire kızların adak olarak kullanılması teorisinin doğru olmadığını bu buluşlar karşısında kanıtlamışlardır.
Maya'ların Yağmur tanrısını hoşnut tutmak için honi biçiminde ağzı olan mağaralara
canlı olarak bu ufak oğlan çocukları attıkları tesbit edilmişdir.
Bazı çocuklar tanrıların ufak parçalardan hoşlandığı inancıyla ufak parçalara ayrılarak atıldığı da görülmüştür.
Saygılar.

Salı, Ocak 22, 2008

KALDIRIM TASLARI


KALDIRIM TASLARI I

KALDIRIM TASLARI II


Pazartesi, Ocak 21, 2008

Gordion Düğümü...


Dün, bugün !!!

Gordion şehri bir kral seçecekmiş ve kahinlerin bildirdiği gibi kente dört tekerlekli bir yük arabası ile geleceğine inandıkları bir kralı beklerken, köylü Gordias tesadüf bu ya dört tekerlekli bir öküz arabasıyla çıkagelir. O günden sonra köylü Gordias Adaletli Kral Gordias olmuştur. Kral Gordias ölmeden önce kral olduğu gün bindiği ve onu kral yapan öküz arabasını çözülemez bir düğümle bağlar ve der ki: “bu düğümü çözen tüm dünyayı fethedecektir.” Gordias ölür peşi sıra pek çok kral gelir geçer ama düğümü kimse çözemez, meşhur ‘Gordion düğümüdür’ artık karşımızdaki. Gel zaman git zaman gençten bir delikanlı çıkagelir Gordion’a. Yanında birkaç onbinlerce arkadaşıyla Der ki : “ benim adım İskender, gösterin bana şu meşhur düğümü, bir de ben deneyeyim çözmeyi” Götürürler olay mahalline, bakar bakar, “ Bu mudur meşhur çözülemez düğüm ki çözen dünyanın hakimi olacakmış” “Evet” deyince çevredekilerin şaşkın bakışları arasında, çeker kılıcını seninki indirir düğümün üstüne, bir anda ne düğüm kalır ne efsane. “Bu düğüm böyle çözülür” der.

***




Ankara’daki Gülhane Askeri Hastanesi’ne her gün binlerce insan tedaviye ya da hasta yakınını ziyarete geliyor.

Emekli, dul, yetim orada... Gazilerin eşleri, anaları, kızları orada.

Bu sırada hastaneye yüzlerce kadın da geliyor. Bir bölümünün başı kapalı. Peki nasıl içeri giriyorlar?

GATA askeri bir tesis. Aynı zamanda kamusal alan...

Kapıdaki görevliye şöyle bir talimat verilmiş:

"Gelen kadın ziyaretçilerin eğer başı kapalıysa (türban şeklinde), başlarını açtırtmayın. Yalnızca çene altından (fiyonk şeklinde) bağlamaları yeterlidir."

Yani başları yine kapalı.

Bu ayrıntı sanıyorum Başbakan Erdoğan’a da iletilmiş. Merak ettim. GATA’ya gittim.

Gerçekten de birçok kadın başörtülerini çene altından (fiyonk şeklinde) bağlayarak giriyorlar. Onlarca, yüzlerce kadın bu şekilde. Yani "Anadolu tarzı başörtüsü"yle içeri giriyorlar.K.Hürriyet.

Her düğümün bir çözümü yokmu?

Yorum sizlerin.
Saygılarla

Cumartesi, Ocak 19, 2008

ALTIN GÖL..


ERDIL

Cuma, Ocak 18, 2008

UYKUDAKI KABUS !!!



Günün yorgunluğunu güzel bir uykuyla noktalamak.
Tatlı rüyalar dalmak...
Rüyalarımız, bazen kabusa da dönebiliyor.Günlük yaşantımızda ki olumsuz olayların, beynimizde dolaşması, rüyalarımızı kabusa dönüştürebiliyor.
Belki bir katilin peşimize düşmesi veya altımızda ki zeminin bir anda yok olması.
Gece uykumuzu korkunç bir kabusa dönüştürebilir.
Yapılan araştırmalar sonucunda her beş kişiden biri kabus görmekte olduğu tesbit edilmiştir.
Uzmanların yapmış olduğu açıklamalarda bu gibi durumları söyle ele almaktadırlar.
Her gece kişi rüya görmektedir;tatlı bir uyku kısa bir zaman sonra derin uykuya dönüşmektedir "REM" („Rapid Eye Movements“). Kabus görmek tam bu durum içinde başlamaktadır.
Aşağı yukarı üç ila yirmi dakika sürmektedir.Üzerimizdeki baskı gittikçe artmakta, bizim uykumuzu bölüp uyandırabilmektedir.
Bu durum devamlılık yaptığı taktirde yaşamımızda ruhi bozukluklara da yol açabilmektedir.
Uzmanların bazı yaşanmış bunalımların beynin bu zaman içersinde cözüm araması neticesinde ortaya geldiğini söylemektedir.
Beynin analizi çok yönlü alması, kabusların çeşitlenmesine neden olabilmektedir.
Böyle durumlar karşısında; uzman kişiler tarafından kabus şeklinde görülen rüyaların nedenlerinin, yaşamımızdaki hangi olumsuzlukların neden olduğunun araştırılması gerektiği söylenmektedir.
Uykumuzda ki yaşamış olduğumuz kabusların çoğu zaman çalışma saatlerimizin düzgünsüzlügü,aile içi problemler,iş hayatındaki olumsuz yaşanan olaylar, bu durumu tetiklemektedir.
Bir başka faktör ise düzgün olarak nefes alıp verememe durumuda neden olabilmektedir.
Beyin bu durum karşısında uykumuzu ani olarak bölebilmektedir.
Görmüş olduğumuz bu kabuslar sıhhatımızı bozabilirmi ?
Eğer böyle durumlar bir kaç haftada bir yaşıyorsak, her hangi bir problem olarak görülmemektedir.Yalnız o gecenin rahatsız olarak geçmesi olarak kabul etmeniz gerekir.
Bu durum sıkça olması karşısında; unutkanlık,fiziksel olarak randıman bozukluğu,reflekslerinizin zayıflaması,her ani olarak uykudan sıçramanız neticesinde,
kalbin kan dolaşımını ayarlarını bozmaktadır.
Bu gibi durumlarla karşılaşan kişilerin uykuya gidiş saatlerine dikkat etmeleri.Tv'de
seyredeceğimiz konuları titiz olarak seçmemiz.
Yatmadan evvvel ılık bir banyo almak,güzel bir kitap okumak, bizleri gün içinde yaşadığımız olumsuzluklardan uzak tutacağı için, geçemizi kabusa çevirmeyecektir.
Çocuklarımız bu gibi olumsuzlukları bir ertesi gün hatırlamaya bilirler.Çocuklar, büyükler gibi uykularından sıçramıyabilirler.
Dikkat edilecek konum uykuya yatmadan evvel okuyacağınız /anlatacağımız hikayeleri dikkatlı bir şekilde seçmemiz;korkabileceği ortamın yaratılmamasına dikkat etmemiz gerekmektedir.
Hepinize tatlı rüyalar dileği ile...
Saygılar .

Salı, Ocak 15, 2008

Fair Play...


Fair Play /Centilmenlik !!!
Bir futbol maçında bu dengenin sorumlusu kim olabilir ?
Oyuncuların karşılıklı mücadeleri arasında hakaret etmeleri,tükürmeleri,kastı olarak şiddet uygulamaları...
Bu gibi centilmenlik dışı hareketler, o anda takımının hangi sırada olması veya o andaki neticenin ne olduğu ile ilgili olmadığı uzman kişiler tarafından tesbit edilmişdir.
Daha çok bu durumu dengeliyecek kişi olan görevli hakemin oyuncular ile tam bir uyum sağlıyamaması onlar üzerinde otorite kuramaması olarak görülmektedir.
Halle Ünüversitesinde yapılan araştırmada; bir karşılaşma sırasında vermiş olduğu kararın yanlış olsa dahi o posizyonu oyuncuya kabul edebileceği şekilde sergiliyebilmesidir.
Bu gün Futbol federasyonları oyuncular üzerinde centilmenlik konusunda bir çok atılımlarda bulunmasına rağmen, sahalarda yaşanan tarzın bu konuda hiç de büyük adımlar atıldığını göstermemektedir.
Uzmanların yapmış olduğu araştırmalarda oyuncuların faule maruz kalmadan kendilerini yere atmaları veya gizli olarak sert hareketlerde bulunmaları centilmenlik sınıfına sokmadıkları görülmüşdür.
Aynı zamanda sarı-sarı kırmızı veya kırmızı kartla cezalandırılan oyuncuların bu kartların fair Play ile bağdaştırmadıkları görülmüşdür.
Bu gün Fair Play ile ödüllendirilen bir oyuncunun diğer karşılaşmalarda tam aksine daha da hırçın olduğu görülmüşdür.
Peki bu durumu biraz daha açmamız gerekirse ortaya çıkan ana hatlara söyle bir bakalım; Saha da 22 futbolcu olduğunu görmekteyiz bu iki gurubu ele almaya kalktığımız zaman her takım zoraki bir şekilde oluşturulmuştur.Şimdi o takım içinde her oyuncu aynı şekilde muamele görmektemidir.Takım içinde ki bireylere karşı aynı fair Play gösterilmektemidir.
Bu durum aynı zamanda oyun esnasında hakem tarafındanda uygulanmaktamıdır ?
Araştırmalar neticesinde; eğer hakem tarafında her oyuncu bireye karşı yapılan muamele eşit şartları oluşturduğu taktirde verilen kararın doğru olup olmadığı ikinci plana düşmekte olduğu görülmüşdür.
Bu gün hakemlerin Psycholog'lar tarafından bu konuda daha çok aydınlatılması, bu konumda fair play'in saha içersinde teşvik edilebilmenin yollarını hakem tarafından oyuncalara aktarılması.
Bu durum karşısında hakemin yaptığı hatalı kararlar ön plana çıkmayacağı, oyuncuların karar üzerinde yoğunlaşmıyip saha içersinde aynı muameleyi gördükleri kanısı neticesinde, fair play'i ön plana çıkaracakları yapılan araştırmalar neticesinde tesbit edilmiştir.
Bu gün Fair Play'in tam olarak bir sporcunun ne olduğunu bilmesi ve onu takım arakadaşları ile paylaşması değer kazanabileceği kanısındadırlar.
Saygılarla.

Cumartesi, Ocak 12, 2008

BIR PAZAR SOHBETI...



Bu pazar sabahında sizlerle söyle Afrika'nın Savanalarına kadar uzanalım.
Bu günün de masalı bu olsun.
Masalımızın kahramanları Savananın en uzun boylusu Zürafalar,bir diğer kahramanları ise koca koca dikenleri olan Akasya ağaçları,son kahramınımızsa mini mini Karıncalar.
Bu üç canlının müşterek tarafları olduğunu biliyormuydunuz.
Bu 3 kahramınızdan bir tanesinin yokluğu hepsinin sonu olabileceğini hiç düşündünüzmü ?
Önce Akasya ağacını ele alalım Zürafaların beslenebildiği bir ağaç, onun yaşıyabilmesi için Zürafalara ihtiyacı var.Onlar yaprak ve meyvelerini yiyerek ağacın yenilenmesini sağlıyor.Ağaçsa meyvelerindeki nektar ile karıncaların beslenmesini sağlıyor.Onların yuva kurabilmeleri için dikenleri arasında onlara alan sağlıyor.Yapılan bir araştırma neticesinde 1400 Akasya ağacı çitlerle koruma altına alınmış Zürafalardan uzak tutulmuş netice ise, ağaçların kısa bir zaman sonra kendi kendini yenileyemediği görülmüş.
Neden karıncalar diyecek olursanız.Ağacın onlara yaşam açması karşısında ağacı diğer böcek ve bakterilere karşı korumaya almışlar.
Masalımızın 3 ayrı kahramanı cüsseleri ne olursa olsun ister bir memeli, isterse bir bitki veya kabuklu birbirlerine öyle kenetlenmişlerki sosyal bir düzeni kendi yaşamları için uygulayabilmişler.
Acaba onların bu tarzlarından bir şeyler kendimize çıkarabilirmiyiz ?
Orasıda sizlere kalmış...
Zürafa, Akasya, Karınca kim derki...
Huzur dolu pazarlar dileğiyle.
Saygılar.

Perşembe, Ocak 10, 2008

AİLENİN EN KÜÇÜK BİREYİ !




Hayat şartlarının büyük oranla şehir yaşamında değişimi bir cok problemleride yanında getirdi.
Bunlardan en büyügü de çalışan anne ve babaların çocuk sahibi olmaları.
Eskiye göz atacak olursak büyük aile yapımı görebiliyorduk.Anne ve babanın yanında büyük anneler büyük babalarda aile ortamının bir parçası oluyordu doğan çocuklar böyle bir ortamda büyüyorlar 0-3 yaşları arasında yabancı bir ortam yaşamıyorlardı.
Bu günün şartları bu olanağı neredeyse yok sayabilecek kadar değiştirmiştir.
Alman Psycho-analytikerlerin yapmış olduğu analizler sonucu, erken yabancı ellere teslim edilen çocuklarımız korkunç boyutlarda ruhi bozukluklara itildiğini tesbit etmişlerdir.Yapılan testlerde bu durumda kalan çocuklarda stres hormonu Cortisol değerlerinin normların çok üstünde olduğu görülmüşdür.
İlk 3 yaş sınırları içersinde yabancı kişiler tarafından bakılan çocuklarda; bu durum ilerki yıllarda yuva ve okul yılları arasında huzur bozucu şiddet reaksiyonları gösteren ruhi bozuklukların görüldügü tesbit edilmişdir.
Yapılan araştırmalar ilk üç yılı anne ve baba tarafından bakılan çocuklarda ise daha sonraki seneler içersinde yabancı çevrelerde ruhi olgunluğunun bu duruma daha çok adapte olmasını sağladığı görülmüşdür.
Yuva çocuklarının uzun saatlerini yuvada geçirmesi de çocukların iç huzurlarını bozduğuda bilinen gerçeklerden birisidir.
Bu gün yapılan araştırmaların bu konunda çok az bir bilgiye sahip olduğu bu konuda daha çok çalışmalar yapılması gerektiği üzerinde bir fikir birliğine varilmışdır.O çocuklar ilerdeki günlerde bizlerin toplumunu belirliyecekdir.
Frankfurt Sigmund-Freud-Institut'ün 2008 yılı raporlarında erken yuva çocuklarının yabancı çevre korkularını iç yapıları içinde sakladıkları.Olgunluk çağlarında bunlar korku, çevreye karşı tereddüt yapım şeklinde geri gelmekte olduğunu tesbit etmişlerdir.
Çocukların ani ve uzun zaman ailesinden ayrı kalması çocuklar üzerinde zihinsel gelişimi yavaşlattığı onlar üzerinde tereddüt ve korkuyu ön plana çıkarttığı görülmektedir.Bunu halk dili ile açıklamaya kalkacak olursak bu yaş gurupları arasında çocuklarımızın konuşma ve zaman mevfümünün tam olarak gelişmemesi olarak izah edebiliriz.Bu da onu karmaşa içersine sokabilmektedir.
Çocuklarımızın anne ve babadan ayrı bir ortamda bulunması onların gelişimini tetiklemekte olan bir zaman olarak görülsede;bu zamanın çok dikkatli dilimler içersinde olması gerekir.
Çocukların aile bütünlügü, harmoni içinde büyümesi onların ilerdeki yıllar içinde kendine güveni yabancı ortamla yaşamayı kolaylaştırabilmektedir.
Çocuklarımızda ki bu tür ruhi bozuklukları; onların durup dururken sürekli ağlama krizleri, çevrelerine verdiği zararlar.Düzensiz uyku periyodları, yeme bozuklukları olarak görebiliriz.
Günlük anne modelini ele alacak olursak çocuğun ruhi bağlantısının tek kişi üzerinde yoğunlaşacağı bu konuda da anne ve babaların çok titizlikle günlük anneyi seçmeleri gerektiği görülmektedir.Devamlı günlük annenin değişimi ise çocukda gelişim ve kendine güven konusunda kayba neden olmaktadır.
Yapılan araştırmalar bir önemli noktasıda, anne ile günlük anne arasındaki harmoni.Bu çocuk üzerinde çok büyük bir rol oynamaktadır.Eğer ikisi arasında ufakda olsa problemler olduğu taktirde bunun çocuk üzerinde basit gibi görülen bir konunun çok daha büyük yaralar açabileceği de görülmüşdür.
Bu gün günlük annelerin muhakkak şekilde bu konuda eğitim görmüş olması gerekmektedir.
Belki yukarda yazılan konular biraz abartılmış gibi gelmekte ise ilerdeki zamanda bizlerin yaşayacağı toplumu belirlemektedir.
Bu gibi problemler kırsal çevrelerde çok daha az görülmesine rağmen "Şehir ortamı" içersinde tehlikeli boyutlara ulaştığı görülmüşdür.
Böyle durumlarda yapmamız gereken şey çok basitdir.Çocuğumuzu çok dikkatlı bir şekilde gelişimini gözlemek. Bilemediğimiz konumlarda yardım almak.Bazı yaşam şartlarımızı ona göre ayarlamak.
Bu durum ilerdeki yıllarda; okul , meslek, aile birleşimlerinde bazı bozukluklar bumeran olarak çocuklarımıza geri dönecektir.
Saygılarla.

Çarşamba, Ocak 09, 2008

TRANSPLANTASYON (BÖBREK NAKLİ) ...



Bu gün organ bekliyenlerin sayısı gittikçe çoğalmasına rağmen;bağışta bulunanların sayısı gittikçe azalmaktadır.
Organ bağışların da genç yaşlarda kazalar neticesinde beyin ölümleri ile organ bağışında bulunanlar, bu ihtiyacı karşılamakda okyonusda bir damla kadar kalıyor.
Bu gün yalnız genç yaşta hayatını kaybedenlerden alınan organlar kullanılmakta tip bu konuda ısrarcı olmaktadır.
Uzman doktorların gözden kaçırdığı bir noktada vericinin yaşı üzerinde yoğunlaşması.
Bu durumda da bir çok bağış bekliyen kişilerin makinalar sayesinde yaşamlarını idame etmesi veya hayatlarını kaybetmesi ile sonuçlanıyor.
Acaba vücudumuz yaşlanması sırasında bazı organlarımızın yaş sıralamaları nedir ?
Yapılan araştırmalar neticesinde 65 yaşında bir kişinin böbreği rahatsız olmadığı taktirde bir başka hastaya nakil edilmesinde hiç bir sakınca olmadığı görülmektedir.
Bir böbreğin 80 ile 110 sene çalıştığı ele alındığı taktirde.
Bir çok böbrek bekliyen orta yaşdaki insanların geri kalan yaşamlarında makinaya bağlanmakta veya hayatlarını kaybettiği, ne yazık ki acı bir gerçek olarak ortaya çıkmaktadır.
Berlin Charité enstütüsünün yapmış olduğu açıklamada.Dr.arkadaşlarının bu konuda aynı fikirde olmadıklarını yaşlı kişilerin bağışladıkları böbreklerin kullanılmayıp cöpe gittiğini söylemektedir.Daha çok organ nakillerinde genç organları tercih ettiklerini tesbit ettiklerini söylemektedir.
Bu durum karşısında bekleme süresinin arttığı yaşlı insanlarında böyle bir nakilde hiç şansları olmadığını söylemektedir.
Bu gün yaşlı insanlardan alınan böbrekler bazı ilaçların yardımı ile bir çok hayatı kurtarabileceğini söylemektedir."American Journal of Transplantation" 5 sene içersinde yapmış olduğu gözlemlerde yaşlı insanlardan alınan organlarda nakil yapılan kişilerin ömürlerinin normal yaşam sürelerinin 10-15 yıl daha fazla uzattığı tesbit edilmiştir.
Yapılan gözlemler neticesinde böyle durumlarda alınan organın bekletilmeden hemen naklının yapılması karşısında her hangi bir kompılaksyonla karşılaşılmadığı görülmüşdür.
Yaşadığım ülkede organ bağışı yönünde geri kalmış bir ülke.Bu gün böbrek bekliyen 9000 bin kişi kayıtlı olmasına karşın.2006 senesinden bu güne kadar 1256 kişiden bağış yolu ile organ naklinde bulunulmuş.Organ bekliyen kişilerden bekleme süresi içersinde her üç kişiden birinin hayatta olamadığı görülmüşdür.
Eğer bu durum karşısında yaşlı bağışçıların organları yaşları ilerlemiş hastalara yapıldığı taktirde bir çok hastanın hayatı kurtulabileceği acı bir gerçekdir.
Bu gün genç organ bağışında bulunan kişi 7 hayata can verdiği göz önüne alındığı taktirde.Yaşı 65 olan bir bağış adayı en az 3 kişiye hayat verebilmektedir.
Artık benden geçti kim ne yapsın bu organları demeyin..
Saygılarla.

Pazar, Ocak 06, 2008

GÜZEL BIR HAFTA SONU


Üç şey geri gelmez !
Konuşulmuş sözler, Yaşanmış hayat, Boşa harcanmış zaman...







crm ANDRE RIEU FAS...

Koruyucu Meleğim soruyor..

Benden istediğin ne ?

Benimse verebildiğim tek cevap...

"Kötülüklerden koru şu anda bu satırları okuyanları"

Saygılarla.

Cuma, Ocak 04, 2008

Bolero Andre Rieu



Çarşamba, Ocak 02, 2008

DÜN ve BUGÜN ....



Anılarımız neden siyah beyazdır ?
Merak etmişimdir ?
Yoksa bu günlerle karşılaştırmak istediğimiz zaman farkın simgesi olarak mı düşünürüz.
Annemin babamın ellerini tutarak yılbaşını Beyoğlu'nda hatırlamak bir başka yer almışdır anılarımda.
Şık giyimli insanlar, ışıl ışıl vitrinler, Taksim'deki renkli sular...
Hele hele o Japon magzasının vitrini seneler bile silememişdir siyah beyaz anılarımda.
Seneler birbirini kovalıyor.
Kolumda eşim mekan ise aynı.Vitrinler gene ışıl ışıl.
Gecenin çok geçmiş olmasına rağmen kolkola sevgililer,Taksim'den Tünel'e adımlıyorlar
şıklıkları ile süslüyorlar anıları.
Siyah beyaz...
2007'nin son gecesi Mekan aynı mekan siyah beyaz yerini renklere bırakıyor.
Arada tek fark !!!
Beyoğlu'nda yılbaşı gecesi kadınların taciz edildikleri !!!
Saygilar.

Salı, Ocak 01, 2008

PENCEREMDEN 2008


ERDIL