Çarşamba, Ekim 28, 2009

CUMHURIYET BAYRAMINI KUTLUYALIM.

Salı, Ekim 13, 2009

Nazende Sevdiğim Yadıma Düştü.

Pazartesi, Eylül 28, 2009

Denizlerin memelileri...



İzlanda bu senede, her ne kadar hayvan soylarını koruma derneklerinin karşı gelmesine rağmen, av sezonunu kapattı. 125 Fin Balinasi parçalanarak soğuk hava depolarında alıcalarını beklemektedir.

Denizlerin memeliler sınıfına giren Balina ve Yunusları ne kadar tanıyoruz ?
Onları son zamanlarda avlamanın yani sıra, eğlence olarak suni havuzlara koyup, animasyonun bir halkası yaptık. İki sene evvel bu konuda biraz olsun bilgi vermişdim. Bu havuzların devam edip etmemesi, bizlerin arz ve taleplerine kalmış.

Bu harika canlıları biraz tanımaya çalışalım. Paleontologların yaptıkları çalışmalarda balinaların atalarının, çiftleşmek ve doğum yapmak için karaya çıktıklarını, buldukları fosiller üzerindeki çalışmalar neticesinde tesbit etmişler. Pakistan civarında bulunan bu fosillerin 47,5 milyon yıllık olduğunu, DNA testleri ile tesbit etmişler.Bu günkü Su aygırları gibi, ufak dört ayakları olduğunu, her ne kadar yaşamlarını su içersinde geçirselerde bu ayaklar sayesinde karada da bu ihtiyaçlarını karşıladıklarını tesbit etmişler.

O zamanlar bebeğin ana karnından başının ilk önce geldiği, bunun tipik karada yaşıyan memelilerin doğum posizyonu olarak görüldüğüydü. Bu gün ise bu durum denizde olduğu için, kuyruğun ilk önce gelmesi şekilde değişime uğramıştır. Böylelikle su içinde boğulma olasılığı azalmaktadır.
Geçenlerde ilk defa doğumdan hemen sonra, anne balinanın yavrusunu su yüzeyine taşıyarak onun ilk nefesi alıncaya kadar, yüzeyde tuttuğunu fotoraflarla belgelemişler. 20 senelik bu çalışma ile bu harika canlıların yaşam tarzlarında bir parça daha kayıtlara geçmiştir.

İlk nefesden sonra bebek kuyruk ve yüzgeçlerini hareket ettirmeye başlar, tıpkı küvette yüzen oyuncaklara benzerler. Anne balina için bu aşamadan sonra zorlu günler onu beklemektedir.

Bunlardan en önemlisi ise en az bir ay uykusuz geçecek günlerdir. Hareket içinde olan yavrusunu her türlü tehlikelere karşı koruyabilmesi için bu zaman içersinde uykudan vazgeçecektir.
Bilindiği gibi uyku memeliler arasında en önemli yaşam tarzıdir.Ondan yoksunluk dengeleri bozar.
Yapılan gözlemlerde bebek Balina ve Yunuslarda, bu uykusuzluk gelişiminide, engellemediği görülmüştür. Bu durumu karada yaşıyan memeliler için söyliyemeyiz.

Böyle bir sürede insan bebeklerin dayanamıyacağı. Farelerde yapılan deneylerde de, üç hafta uykusuzluk onların ölümü ile sonuçlandığı görülmüşdür.

Araştırmacılar bu durumun tam tersi olan uykusuzluk, bebeklerin gelişiminde büyük bir rol aldığı kanısındadırlar.

Gelişmiş balina ve yunusların normalde, günde beş veya sekiz saat uykuya ihtiyaçları olduğu bilinmektedir. Ne yazık ki bebeklerinin ilk ayında bu mümkün değildir.

Bebeklerin uykusuzluklarını doğumun ilk haftalarından, altı aylık olana kadar sürdügü görülmüşdür. Bebeklerin devamlı hareket içinde olmasının bir nedeni de diğer yırtıcılara yem olmamasıdır. Hareket halinde olan bebeklere saldırmaya pek cesaret edemezler. Vücud ısısını ve deri yapısının gelişiminede katkıda bulunmaktadır. Her 3 veya 30 dakikada bir su yüzüne çıkıp nefes almalarıda gereklidir.

Araştırmacılar bu harika memelilerin ne kadar zaman, uykusuz kalabildikleri hakkında, sağlıklı bir bilgiye ulaşamamışlardır.Tek üretebildikleri teori bu memelilerin bu zaman içersinde fizikal ve beyinsel bir metod geliştirerek; uykusuzluğa karşı çare bulduklarıdır. Bir gün insan oğluda bu teoriye ulaşabilecekmidir.

Biraz olsun onlar hakkında yapılmış olan araştırmalardan bir şeyler aktarmaya çalıştım. Bu harika memelileri belgesellerden veya denizlerimizde, mavi sularda gemilerle yarışırken görelim. Emin olunki esaret alanlarında bizlerin bir anlık eylencesi olmadığı bir gerçektir.
Bunu önlemekde her halde bizlerin elinde.
Unutulmaması gereken bir şey ise doğada her canlı bizim bir parçamız değildir. Bizlerde onlar gibi bir parçayız dengeleri en az onlar kadar sağlıyabilirsek yaşam alanlarımız çok dahada elverişli olacaktır.
Saygılarla.




Çarşamba, Eylül 23, 2009

OTOMOBILDE DEVRIM GERCEGI.. II



Tüm umutlar Güney Amerika'daki tuz göllerine dayanmakta. İdeal yükseklikle, olumlu etkileşimi sağlamaktadır, güneş ısınları ve rüzgar sayesinde Şili'deki Salar de Atacama şu anda lityum çıkarma için en ideali görülmektedir. Dünyanın hıçbir yerinde, onun gibi salamuraya benzer,buharlaşma gücünü pompalıyarak lityum elde edilmeye en elverişli, tuz gölü.

Salar de Atacama gölünde, Şili madencilik şirketi Sociedad Quimica y Minera yavaş yavaş buharlaşmayı sağlıyan havuzlar yapmaktadır. Gittikçe burada çeşitli tuzlar oluşmaktadır.Geride kalan Zeytin renkli sıvıdan ise lityumun ham maddesine ulaşılmaktadır. Sıvı karayoluyla tankerlere yüklenerek fabrikalara götürülerek soda ile karışık toz haline getirilerek.Elde edilen lityum tuzu aynı zamanda lityum karbonat denilen bu hammade ilerki aşamalarda ana hammade olarak kullanılmaktadır.

Fransız Lityum analistlerin gözlemlerinde Atacama gölünden istenilen verimin alınması ile, yapılan çalışmalar ancak 45.000 ton olduğu, buda bu günkü dünya üretiminin yarısına cevap verebilmektedir.

Tuz Gölü'nün güney kıyısında lityum en güçlü olarak yoğunlaşmıştır, daha verimli ham madde elde edilebilmesi için, yeni kuyular açılarak pompalanması ve Salar de Atacama'nin diğer alanlarınada boru hatları gerektirir, Şili lityumda toplam arz; sadece bir milyon ton olarak uzmanlar tarafından tespit edilmektedir.Büyük çapta bir yatırımla lityumun maliyeti yüksek olacaktır, aynı zamanda bu "Tuz Gölünün kitlesel imhası"demektir. Fransız uzmanları raporlarında karamsarlıkla noktalamaktadırlar.

Işin en dramatik tarafı ise bu doğa harikası güzel tuz gölü Salar de Uyuni'de ön görülen lityum kazanımı bile ciddi olarak başlamamıştır. Bolivya devlet madencilik şirketi COMİBOL sadece Rio Grande köyü yakınlarında bir pilot tesisin alt yapısını kurmaktadır. Marcelo Castro, bu çalışmayı yönetecek kişi, gerçekleri söyle açıklamaktadır:

Bolivya'nın ana sorunlarını göz önüne alacak olursak doğru dürüst içme suyu ve elektriğin olmadığı iletişim yönünden internet,telefon hatta teleks den bile yoksun olduğu düşünülecek olursa! Ulaşım yollarının bir felaket olması yatırım yapacak kişileri düşündürmektedir.
Devlet başkanı Evo Morales geçen yıl Mart ayında pilot tesis kurma talimatını verdi. Kısa süre sonra, vakıflar ve bir de bu işlerle ilgili Genel Müdürlük kuruldu.

Işçiler sadece bazı binalar ve yerleşik bir test havuzu oluşturdu. İstenen ham maddeyi elde etmek kolay olmayacak. Göl Salar de Uyuni için de magnezyum tuzları, hangi lityumla kontamine olabilir, nasıl bir yüksek bir oran içerir ?

Daha sonra pil işlemek için ancak yüzde 99,95 bir saflık gerektirmektedir.

Lityum endüstürüde ilerlemiş ülkelerde üretilebilirmi ?

Lityum tuz endüstriyel üretim içın , kilometrelerce havuzlara ihtiyacı vardır. Bu arada hesaplanması gereken, bir de yaz yağmurları ki, havuzlara yağması ile içerdeki oluşumun yoğunluğunu inceltmektedir.Atacama Çölünde ise bu sorun yoktur.

Bolivya Lityum ile sorunlarını da Alman uzmanlardan oluşan bir ekip ile bir araya gelerek cözmeye çalışmaktadır - sorunun neredeyse komik görünümlü doğa ile bağdaştırarak. Gölü havuzlar yapılarak buharlaştırma yerine koni biçiminde şekillenen tuz dağlarını iskeleler yapılarak bunların plastik örtülerle kapatılarak koni tuzlu su ile örtülmelidir. Elde edilen Kaya tuzu , potasyum ve magnezyum tuzu. Lityum Antofagasta olduğu gibi, lityum tuzuna dönüştürülmüş olur.

Fikirin babası Wolfgang Voigt Teknik Üniversitesi Freiberg Dresden, Bolivya eski Doğu Almanya devrinde birlikde çalışmalarda bulunmuşlardı.


Wolfgang Voigt Gölü bütün olarak düşünüyor yapılacak çalışmaların ilerde gelecek taleplerin gittikçe aratabileceğini bunun içinde bu çalışmaların yapılabilmesi için çiftliklerin kurulmasi gerekliliğini söylemektedir.Bolivya bu sistemle yapılan testlerde bu gün olumlu neticeler aldıklarını söylemektedirler.Şu anda kullanılan gereçlerde jüte çuvalları ve lama derilerinden faydanılmakda natürel bu çalışmaya enerji kazanımında da solar aynaların kullanabileceklerini söylemektedirler.

Koni yöntemi büyük bir avantaj olduğunu . Gölün " tam güneş ışığı içinde, aynı zamanda daha hızlı buharlaştiğini," lityüm-avcıları Voigt diyor. "Büyük tanklarda bu işlevin yarısı bir yıl sürer" diyor.

Evo Morales hükümeti dağlık lityum hazinesi konusunda düşük profil göstermektedir. Cumhurbaşkanı yabancı şirketler değil özel promosyon haklarına izin istiyor ama muhtemelen yeni Anayasada öngörülen yerli nüfus için. Aralık ayı başında Morales bir sonraki cumhurbaşkanlığı şeçimlerinde şeçim kampanyasında lityum büyük bir sorun olacaktır

Dünyanın Lityuma her zamankinden daha fazla ihtiyaçi var. Zaman, baskı yapıyor. Paradoksal, Freiberg koni sistemi lityum boşluğuna çare olabilir. "Biz" eminiz " Wolfgang Voigt, " diyor.
Bu çalışmalar icin ülkelerin iç politikalarının sağlam bir zeminde olması gerektiriyor.

Bu gün olmasa bile bir gün Petrol ülkelerinin yerini bu ülkeler alacakdir.

Temiz bir klima için bir çok yönde yeni enerji sistemleri gereklidir.

Şu anda bizler buzul dağlarının erimesini gözlemliyoruz.Bu erimenin yavaş olması ile seviniyoruz.

Bu erimenin alttaki hızı hakkında tam bir bilgiye sahip değiliz.Uzmanlar bu konuda tam açıklama

yapmaktan çekiniyorlar.

Saygılarla.














Cumartesi, Eylül 19, 2009

OTOMOBILDE DEVRIM GERCEGI... I


Otomobil üreticileri bügünlerde hayallerini gerçekleştirmek için birbirleri ile yarışıyorlar.Geleceğin arabası Elektrikli Otomobil-Hybrid.

Fuarlarda geleceğin arabalarını görmek mümkün. Ülke politikacılarınında desteklediği bu yeni evrimsel buluşun adı Hybrid-Otomobiller.Bu günkü araçlarımıza elektrik sağlıyan akülerin yerinide bu Hybrid arabalarında Lithium pilleri alıcak.Onları, kullandığımız bilgisayarlarımızdan, diğer elektronik cihazlarımızdan biraz olsun tanıyoruz. Cep telefonlarımız, mp3' lar gibi .
Bolivyanın güneybatısında bulunan tuz gölü, o ülkenin yaşam ritmini sağlamaktadır. Milyarlarca ton, bu tuz dağlarının bir zamanların Volkan kalıntıları olduğu söylenmektedir. Onun adı Salar de Uyuni.


10.000 Kilometre karelik bir alana sahip olan Salar Uyuni dünyada yer alan en büyük tuz göllerinden biridir. Burası Ayın yüzünü andıran benzerliği ile arazi arabalarının gezi alanı olup turistlere bin yıllık kaktüslerini , Flamingosları sunmaktadır.

Deniz seviyesinden 3650 metre yükseklikdeki bu tuz dağları.Kazma küreklerle ufak parçalara ayrılıp güneş de kurutulduktan sonra kamyon ve pikaplara yüklenerek bozuk tozlu yollardan Uyumi şehrine getirilmektedir.
Buraya kadar biraz olsun bu tuz gölünü tanımaya çalıştık. Bu gün gelişmiş ülkelerden Almanya, Amerika, Japonya gibi ülkelerin eğer ilerde Hybrid-Otomobillerinde kullanacakları Lithium pillerinin ham maddesini ancak bu tuz gölünden alabileceklerdir.

Amerikalı Jeologlar yapmış oldukları araştırmalarda. 5,4 Milyon ton ham madde olduğunu saptamışlar.Bu arada aktiv volkan Tunupa da yavaş olmakla beraber bu ham maddeyi üretmektedir.

İkinci büyük reserve komşu ülke Chili'de Atacama cölünde Salar tuz gölünde.3 Milyon ton lithium üretebilmektedir.Arjantinde bulunan Salar del Hombre Muerto tuz gölündende lithium kazanabilecektir.


Ücüncü büyük reserve ise Zhabuyse tuz gölü 1,1 Milyon tonla Tibette bulunmaktadır.

Milyarlarca doların investe edileceği Elektrikli otomobillerin can damarı olan Lithiumun yeterli olup olmıyacağıdir.Bu günkü tesbit edilen reserveler istenilene cevap vermemektedir.


Bu gün lithium pilleri senede 93.000 ton olarak elektronik cihazlarda kullanılmaktadır.2015 yılına kadar bu miktarın 30.000 ton daha artıcağıdır. Bu rakkamları Hybrid-Otomobillere göre hesaplamaya kalkarsak bu da ancak 1,5 Milyon Otomobile denk gelmektedir.

İleride uçak sanayide Boeing ve Airbus motorlarının çalışımında Lithium pilinden faydalanmayı planlamaktadır.

Lithium hayatımızda büyük bir yeri olan Petrolün yerini alabilecekmi sorusunu sorabilirmiyiz. Reserveler yeterli olmamasına rağmen evrimsel değişiklik olabilecekmi ?

Ne gibi teknik desteklerle bu atılımın gerçekleşmesi olabilir.

Bölüm II.de inceleyelim.

Saygılarla.

Hayırlı Bayramlar dileği ile.

Cuma, Eylül 18, 2009

MEME


Memenin gizemi

Memeliler arasında kadın biyolojik olarak tek fenomen. Dolgunluğunu emzirme işlevini görmediği
anda bile muhafaza edebilmekde. Bu gün primatlarında. emzirme periyodu sırasında kısmen dolgunluğa sahip olmasına rağmen bu sürenin bitiminde o dolgunluğu kaybediyorlar.


Kadının kültürel saygı içersinde mükemmel bir nedenle, evrimsel biyoloji kadınların göğüslerinin
yaşamları boyunca belleklerinde özel bir yeri aldığı görülmektedir. Bebekler onu sevmektedir. Erkeklerde sevmektedir. Bu sevginin ölcüsü aynı zamanda kadınların kendilerinde de görülmektedir. Onun görünümü bir plaket üzerinde dekolte çizgilerle belirtildiği zaman, tutucu
politikacıları bile varlığının nedenini unutturup başka mecralara sokabiliyor.

Evrimsel biyoloji zaten meme varlığınin birçok nedeni üzerinde çalışmalarını açıklamaktadır. Memenin gelişiminin temel nedenini, antropologlar THERAPSİDLERİN ARA FORMUN da söyle açıklıyorlar: Dört ayak üzerinde inşa edilmiştir; bacaklarının arasında vajına kayboldu - ve bu nedenle görünümü çekiciliğini kaybetti. Bunun yerine, vücudun başka bir fonksiyonu yürüten kadının göğüsü erotik bir poster olarak yerini aldı. Meme vücudun ön, popo ise simetrik olarak arka yönünde yer aldı. Amerikan evrimci Desmond Morris tarafından iddia ediliyor.
Bazı vücut parçaları tamamen farklı bir yere kote olan hayvan ve diğer canlılar olduğunu. Zoologlar söyle açıklamaktadır.
Aldatma ve kamuflaj kategorisi altında özel bir durum olarak. Kelebekler , pervane ve bazı balıklarda . Vücudlarının herhangi bir noktasında parlak gözleri - ama görmek için değil, kendilerini yırtıcıları şaşırtmak ve kaçmak için birkaç saniye ekstra zaman kazanmak için taşırlar.

Göğüsler mesaj gönderirler:

Kadınlar göğüsleri ile mesaj verdiklerini, bunun arkasında seksüel bir iletişim olduğunu evrimsel biolog Morris söylemektedir.Bunuda ancak olgun kıvrımlara, sahip gögüsleri olması ile eşleştiriyor.Pirimatlarda ise dişi bunu ancak arka bölümü ile gerçekleştirebiliyor.Kadınlarda arka bölümdeki kıvrımlarıda, karşı karşıya durulsa dahi sinyal göndermelerini göğüşlerin olgunluğu ile bağdaştırmaktadırlar. Kadınlık ve cinsiyet doğanın bu nedenle meme büyüyebilir şeçkin bir özelliği olarak yerini aldı.

Memenin sadece seks iletişimi için varlığını düşünmek yanlış olur. Anne niteliklerinin amiral gemisi olduğunuda gösterir; "Büyük göğüsleri olan bir kadınin bebeği hıçbir açlık tehditi altında olmadığı görüşüde yanlışdır," gerçekler süt olup olmadığıdır. Evrimci Jared, Diamond adlı kitabında :

Biyolojik olarak bazı teoriler sağlıklı değildir. Bu gün doğum yapmış olan annenin bebeğini emzirme duyguları onun büyük veya kücük, sarkık gögüşlere sahip olmasına veya meme uçlarının olup veya olmamasını dikkate almaz. Onun için geçerli olan süt taşımasıdır.Bu gün yapılan araştırmalarda büyük gögüslerin emzirme işlevinde kücük göğüslere göre daha da bebekler için tehlikeli olduğu görülmüşdür.Emzirme anında dikkat edilmesi gereken nokta
bebeğin nefes almasını sağlamakdir.Emme anında onun nefes almadığını göz önüne getirilmesi lazımdır.

Antropolog Gillian Bentley University College of London. Ağırlıklı olarak erkek bilim adamları kadın cinsiyeti üzerinde en çarpıcı özelliklere olan ilgiyi kaybetti; "Bir neden göğüsün , bir cinsel nesne olarak ele alımıydı," calismalarda çok boşluklar ortaya cıkdı, gerçek fonksiyonu hakkında bilgimizi New Scientist ile bilim adamı. Çok erotik fantezileri kaynağı memeler bir cok kültürlerde daha başka görülmekteydi. "Pek çok kültürde olduğu gibi meme örtülü değildi. Ona karsi büyülenme bilimdışı oldu."

Yuvarlak meme boğulmalari önler:
Memelerin dolgunluğu, kıvrımların yarım bir daire içinde olması bebeklerin boğulmalarını önlemektedir. Bu gün piramatlarda memelerin düz olması bir tehlike teşkil etmemektedir.Diğer canlılarda çene yapısı bu tehlikeyi önlemektedir. Bu durum canlılar arasında tek insanlarda değişmektedir. Onun içindirki bir tek kadınlar böyle bir memeye sahipdirler.


Neden erkek cinsiyet büyük göğüslere bakarak hayran olurlar? Cinsel içgüdüsü ile ilgili olmadığını, Amerikalı bilim adamı Robert T. Francoeur Fairleigh Dickinson Üniversity of New Jersey, diyor. "Büyük göğüsler kadınlık hormonu östrojen nispeten yüksek miktarda ve testosteron oldukça düşük seviyelerde gösterir," dedi, "Ancak, testosteron aynı zamanda kadınların arzusunu arttıran hormon olduğunu söyledi. Buna göre, erkekler küçük göğüslere karşıda heyecan duymaları gerekir. "

Yaşadığım ülkede, küçük göğüsler artık istatistiksel olarak daha popüler: Geçen yıl meme cerrahisi operasyonlarının 35.000 - 40.000, fazlası kücültme olduğu görülmüşdü. Dermatologlar, psikologlar , ortopedik cerrahlar büyük göğüslerin tıbbi belirtileri: Sütyen içinde
taşınan bu ağırlık, sırt boyun ve ruhsal bozukluklara neden olduğuda görülmektedir.

Meme kadının bir aksesuarı değildir. Onun kadına öz güzelliği aynı zamanda daha cözülmesi gereken gizemleri taşıyan bir simgesidir.

Saygılarla.

Salı, Eylül 15, 2009

SİDİK ...


Domatesin sevdiği gübre ?


Fin'li araştırmacılar doğal yeni bir gübre keşfettiler; bu gübreyi, kullanılan kimyevi gübreye alternatif olarak görmektedirler.Belki duyduğunuz zaman biraz garip gelecek ama o gübrenin adı: Sidik , yanlış duymadınız.

Yapılan çalışmalar neticesinde sidikle gübrelenen Domatezlerin verimi dörde katladığı tesbit edilmişdir.Böylelikle natürel bir metodla pahalı kimyevi gübrenin yerini alacağı kanaatindeler.Aynı zamanda toprağın PH "asit" değerinin yüksek olmasınıda önlemektedir.
Finli araştırmacı Sürendra Pradhan Üniversite Kuopio. „Magazin Agrıcultural and Food Chemistry“. Yapılan çalışmaları bu şekilde açıklıyor..

Sidiğin odun külü ile karıştırıldığı taktirde toprağın zenginleşmesine aynı zamanda da asit miktarının dengelenmesini sağlamaktadır .Bu yolla gübrelenme ile diğer kimyevi gübre verilen Domatezler arasında bir farkın olmadığı görülmüştür.Domates de bulunan Antioxidan Leukopin ve Beta-Carotin miktarında her hangi bir değişikliğe uğramadığıda tesbit edilmişdir.

Yirmi ayrı çeşit Domatez de yapılan lezzet testinde her hangi bir değişiklik görülmemiştir.Sidik ve odun külü ile gübrelenmiş bu ürünlerde bakteriyede rastlanmamıştır.
Gübrelemenin yapılması sırasında dikkat edilecek konum.Direk ürünün üzerine değil bitkinin çevresine yapılması gerektiğidir; böylelikle temasla ortaya çıkacak amonyak yanımının önlenebileceğidir.Bu çalışma ile ürünlerdeki kimyevi minarelleri ortadan kaldırmaktadır.Sidik odun külü yapılan gübreleme ile organik ürün almanın yanında atık sularda önemli bir katkıda bulunmasıda bir başka kazanç olarak görülmektedir.

Sidik içinde Azot, Fosfor ve Potasyum taşımaktadır.Çalışmalar bu gübreleme metodunda Salatalık, Mısır, Lahana ve diğer yeşillik salatalarda istenilen verileri organik olarak alabilmişlerdir.Odun külünde de Fosfor Potasyum Kalsıum ve Magneziumla gerekli ihtiyacı karşılamaktadır.
Şimdiye kadar neden böyle bir uygulama yapılmamıştır diye soracak olursanız. Bunun tek cevabı:
Sidik ve Odun külü ile bir gübrenin hazırlanıp bitkiler üzerinde ciddi bir şekilde çalışmanın yapılmamış olduğudur.
Kimyevi gübrelere karşı organik tarımsal çalışmalar, bundan sonrada bir çok alternatifler yaratacağı kanısımdayım.

Saygılarla

Cumartesi, Ağustos 01, 2009

HAZIRMIYIZ !!??


Sağlık Bakanlığı Domuz Gribine karşı aşının Eylül, Ekim aylarına kadar yetiştirileceğini.
10 Milyon aşının getirtilerek; 65 yaşı üstü, çocuklar, kronik hastalar öncelikli olmak üzere
yapılacağını söylemekde.

Amerika'da çalışmalar hızlandırılmış 160 Milyon kişiye ilk etepda aşının yapılacağını söylenmekde.

Almanya ise 22,5 Milyon kişiye Eylül ayında aşının yapılacağını bu rakkamlarıda her üç kişiden bir kişinin bu gribe yakalanma olanağından çıkarak açıklamaktadırlar.
Bütün bu çalışmalar bu günkü duruma göre yapılıyor.Mikrobun değişim yönüne gitmesi her şeyin sil baştana götürebileceğini akıllarına getirmek bile istenmiyorlar.
Yalnız bununla da kalmayıp; her yüz kişiden bir kişinin aşının yan tesirlerine maruz kalacağı, bunlarında her ilaçlarda olası yan tesirler olabileceğini söylemektedirler.

Anlıyacağınız tam bir açıklama yok.
10 Milyon aşılanmış kişi üzerinde matematik olarak 100 bin kişi.
Bu duruma ne kadar hazırız.
Hazirmiyiz !!!
O da ayrı bir mesele.
Bunun birde maddi yönünü düşünecek olursak ...
Ulus olarak alışa gelmiş geleneklerimizide hesaba katarsak; işimiz biraz zor.
Bir şeyden çok emin olarak söyliyebilirim. Eğer o varsayımlar gerçek olursa.
İktidar, muhalefet kavgaları, gazeteler de büyük puntolarla manşetler. Tv.lerde Domuz Gribi
uzmanları boy göstereceği.Dini kesimden fetvalar.
Bana soracak olursanız, şimdiden ne gibi bireysel olarak tedbir alabilmemiz yönünden bilgi sahibi
olmaya çalışmak; bilgilerimizide çevremizle paylaşmak olabilir.
Yoksa yukardaki resim gibi.
Yumurta .......!!!!
Saygılarla.

CİZGİLER...


Son iki ayın bilançosu. Korkunç.

Saygılarla.

Çarşamba, Temmuz 29, 2009

KARPUZ ve VIYAGRA.




Yaz aylarının vazgeçilmez meyvesi olarak tanırız Karpuzu. Her ne kadar diğer meyvelerle kıyasladığımız zaman onu sadece sulu, tatlı, serinletici olarak tanımlarız.

Son zamanlarda bir çok meyveler Potenz artı Viagra ile özleşdirilmektedir.

Karpuz da bunlardan bir tanesi diyebilirmiyiz ?

İçindeki Zitrulin maddesi damarların genişlemesine ve kan dolaşımın düzenli olarak çalışmasını

sağlamaktadır.Bu da erkeklerde Potenz artımına yol açmaktadır.

Eğer bu meyveyi sadece serinletici olarak görürsek çok yanılmış oluruz.İçindeki su miktarının

fazla olması aynı zamanda natriumun az miktarda bulunması vücudumuzdaki fazla tuzun atılmasına, böbreklerimizin, kanımızın temizlenmesine, hazmın kolaylaşmasına neden olmaktadır.Kırmızı renkli Lycopin sayesinde Kan Dolaşamını ve Kansere karşıda koruma kalkanı oluşturmaktadır.

Ufak karpuzlarda çeşitli vitaminlere rastlanmaktadır. Oöğen cinsi karpuzlarda; Kalsıum, Demir,

Natrium, Vitamin A ve C ye rastlanmaktadır. Charentis cinslerinde ise vitamin A miktarının çokluğu sayesinde kan yuvarlaklarının oluşumuna fayda sağlamaktadırlar. Portakal renkli karpuzlarda Beta - Carotin maddesinin fazla miktarda olması nedeni ile bizleri zararlı UV

ısınlarına karşı korumaktadır. Hücrelerimizin çabuk yaşlanmasını önlemektedir.

Dikkat edilecek konum ise abartılı şekilde yenmemesi tavsiye edilir; mide ve barsaklarımız
yönünden.

Son olarak karpuzu viagra ile bağdaştıracaksanız o zaman yukardaki belirtiğimiz Zitrulin maddesini ancak bu meyvenin kırmızı tatlı tarafında değilde kırmızı ile Yeşil kabuk arasındaki beyaz kısmını da yemekle ulaşabilirsiniz.

Saygılarla.


Cumartesi, Temmuz 25, 2009

İZİNSİZ GÖSTERİ...


Gazeteler Polis'in, izinsiz gösteri yapan gençlere orantisiz güç kullandığını yazıyor. Yorumlara
baktığım zaman, çoğu siyasi görüş veya böyle bir gösteri yapılacaksa izin alsınlarda; dayak yemesinler deniyor.
Aklıma seneler önce yaşadığım ülkede buna benzer bir olay geldi.O zamanın hükümeti okul kitaplarının bundan böyle paralı olacağına karar vermişdi.
Ailelerin yaşam şartları göz önüne alacak olursak, bu durumu karşılayacak durumda idiler.
Öğrenciler ise; eğitimin sosyal bir ülkede devletin görevi olduğu kanısında oldukları için ayaklandılar.
İlk tepkiyi sınıflara girmemekle gösterdiler.İkinci etap ise el kağıtları basarak sokaklara döküldüler.
Gösteri yapmak için izin alma ihtiyacı duymadılar.20-25 li gruplara ayrılarak.Trafiğin en yoğun
oldukları yerde yolları kapattılar.
Kanunlarda izinsiz gösterinin yapılamayacağı burada da aynen geçerliydi.
O günlerde başımdan geçen bir anımı aktarmak istiyorum.
Lamba kırmızıdan yeşile döndüğü halde hareket edemedik.Nedeni ise 10 kadar genç yolun ortasına oturarak, yolu bloke ettiler.10- 15 gençse ellerindeki broşürleri arabalara dağıtıyor ve
bu duruma maruz bıraktıkları için bizlerden özür diliyorlardı.
Tam o sırada ellerinde coplu, kalkanlı Polisler belirdi.Elinde megafonu olan bir amir gençlere
yaptıklarının kanuna aykırı olduğunu ikaz ederek eğer 15 dakika içinde dağılmadıkları taktirde
müdahale edeceklerini bildirdi.
Sürücüler bundan sonrasını merakla izlemeye başladılar.Tam 15 dakika dolmak üzereydi ki
grup hemen Trafiği açarak yaptıkları izinsiz gösteriye son vererek okullarına doğru dağıldılar.
Polis görevini yerine getirmiş.Öğrencilerde kanuna uymuşlardı.
Bu kadar basit...
Esasında öğrencilerden, ayrı bir grup bizleri bir kaç yüz metre sonra tekrar durdurdular.Bu başka bir grupdu.Aynı şeyler tekrar etti Polis dağılmalarını istedi, onlarda dağıldılar.Bu Polis'le öğrencinin karşı karşıya gelmesi iki gün sürdü.
Her iki tarfda kanunların gösterdiği çizgiyi aşmadılar.Neticede öğrenciler çıkan bu kanunun geri
çekilmesini sağladılar.Polis yönünden bakacak olursak onlarda memnundu çocuklarını coplamak
zorunda kalmadılar.Onlarında çocukları kimbilir hangi grubun içindeydi.
Demokrasi böyle bir şey olsa gerek her iki taraf da yaptıkları şeyleri kanunların gösterdiği çerçeve içersinde yaptıkları müddetce.
Saygılarla.

Cumartesi, Temmuz 18, 2009

AYNA, AYNA !!!

Salı, Temmuz 07, 2009

GÜLÜP GECMEYIN !!??



Sene 2009 Cumhuriyet kurulduktan bu yana 80 küsür yıl geçmiş. Teknoloji; kuruluş yıllarında hayal bile edemiyecek kadar ilerlemiş. Bu yeniliklerden faydalanan kişi olarak, bir gazetenin
internet sayfasında okuduğum bir haberi paylaşmak istedim.

Çok yönlü yorumlıyabilirsiniz.

"Yuh " bir bebekle tahrik olanlarda varmış !
"Hadi ya" çocuk yaşda oynadıkları bebeklerle ileri dönük yatırım bunlar diyebiliriz !
"Ha ha " gülerim bu habere kim inanır böyle sözlere...

Tarikatın önemli isimlerinden ’Cüppeli A. Hoca’ lakaplı A. Ü, bir fetvayla cemaatinin ’İslami oyuncak bebek’ standardını belirledi. Ünlü oyuncak bebeklerle ilgili şunları söylüyor: "Öyle bebekler yapıyorlar ki, saçlarını tarıyorlar, uzun bacaklı falan, bunlara izin verilmiyor. Çünkü normal insanı tahrik edecek gibi. Tıpatıp bebekler, tıpa tıp benzetim var, sanki resim gibi, üstelik çıplak gibi."

A. Ü’nün resmi internet sitesinde yayımladığı fetvasındaki diğer detaylar da şöyle:

Fotoğraf caiz heykel haram

Vesikalıklar ve boy resmi de olsa caizdir. Çünkü gölgeyi hapsetme, durdurma kabilindendir. Ancak haram olan kısmı; duvara asarsan, oraya doğru namaz kılarsan, penyelere basarsan haramdır. Kesinlikle haram olan kısım, heykel kısmıdır. Yani gölgesi olan suretler haramdır. Ama bir manzara kabartmış; bunda bir sorun yok. Gölgesi olması haram etmez. Ancak hayvanların da heykelleri haramdır. Canlı şekli verdin, ama can veremedin. Canı çıktı Japonya’nın robot yapana kadar. Ufacık bir robot yaptı, o da buradan buraya yürüyemiyor.

1920' li yıllar Cumhuriyet kuruluyor. O yıllarda konuşulan yazılanlar ise :

Cumhuriyet fikir serbestliği taraftarıdır. Samimi ve meşru olmak şartıyla her fikre saygı duyarız.
Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla hiç ilgisi olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler çağdaş olmayı kâfir olmak sayıyorlar. Asıl küfür onların bu zannıdır. Bu yanlış tefsiri yapanların maksadı İslâmların kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil, dimağladır.
Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.

Son paragrafdaki sözlerin kime ait olduğunu biliyormusunuz ?
O zaman mesele yok.
Hatırlayamadıksa.
O, o...
Gülüp Geçmeyin !!??

Sayg
ılarla.

Pazartesi, Haziran 22, 2009

Zeka Yaşı...


Olay : Cinsel taciz.


Cözüm : Devlet koruması

Soru : "Adli Tıp Kurumu'nda psikiyatrın"
Sen hakim olsan ne karar verirsin?

Cevap : 6-7, hatta 8 sene hapis cezası veririm.


Gözlem : Zaman zaman sessizce ağladığı, tırnaklarını yediği...


Tespit : Takvim yaşı 14, zeka yaşı 10 yaş 4 ay. Depresyon belirtileri mevcut. Ailesinden ayrılmış olmaktan dolayı üzgün. Aile büütnlüğünün olmamasından kendini sorumlu tutuyor. Eve dönmeyi çok istediği için çelişkili ifadeler veriyor. Kabus görüyor. Ağlama nöbetleri yaşıyor. Okula karşı isteksiz ve konsantrasyon sorunu yaşıyor.''


Soru : Seni neden gönderdiler, ne bilmek istiyorlar?

Cevap: Bilmem. Yaşadıklarım için. Elini omzuma attı, göğsümü elledi.

Soru : Yanlışlıkla olabilir mi ?

Cevap: Hayır. Elini attım, kalktım. Lavaboya gittim.

Soru : Söyleme' dedi mi ?

Cevap: Hayır! Bunları anlatmaktan çok sıkıldım, çok ifade ettim.

Soru : Sıkıldım ne demek ?

- "Bu kadar yeter".

Soru : Bu olayla ilgili ne değişti ?

Cevap: Ailemi kaybettim. Başka bir şey değişmedi.

Sadece aylardır süre gelen bir olayın isimlere değinilmeden medayaya yansıyan kırıntıları.

1 + 1 = 3 yakaladık.

Geçen sene 90 yaşındaki nineye yapılan cinsel taciz geldi aklıma.

Yaşıyormu öldümü bilmem.

Devlet koruması altına alındımı onuda bilmiyorum.

Zeka yaşı hakkında ise hiç bilgim yok.

- Suçlu ceza alsa ne yazar.

- Zeka yaşı hakkında bilgi sahibide değilim.

İstediğim tek şey 20 sene sonra arşivlerde yer alacak bu olayı okuyupda.

Yaşadıklarının yorumunu yaparken !

Kendisine cinsel tacizde bulunan kişi; suçlular arasında hangi sırayı alacak?

Canımız üzüm yemek istedi.

Gidelim bağcıyı dövmeye.

Saygılar.

Cumartesi, Haziran 20, 2009

KESKE COCUK OLSAYDIK...


Yarin babalar günü.
Bu pazar çocuklar bir başka uyanırlar, bir başka sarılırlar babalarına.
Onlarsa o an çok gerilere giderler, çocukluklarına, gözlerinin önünde yaşatırlar kendi babalarını.
Hayatta ise; aynı özlemle yanında olmak, çocukluklarına dönmek isterler.
Bugün bende aynı şeyleri hissediyorum...
Küçük bir çocuk olmak, babama sarılıp koklamak.
Yaşam döngüsü, o küçük çocuk da, torunun da yaşar bu günü.
Sonra gözleri dolar, yaşlar süzülür, kendi için değildir.
O göz yaşları doya doya bu günleri yaşıyamayan çocuklar içindir.
O burukluğu, o yokluğu çok iyi bilir, söyleyemez.
O gün gözlerinin önüne getirir yaşamın daha başında olan şehit çocuklarını.
Kaderin cilvesi kapısını çalmış talihsiz, bi haber çocukları.
Esasında sıradan bir gündür bugün.
Her çocuk yaşı kaç olursa olsun hep arar babasını, ister beş yaşında olsun, isterse yetmişbeş.
Sevgilerle.
Andıkça
Ne zaman seni düşünsem içim ürperir,
Seninle gecen her saat, her gün gelir aklıma.
Bir akşam vakti gelir bir deniz kıyısı gelir,
O eşsiz hatıralar bütün gelir aklıma.

Ümit Yaşar Oğuzcan

Cuma, Haziran 12, 2009

GÜLEN GÖZLER.





Saliha Kaya'yi tanıyormusunuz ?
Ben tanımam, sizinde tanıdığınızı tahmin etmiyorum.
Onu tanımak o kadar da önemli değil.
Binlerin, yüzbinlerin içersinde sıkışıp kalmış biri.
Her sene olduğu gibi bu senede bir eğitim yılını noktaladık; bu sefer istatisliklere 2008 - 2009
dönemi diye geçti.
Eğitmende, eğitilende uzun maratonu göğüslediler. Yüzlerde sevinç, ellerde ise o yılın semeresini
gösteren belgeler vardı.
O belgeyi verende, alanda gururluydu.
Gazeteler, tv.ler bile haber yapmışdı.
Sayın M.E.Bakanımız bile bu günün ehemiyetinin bilinci ile çocuklarımızın arasındaydı.
Bir ara haber spikerin havanın sıcak olması nedeniyle Bakanın konuşmasını kısa tuttuğunu
bile haber yapıyordu.
Eh çocuklar tatili hak ettiniz.
Onlarla aynı mücadeleyi veren öğretmenlerimizde.

Yere düşmüş demir parayı yerden kaldırırken onu da kafamdan geçen düşüncelerle pekiştirmek
istedim.
Bir tarafına yazı diğer tarfına tura demişiz.
Bir yüzü değeri, diğer yüzü ise onu simgeliyor.

Aklıma Sayın Bakanım geldi. Haberlerde katıldığı töreni seyrederken, komutanı olduğu eğitim ordusundan Mustafa Çolak'i nasıl değerlendirmişdi ?
Siz onuda tanımıyorsunuz muhakkak, bende tanımıyorum.Işin gerçeğini söylemem gerekirse Sayın Bakanımız da tanımıyor.
Kim mi ?
Anadolu'nun bir köşesinde eğitmen, yani binlerin arasında sıkışmış biri.
O da diğer arkadaşları gibi görevini tamamlamın gururu ile bir eğitim dönemini noktalıyor.
Belki son gün orada biraz farklı.
Olsun !
Karnelerin dağıtımı sadece okul bahçesi ile sınırlanmıyor.
Orada eğitim sınırları biraz farklı.
Gerçekler, parçalara dağılmış. Tarlalarda bunlardan biri.
Mustafa Çolak o son günün devamı olacak bu alanda noktalamaya çalışıyor.
Konuşmasını kısa kesmek diye bir problemide yok.
Cünkü hiç konuşmuyor.
Güneş aynı güneş.

Mustafa Çolak'in gözleri gülüyor.
Yalnız onunmu ?
Saliha Kaya'nında.
Çapasını bir kenara bırakarak okulunun birincisi olmanın sevinci ile torunu ile aynı işi paylaşan dedesine doğru koşuyor.
Gülen gözler.
Saygılarla.

Cumartesi, Mayıs 09, 2009

ANNE OLMAK ...


Bu sayfalara yazıcaklarım 19 senelik hayatımın en tatlı en acı günleri. Kanıyan kalbimin çektiği ızdırabı; anne duygusunun ne olduğunu yazıyorum.
27.01.1967 Cuma, eşim yemeğe geldi.Saat 12.30 gösterdiği zaman bir karın ağrısı beni kıvrandırmaya başlamışdi.Eşimde yemeğini yiyip gitmişdi.Ağrılarım ise gittikçe artmiş tahammül edilemez olmuşdu.Durmadan anneciğim diye haykırıyordum.İki halam başımda çaresiz bana yardımcı olabilmek için çırpınıyorlardı.Kolonya döküyorlar büyük halam ise ağlıyordu.Kayinım hemen eşime telefonla durumu bildirdi.Aradan kısa bir zaman geçmişdi ki eşim yanımdaydı .
Hemen hastaneye telefon edip cankurtaran istedi yokmuş.Bir taksi çağırıp hastaneye doğruyola çıktık.
Hastaneye vardıktan 15 dakika sonra çok tatlı bir oğlum oldu.7 ayını bile beklemeden dünyaya gelmişdi.Hemen onu oksijen çadırına aldılar.Benide başka bir odaya.Allah ikimizide bağışlamış doğum hem ters, hemde erken olmuşdu.Böyle durumlarda hem anne hemde bebeği kaybetmek işten bile değilmiş.
O gece bebeğimden ayrı ayrı odalarda yattık.Ertesi gün ilk işim onun odasına gitmek oldu.
Sanki benim geldiğimi hissetmişdi gözlerini açtı, ellerini ayaklarını oynatmaya başladı incecik sesler çıkarıyordu.Elimi çadırın yuvarlak deliğinden içeri soktum, parmağımı sıkıca tuttu.
Onunla ilk temasımdı.Melek yüzüne bakınca her bir tarafını aile ferdlerinden almış olduğunu görebiliyordum.Mavi gözleri simsiyah saçları ile benim minik yavrumdu.
Onu görebilmek için her dakika odasına gidiyor.Saatlerce yanında kalıyordum.Geceleri yanına gidip yumuşak pembe yanaklarını okşuyor, minik gül dudaklarını koklayıp iyi uykular diliyordum.
Yatağıma uzandığım zaman Allah'a o tatlı meleğimi bana bağışlaması için sabaha kadar dua ediyordum.Sabah olduğu zaman eşim yanımıza geliyor birlikde meleğimizin yanında saatlerce oturuyor onu seyrediyorduk.Biraz yanından ayrılsak hemen onu özlüyor yanına giriyorduk.
O da bizim geldiğimizi hissediyor gözlerini açıp gülücükler veriyordu.Ben anneydim, eşimde baba
olmuşdu.O kadar mutluydumki anne olmak güzel birşey diyebilmek için demekki anne olmak lazınmış.Tek içimdeki acı onu kucağıma alıp sevememek onunla birlikde olamamakdi.Yan odada
benim için yatak olmadığı için ayrı bir odada kalmak benim için bir kabus gibiydi.Müsade etseler
onunla olabilmek için soğuk zeminde bile yatmaya razıydım.
Genede duacıydım ya yavrumu doğumda kaybetseydin ne yapardım.Hiç olmazsa ellerini tutabiliyordum.
Günlerden Pazar gece yarısına doğru birden uykumdan sıçrıyarak uyandim.İçimden bir ses kalk
meleğinle vedalaş diyordu.Koşarak odasına girdim.Çadırını araladım bana bakıp bir şeyler söylüyordu.Ellerimle okşadım o minik ellerini koklayıp öptüm.Gece doktoru içeri girip hadi kızım diye beni odama aldı.
Sabahleyin yanına gittiğimde gül bebeğim solmuş o bembe yanakları buz gibi olmuşdu.O minik kalbi atmıyordu artık.Gözlerimde yaşlar bir yağmur gibi bebeğimin yatağına akıyordu.
Doktor kızım daha çok gençsiniz.Daha çok bebeğiniz olur onun bu kadar yaşaması bile mucize diyordu.
Sabahleyin eşim geldiğinde ona söyliyemedim.Bunu söylemek çok acıydı elinden tutup odasına gittik.Anlamışdi daha beni görür görmez.Beni buradan çıkar diyebildim.Kalamazdim.Doktorla
konuşup bebeğimizide alıp orayı terk ettik.
O babasının kucağında kara topraklara doğru yol alırken.Bende 3 gün bile olsa bana Anne duygusunu bana tattırdığı için meleğime teşekkür ediyordum.O sadece bir süre için bizlerden
ayrıldı.Biraz sabır meleğim bir gün Anneciğin yanına gelicek seni bağrına basıcak.
Dünyanın en güzel şeyi nedir diye soracak olursanız Anne olmak derim.
Esasında o bir günle anılamaz. Anne olundumu bir ömür devan eder.O güzel payeye oluşan
her kadını saygıyla kutlarım.

Salı, Mayıs 05, 2009

BİR KÖY VAR ÇOK UZAKLARDA.


Güney Doğu Anadolu'da bir köy, adı Bilge " bilgili, iyi ahlaklı, olgun ve örnek anlamına geliyor".
Mardin iline 57 km, Mazıdağı ilçesine 27 km uzaklıkta. 2000 senesindeki sayımda 195 kişi olarak
geçmiş kayıtlara.

Düne kadar hiç birimiz adını bile duymamışdık.Bu günse Avrupa'daki bir çok devlet tv.lerinde haber olarak geçiyor.

Haberlerde gene rakkamlar hakim oluyor. 44 + 3 "kırkdört rakkamı katledilenler" 3 "ise daha
dünyaya gelmemiş cenin".

Bu insanların müşterek tarafları ise mutlu bir olaya şahit olmak.

Çoğu akraba aynı soyadı taşıyorlar. Bir an; gene kendi kanlarından olan, aynı soyadı taşıyan 8 kışı, bu mutluluğa gölge gibi cöküyor. Silah sesi, barut kokusu ve kan. Kin, canlıya verilen değerler, katı kurallar, daha bir çok nedenler ki bunlar ne görmek, nede duymak istediklerimiz.
Hepsini bir teknede cehl le yuğurmak.
Kameraların yakaladığı geride kalanların göz yaşları.
Haberleri okuyan spiker suçluların yakalandığını söylediği zaman içimize sular serpiliyor.
Belkide bazılarımız bunları asmalı, kesmeli diye haykırıyoruz.
Sonra; filanca partinin kadın Millet vekili birilerini suçluyor, devlet koruculuğu kaldırsın diye. Kimin umrunda daha dünyaya bile gözlerini açmamış ceninle, ablam benim annemdi diye haykıran ufacık çocuk.
İş makinaları bir yerde mezarları kazarken diğer yanda köy yolunu düzeltiyor.
Yarın ise 195 - 44 başbaşa kalmış; geride kalanlar. Acılar yumuşatılmadan gencecik kalplerin bir köşesine yerleşecek; zaman onu büyütecek ta ki bütün kalbi kaplıyana kadar.

Minimini kücük çocuklar öğretmenleri ile birlikde bir şarkı söylüyorlar.
Bir köy var çok uzaklarda, o köy bizim köyümüzdür...

Saygılarla.

Çarşamba, Nisan 29, 2009

GRİP DİYE GEÇMİYELİM.. .



Krizler birbirini kovalarken, şimdi de Domuz Gribi ile karşı karşıyayız.
Haberlere yapılan yorumların çoğunda bizi teğet geçer yazılarını okudukça hayatı ne kadar ciddi aldığımız belli oluyor.
Biraz; Grip diye ciddiye almadığımız bu hastalığı hatırlamaya çalışalım.
Sene 1918 - 1920 İspanya GripI ölü sayısı 25 Milyon diye istatisliklere geçmiş, her ne kadar bu sayının 50 Milyon olduğu söylensede.

İkinci dalga Asya Gripi diye adlandırılmış. 1957 - 1959 yılları arasında 2 Milyon insan ölmüş.Zaman zaman kendini hala göstermekte olduğunuda unutmamak lazım.

Üçüncü dalgada Kuş Gribi olarak kanatlı hayvanlar sayesinde tanıdık. Hongkong Gribi diye de adlandırıldı. 800 bin insan hayatını kaybetti. 30 bin kişinin Almanya'da olduğunu biliyormuyduk.

Meksika Gribinden önce 1977 de Rus Gribi 23 yaş altı 700 bin genç hayatını kaybetti.

Meksika sokaklarında insanlar maskelerle dolaşıyor.13 Nisan'dan bu yana 1300 kişi bu
hastalığa yakalnmış durumda.

Domuz Gribinin damlaçıklarla yayıldığı, bu da öksürük, aksırık, öpüşme ve yakın temasla geçebileceği uzmanlar tarafından ifade ediliyor.Bu durum karşısında yukarda söylenenleri yapmamak, ayrıca sıkça ellerimizi en az 20 saniye sabunla
sıcak suyla yıkamak eğer bu imkanlara sahip değilsek dezfeksiyon mendilleri ile sıkça temizlememiz gerekiyor.Ellerimizle yüz ve gözlerimizi oğuşturulmamasi tavsiye ediliyor.Bilmeden bu vürüsü taşıyan kişilerden bu yolla geçebileceğidir.

Korunmanın bir yoluda maske takılması olduğudur.Hastalığın gıda maddeleri ile geçme olanağı çok az çünkü 72 derece bir ısı karşısında öldüğüdür.Ciğ olarak et yenmemesi
tavsiye edilmektedir.

Bu vürüse karşı bir aşının en az 10 - 12 hafta içersinde oluşturulması için ilaç sanayisi çalışmaktadır.
Vürüsün bulaşmasından bir kaç saatle, iki üç gün içersinde belirtileri görülmektedir.
Rahatsızlıklar üşütme ile görülen belirtilerle aynı olup.Ateşin 38 derece üzerinde seyretmesi, yorgunluk, iştahsızlık, adale ağrıları, kramplar, ishal, kusma baş ağrışı, burun akıntıları, nefes almakta zorlanmalar olarak görülmektedir.
7 günlük bu süre içersinde bağışıklık sistemimizi yıpratmaktadır.Bu süre çocuklarda daha da uzun olabilmektedir.
Bağışıklık sisteminin zayıflaması ile olabilecek rahatsızlıklar esas tehlikenin canlarını çalabilmektedir.
Saygılarla.

Salı, Nisan 21, 2009

Eskici dükkanı...


Turistik kasabaların, kendini muhafaza etmeye çalışan dar sokakları vardır. Onlar bu hızlı değişime karşı kendilerini hep saklamaya çalışmışlardır. Bir bahar sabahı kendimi böyle bir sokakda buldum. Sıvaları dökülmüş, bahçe duvarlarından baharın kendine öz renklerini vermeye çalışan çiçekler gelişi güzel sıralanmışlardı.
Bu sokaklarda, sahil kenarlarının tek renklerine karşın; solukda olsa bir çok rengi bir arada görebiliyordum.
Bir ara evlerin arasına sıkışıp kalmış ön cephesi koyu mavi pancurları sarı boyalı bir dükkan gözüme takıldı.
Kırmızı zemin üzerine yazıları silinmeye yüz tutmuş tabelasında eskıcı yazılı bir dükkan.
Camları halen kışın izlerini taşıdığı için içerisi pek seçilemiyordu.
Hafifçe kapıyı araladim. Gözlerim loş bir zemine alışabilmesi bir kaç dakikamı aldı.
İçeride sararmaya yüz tutmuş kitaplar, tahtadan yapılmış çeşitli el işleri, örtüler,
seramikler gözüme ilk takılanlar olmuşdu.
Elinde kalın bir kitabı okuyan yaşlı adamı çok daha sonra fark edebildim.
Oturduğu yerden kalkmadan bana buyrun ilginizi çeken bir şey varsa ben buradayım dercesine hafifçe başını selam verircesine salladı.
Şehirlerde bu tip yerlere antikacı denirdi; burada yerini eskıcı olarak adlandırdığını fark ettim.
O kadar çok şey saklanmışdı ki her birini keşfetmeye kalksam saatlerimi alabilirdi.
Bir şey almak için tahta sehbanın üstünde duran ufak parfüm şişesini aldım.
Yaşlı amcaya gösterek içinde yok denebilecek kadar kalmış parfümün ne olduğunu sordum.
Yüzünde hafifçe bir tebessüm belirdi.
- Kızım o bir koku değil. Sadece yaşamın işaretlerinden bir tanesinin görselini saklıyan bir şişe.
- Anlıyamamışdım içinde bir kaç damla bir iksirmiydi ?
- Biraz açıklarmısınız ...
Parmağı ile okuduğu yeri kaybetmemek için sayfanın üstüne koyduktan sonra,
- o bir göz yaşı şişesidir.İçindeki bir kaç damlanın sevincimi yoksa kederimi temsil ettiği ise bir gizemdir; diyerek bıraktiği yerden kitabını okumaya başladı.
Senelerce çalışma masamın üstündeki rafda yaşamıma refakat etmişdir bu ufacık şişe.
Ne zaman pınarlarımdan bir kaç damla süzülse, o damlaçıkların hüzünümü yoksa sevincimi temsil ettiğini sorgulamam.O bana yaşadığımı, duygularımın senbolü olduğunu hatırlatır.
Kimbilir sizde bir eskıcı dükkanında bir şişe içersinde benim yaşam simgeme rastlıyabilirsiniz.
Eğer sizde bu gizeme ortak olmak isterseniz.Bir ufak şişede o anı ölümsüzleştirebilirsiniz.
Saygılarla.

Pazar, Nisan 19, 2009

KILIF !!!


Posta kutuma gelmiş bir e-maili sizlerle paylaşmak istedim.

Osmanlı döneminde yolsuzlukları ile ünlü Karakuşi adında bir kadı varmış. Bir gün Karakuşi Kadı, bir fırının önünden geçerken burnuna güzel bir koku gelmiş.Vitrinde güveç içinde nar gibi kızarmış sahibini bekleyen nefis bir ördek var.... Karakuşi Kadı, fırıncıya:
- 'Ben bunu aldım' demiş. Kadıya itiraz edilir mi? Fırıncı hemen ördeği paket yapıp vermiş. Az sonra ördeğin asil sahibi gelmiş:
- 'Hani bizim ördek?' Fırıncı boynunu büküp:
- 'Uçtu' deyince iş kavgaya dönüşmüş. Kavga sırasında fırıncı, araya giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü çıkarınca korkup kaçmaya başlamış... Gayrimüslim de peşinde kovalıyor...
Bir duvardan atlarken, bilmeden duvarın öteki
tarafındaki hamile bir kadının üstüne düşmüş. Kadın, çocuğunu düşürdüğü için, kadının kocası da fırıncının peşine düşmüş. Can havliyle kaçan
fırıncının çarpıp devirdiği Yahudi bir vatandaş da
kızıp peşlerine takılmış... Sonunda duruma müdahale eden zaptiyeler hepsini yakalayarak Karakuşi Kadı'nın karşısına çıkarmışlar. Kadı sırayla sormuş...
Ördeğin sahibi,
- 'Bu adam ördeğimi hiç etti' diye
şikáyet etmiş. Karakuşi Kadı, fırıncıya sormuş:
- 'Ne yaptın bu adamın ördeğini?' Fırıncı
- 'Uçtu' demiş. Kadı, kara kaplı defterini
açmış:
- 'Ördeğin karşısında tayyar yazılı. Tayyar 'Uçar' anlamına gelir. O halde ördeğin uçması suç değil' diyerek, fırıncının ördek işinden beraatına karar vermiş. Gözü çıkan gayrimüslim vatandaşa sormuş. Onun şikáyetine de kara kaplı defterden bir madde bulmuş:
- 'Her kim, gayrimüslimin iki gözünü çıkara, o müslimin tek gözü çıkarıla... Davacı:
- 'Benim tek gözüm çıktı. Şimdi ne olacak?' diye sorunca Karakuşi Kadı,
- 'Şimdi' demiş, 'Fırıncı senin öbür gözünü de çıkaracak, biz de onun tek gözünü çıkaracağız. Tabii gayrimüslim şikáyetinden hemen vazgeçmiş, fırıncı bu davadan da beraat etmiş. Çocuğunu düşüren kadının kocasına da Karakuşi
Kadı:
- 'Tamam' demiş, 'Karını vereceksin, bu adam yerine yeni çocuk koyacak.' Böyle olunca adam da şikayetini anında geri almış, fırıncı bu davadan da kurtulmuş. Kadı dönmüş Yahudi'ye:
- 'Senin şikáyetin nedir bre?'… Yahudi bir süre düsündükten sonra ellerini açmış,
- 'Ne diyeyim kadı efendi' demiş, 'Adaletinle bin yaşa Sen, e mi !'
Kıssadan hisse:
- Ananı "öpen" kadı ise, kimi kime şikáyet
edeceksin?..

Güzel günler sizin olsun.

Cuma, Nisan 17, 2009

IKI SENEDE BÜYÜK ILERLEME !!!







Tarih : 08-07-2007 ; CUMHURİYETİN KAÇ YAŞINDA OLDUĞUNU DÜŞÜNEN, KENAN EVREN’İ TANIMAYAN VE PAVAROTTI’Yİ BILL GATES ZANNEDEN GENÇ KIZLARIN YARIŞTIĞI YENİ BİR YARIŞMA BAŞLADI…
Show TV ekranlarında ‘Güzel ve Dahi’ adlı bir yarışma programı başladı. Programda 8 erkek ve 8 bayan yarışıyor. Erkeklerin birçoğu mühendislik bölümünde öğrenci. Hepsi de hayli zeki çocuklar. Kızlar ise tam bir felaket. Birçoğu model olan kızların genel kültürle uzaktan yakından ilgileri yok.

Programın ilk sınavı genel kültür oldu. Erkekler bir sandalyede, kızlar da masanın üzerinde oturdu. Kızlara genel kültürle ilgili sorular soruldu. Erkekler bu bölümde sadece sessiz kalmakla görevlendirildi. Kızlardan ekrana çıkan resimleri tanıyıp, o resimler hakkında 15 sn. konuşmaları istendi. Her şey iyi hoş ama ‘güzel!’ kızlarımızdan bazıları Kenan Evren’i tanımadı, bazıları Pavarotti’yi Bill Gates zannetti, bazıları da Hamlet adlı oyunda Hamlet’i canlandırmak istediğini söyleyip güldü. Ağlanacak hallerine gülmeyi tercih eden kızlar, yanlış cevap verdikleri takdirde masanın üzerinde oynamakla cezalandırıldı. Tabii bu onlar için ceza sayılır mı bilinmez!..

Tarih ; 17.04.2009 ; 4 lisede yapılan ankete göre Türk gençleri tarihe damga vurmuş pek çok kişiyi tanımıyor!

ANTALYA'da, TÜBİTAK için 4 lisede 289 öğrenciyle yapılan bir araştırma, öğrencilerin Türk ve dünya tarihine damga vurmuş kişileri çok fazla tanımadığını ortaya çıkardı. Fotoğrafları gösterilen 12 Eylül darbesinin lideri ve 7'nci Cumhurbaşkanı Kenan Evren'i `Tanımıyorum' diyen erkek öğrencilerin oranı yüzde 69, kızların yüzde 88 çıktı. İstiklal Marşı'nın yazarı Mehmet Akif Ersoy'u da erkek ve kız öğrencilerin yarısından fazlası tanımadı. Küba'da devrime imza atan Che Guevara, Sultan Vahdettin ve Karl Marx'tan daha çok tanınırken, `50 Cent' adı ile popüler olan ABD'li rap müzik sanatçısı Curtis James Jackson, tanınırlıkta ünlü piyanist Fahir Atakoğlu, Ayhan Işık, Müşfik Kenter, Ayşe Kulin ve Orhan Pamuk'un toplamını geçti.


.................................... Tanıyorum..... Tanımıyorum
.................................... Erk...Kız............Erk.Kız
Mehmet Akif...............49.... 41 .......... 51... 61
Mevlana...................... 77.... 72 ............23...28
Yunus Emre............... 77.... 65............ 23...35
J.K,Rowling.................. 2...... 5............ 98...95
Orhan Pamuk............ 49.... 45............ 51...55
Ayşe Kulin.....................3....... 1........... 97...99
Mona Lisa.................. 87...... 91.......... 13.... 9
Kaplumbağa
Terbiyecis...................35...... 31.......... 65... 69
Apollon Tapınağı
(Antalya)...................... 5........ 5.......... 95... 95
Pisa Kulesi(Roma)..... 61...... 45......... 39... 55
Angelina Jolie............. 78...... 91......... 22.... 9
Brad Pitt..................... 81...... 88......... 19... 12
Ayhan Işık................. 22....... 77......... 78... 73
Müşfik Kenter............. 2......... 5......... 98... 95
50 Cent...................... 92....... 82........... 8... 18
Fahir Atakoğlu............ 0......... 3.......100... 97
SultanVahdettin........ 45...... 24......... 65... 76
Enver Paşa................. 15....... 11......... 85... 89
Che Guevera............... 75...... 66......... 25... 34
Kenan Evren............... 31...... 12......... 69... 88
Karl Marx................... 16......... 5......... 84... 95

Saygilarla

Pazartesi, Nisan 13, 2009

SEYİRCİNİNDE EMEKLİ OLMA HAKKI VARDIR.


Güzel bir pazar günü, güneş doğaya uyan artık dercesine sıcaklığını yayıyor.Büyük ekran
televizyon ise, teras kapısından ben hazırım diyor.Sağımda Fenerbahçe formasını giymiş genç
solumda bir Galatasaray'lı oturuyor.Ekrandan sunucu ise saha atmosferi gösterirken; dünya derbisine dakikalar kaldı diyor.
Çaylarımızı yudumlarken gençlerle beraber böyle bir şölene katılmanın zevkini yaşıyorum.
Maç başlıyor:
Top her zaman olduğu gibi, sahanın en çalışkanı, o kadar tekmelendiği halde ses çıkarmadan bir köşeden bir köşeye dolanıp duruyor.
Sahadaki oyuncuların istenileni verememesi biz seyircileri günlerce beklenen bu
seyirden uzaklaştırmaya başlıyor.
Bunu maçı seyreden gençlerin başka başka mevzularda konuşmalarından anlıyabiliyorum.
Ya sahada futbol adına bir şey veremeyen aktörler !
Onlar ise yorgunluklarının ilacı, hırçınlığa vermeye başlıyorlar.
Bu hırçınlıkları dalga dalga sahanın her köşesine dağılmaya başlıyor.
Kelimeler birbirine karışıyor.
Tabii lügatlarda olupda yan yana gelmiyen bu kelimelerin duyulmaması için ses tonu kısılıyor.
Futbol çoktan bitmiş durumda...
Ekranı karartmak yerine, merak sevdası ile bakışlar o büyük çerçeveyi takip ediyor.
Futbol yerini boks maçına bıraktı desem; haksızlık ederim.Orada kaideler daha katı.
Raundların sonunda birbirini acımacızsa yumruklıyan kişiler birbirlerine sarılıp,
öpüşüyorlar.
Her spor dalının bir tanesine benzetmeye kalksamda başaramıyorum.
Berlin Olimpiyat stadında önümde oturan Fenerbahçe formalı 10 yaşındaki çocuğun
Arda agbi en büyük sensin sesleri, ailece Galatasaraylı olmamıza rağmen evin manevi
oğlu Semih'i o iğrenç arenanın içinde görmek Türk Futbolunun seyircisi olarak
emeklilik zamanı geldiğinin kanaatine varıyorum.Ağzımdan bu düşüncem sesli olarak
çıktığı için yanımda oturan daha 20'li yaşlardaki Fenerbahçeli genç aynen sana katılıyorum Hakkı amca diyor.
Akşam Spor yazarları ekranlarda bir daire içinde toplanmışlar.Hangi oyuncunun bu duruma neden olduğunun analizini Pazar günü başlayıp Pazartesine kadar konuşuyorlar.
Ertesi günü gazetelerde boy boy resimler hangi oyuncu bir diğerine nasıl tekme atmış.
Verilecek ceza hakkında yorumlar, kim haklı kim haksız, hangi oyuncu daha fazla suçlu diye yapılmış anketler.
Şu son seneler içersinde hep birlikte elele veripde, katlettiğimiz Futbolu yazan yok.
Eskidende küfür yokmuydu diye soranlarda çıkabilir.Evet benim zamanımda da küfür vardı.Maçların oynandığı tek stad da açık trübünlerin birbirine karşı ettikleri küfürleri duyardık.Her iki takımın karışık olarak oturduğu kapalı, numaralı
trübünlerdeki seyirciler hiç unutmamışlardır.Cünkü ; açık tarfında oturan seyirciler bir zaman sonra birbirlerine ettikleri o meşhur "bir baba hindi indi bindi" küfürünü
kaplıda oturan seyirciye söylerlerdi.
Maç dağılımında ise yenik tarafın tabutu ellerde Taksim'e kadar taşınır ve orada biterdi.
Modern futbol anlıyışı, çok ilerlemiş beraberinde getirdiklerine benim yetişmem imkansız.
İyisimi hatıralara leke sürdürmeden seyircilikden emekli olayım.
Olayım diyorumda kafam bir noktaya takılıp kalıyor o gencecik yanımda oturan Fenerbahçeli gence Futbol adına sen daha çok derbileri seyretmeye devam etmen lazım nasil
diyebileyim !!??
Saygılarla.

Çarşamba, Mart 18, 2009

VAR OLDUKCA...


MySpaceDUR YOLCU BİLMEDEN GELİP GEÇTİĞİN BU TOPRAK BİR DEVRİN BATTIĞI YERDİR EĞİLDE KULAK VER BU SESİZ YIĞIN BİR VATAN KALBİNİN ATTIĞI YERDİR.

Salı, Mart 17, 2009

BU GÜNLERİDE BİZLERE YAŞATTILAR...


Engin Ardıç'ın yazısı;

Atatürk'ün pasaportu var mıydı?

Atatürk'ün yurt dışına hiç çıkmadığını hep biliriz... Bu, büyük bir erdem olarak pazarlanmıştır: Kendisi hiçbir yere gitmeden herkesi ayağına getirmiş!
Herkes dedikleri, İran şahı ve İsveç kralı gibi "kıyıdan köşeden" adamlar, bir de İngiliz kralı Edward tabii... Yanında da Mrs Simpson... Ama o da aşkı uğruna kısa bir süre sonra tacı tahtı bırakacağından, bu gezinin bir yararı olmamış.
Olamazdı da... İngiliz kralı ya da kraliçesi "hüküm sürer ama idare etmez" ... Meclise izinsiz giremediği, seçimlerde oy kullanamadığı gibi, dış politikaya da karışamaz!
Bunun dışında kim gelmiş Türkiye'ye? Hitler mi, Stalin mi, Mussolini mi, Roosevelt mi, Hirohito mu? Hiçbiri.
Keşke İspanyol başkanları Alcala Zamora ya da Manuel Azana gelselerdi de, "asi generallere" karşı İspanyol Cumhuriyeti'ne sahip çıkma onuruna kavuşsaydık yahu...
Ama niçin geleceklerdi? Türkiye önemli bir ülke değildi ki, kendi kabuğuna çekilmiş, yaralarını sarmaya ve Batılılaşma girişimini temele indirmeye çalışan, "dünya sahnesinin önünden çekilmiş" bir ülkeydi... Her türlü Osmanlı mirasını da reddettiği için (borçların bir kısmı hariç!), "beni kendi halime bırakın, karışmayın, bulaşmayın" der gibiydi dünyaya...
Atatürk'ün yurt dışına hiç çıkmamış olması niçin büyük bir başarı olarak değerlendirilmiştir?
"Kendi kabuğuna çekilmek, kendi yağıyla kavrulmak" erdem sayıldığı için!
Bu da memur zihniyeti değilse, memur zihniyeti başka nasıl olur acaba?
Ve de Atatürk'ün bazı Anadolu kasabalarını dolaşmış olması niçin büyük birer olay gibi pazarlanmıştır? Hele İstanbul'a her gelişi niçin "tarihi gün" sayılmıştır?
Yani tasavvur edebiliyor musunuz, Hitler'in Stuttgart'a gelişi bayramı, Mussolini'nin Venedik gezisi şenlikleri, Stalin'in Odessa'yı ziyaretinin bilmemkaçıncı yıldönümü kutlamaları... Var mı böyle bir yağcılık?
Toplum o kadar "donuk", ulaşım o kadar yetersiz durumdaydı ki, bir yerden bir yere gitmek başlıbaşına heyecan verici, serüven gibi bir şeydi o dönemde...
Keşke bu gibi çarçur gezilerle övüneceğimize, "Atatürk'ün uçağa binip Atina'ya gitmesi ve eski düşmanlarını kucaklaması, Atatürk'ün Cenevre'de yaptığı ünlü Milletler Cemiyeti konuşması, Atatürk'ün tarihi Beyaz Saray ziyareti, Atatürk'ün meşhur Moskova gezisi, Atatürk'ün unutulmaz Paris barış görüşmeleri" gibi hatıralar kalsaydı... Ayıp mı olurdu, günah mı?
Belki o zaman cumhurbaşkanlarımızın ya da başbakanlarımızın dış gezileri de memurlarımıza ve memur ruhlularımıza küfür gibi gelmezdi!...
Atatürk hiç yurt dışına çıkmadı dedik, bu hem doğrudur hem yanlış...
Atatürk yurt dışına çıkmadı ama, Mustafa Kemal çıktı!
Libya'ya gitti çarpışmaya ama orası yurt dışı sayılmıyordu... Bunun dışında Sofya'ya, Berlin'e ve batı cephesine de gitti görevli olarak, Viyana üzerinden Karlsbad'a da gitti (Karlovy Vary) sağlık nedenleriyle...
Ama o zamanlar bir "imparatorluk subayıydı" ...
Hani şu nefret kustukları Osmanlı İmparatorluğu vardı ya, onun ordusunda subaydı.
1919 yılında ordudan istifa edene kadar bir Osmanlı subayıydı.
Hadi kim hayır diyecekse desin de alnını karışlayayım!


Hıncal Uluç'un Engin Ardıç'a yanıtı

Atatürk'e dil uzatanlara...

Önce biri hafta sonu hiç yüzü kızarmadan saldırdı gene, "Atatürk'ün pasaportu var mıydı" diye.. ..
Ve çizdiği Atatürk portresine bakar mısınız?.. "Vizyonsuz.. Memur zihniyetli biri.."
Utanmazlığın ölçüsüne bakar mısınız?..
Yıkılmış, tükenmiş, bitmiş, işgal edilmiş Osmanlı'nın küllerinden, Avrupa'nın "Hasta Adam" dediği Türkiye'den, modern bir batı cumhuriyeti yaratan adam için çizilen tabloya, aşağılamaya bakar mısınız?..
"Memur zihniyetli, vizyonsuz!.."
Bu korkunç kafaya, bu örümcek düşünceye yanıtı, ayni günün gecesi, Rus Kızıl Ordu Korosu muhteşem bir yanıt verdi, tesadüfe bakın bu defa, TİM'de.. Ben ordayım üç kardeşimle, Öcal Serpil ve Kemal'le..
Salon son koltuğuna kadar tıklım tıklım doluydu ve herkes, Atatürk'ün neler yaptığını anlatan Kızıl Ordu korosuna hem de nasıl coşkuyla eşlik ediyordu..
"Bir hızla kötülüğü geriliği boğarız,
Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız.
Türk'üz bütün başlardan üstün olan başlarız;
Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız."
Türk'üz Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi,
Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri."
"Karanlığın üstüne güneş gibi doğmak" nedir bilir misin sen, karanlık adam?..
O senin memur zihniyetli, vizyonsuz dediğin adam, o yıllarda yepyeni bir devlet, çağdaş, bir cumhuriyet kuruyordu, bir ulusun kaderini değiştiriyor, dünyaya, hele de Müslüman dünyaya örnek oluyordu, öğretmediler mi sana?..
O vizyonsuz, o "Memur zihniyetli" dediğin adamın dünyadaki itibarını, saygınlığını bilir misin?..
Efendim "Kimse gelip gitmemiş Türkiye'ye Atatürk zamanında.."
İngiltere Kralı gelmiş ama, o sayılmazmış.. Çünkü adamın zaten yetkisi yokmuş..
Birleşik Krallık kralının ülkemize, Atatürk'e gelişini bir formalite sanıyor.. Peki o zaman "Pasaportlu" Abdullah Gül'ün iki günde bir yurt dışına gitmesi, bu ülkede devlet başkanları ağırlaması ne?.. Atatürk'e gelen İran Şahı adam değil de, Gül bugün İran'da ne arıyor peki?..
Adamın, Atatürk'e saldırma gözlerini öyle karartmış ki, ne dediğini bilmiyor, çelişkiler içinde..
İngiltere Kralı, İran Şahı, gelmemeliymiş de, kim gelmeliymiş?..
Hitler, Mussolini, Stalin.. Verdiği örneklere bakar mısınız?.. Hafazanallah.. Bunlardan biri gelmiş olsaydı kazara, bugün kimbilir neler yazardı, düşünebiliyor musunuz?.
İngiliz Kralı yetkisiz.. Peki yetkilisi, hem de azılı Türk düşmanı Lloyd George ne dedi, hem de Birleşik Krallık Millet Meclisinde..
"Arkadaşlar, yüzyıllar nadir olarak dahi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki o büyük dahi çağımızda Türk Milleti'ne nasip oldu. Mustafa Kemâl'in dehasına karşı elden ne gelirdi."
Atatürk uçağına atlayıp Yunanistan'a gitmemişmiş.. Venizelos'la kucaklaşmamış.. Ama Venizelos yenildiği düşmanı Atatürk'ü 1934 yılında Nobel Barış Ödülüne aday göstermiş.. Nasıl olmuş bu peki?.. Vizyonsuz, memur zihniyetli, içine kapanık adamdan başkasını bulamamış mı, Yunan Lideri, "Dünya barışına en hizmet eden kişi" diye seçecek?..
Atatürk Mussolini'ye gitmemiş. O da Türkiye'ye gelmemiş.. Ama Atatürk'ün süvarileri İtalya'ya gidip, zamanın en büyük binicilik kupasını, hem de Mussolini'nin adını taşıyanını Türkiye'ye getirmişler.. Bu müthiş spor hamlesinin ne manaya geldiğini bilir misin sen?.. O vizyonsuz, memur zihniyetli adamın, o sıralar nasıl bir Türkiye kurmakla meşgul olduğunu anlayabilir misin, bu örnekten yola çıkıp?.. Aklın erer mi?.
Erer.. Bal gibi erer de işine gelmez söylemek... Sen ve senden yüz bulup hemen ertesi gün Atatürk'e saldıran yamağın da bilir bunları, çok iyi..
Kilitleyin bilgisayarınızı gene de, size yağan e-mailler geri dönsün tamam mı?.. Yüreğiniz o kadar..
Bakın, bugün bu köşede, 20'inci Yüzyılın en önemli adamlarının Atatürk hakkında söylediklerinden bir derleme seçtim sizin için.. Okuyun, iyi okuyun ve iki günde bir saldırdığınız, sövdüğünüz, dalga geçtiğiniz Mustafa Kemal Atatürk'ün nasıl bir devlet adamı, nasıl bir deha, Türkiye için nasıl bir şans olduğunu iyi öğrenin..
Ne yazık ki, sizin için de büyük şans oldu Atatürk!.
O olmasaydı, bugün bu köşelere oturup bu saçmaları bu kadar özgür yazma imkânınız olur muydu?..

Alıntı.

Saygılarla.

Çarşamba, Mart 11, 2009

ÖLÜME KOŞANLAR



Son senelere baktığımız zaman, genç nesil arasında bunalımın arttığı görülmektedir.
Bir çok neden sayabiliriz.
Ortak noktalar ise, bu ölüme koşuş, çoğu zaman okul sınıflarında noktalanıyor.
Okuldan o veya bu nedenlerle uzaklaştırılan gençlerden çıkıyor.
Ruhsal olarak, analizi uzmanlara bırakmak isterim.
Toplumun zaman ayıramadığı üzerinde durmadığı, bu gençler ölüm koşusunda
içlerimizi yakarak, masum evlatlarımızıda yanında sürüklemektedir.

Bu günki haberler böyle bir ölüm koşususunu anlatıyor:

Okuldan uzaklaştırılan 17 yaşındaki bir lise öğrencisi. Bu koşuda; 9 öğrenci, 3 öğretmen,
1 okulda görevli bahçevan, kaçarken 2 yaya ve sonunda kendisı.
Toplam 16 can.
Bu sadece bu günün ölüm koşusunun rakamları.
Sadece bir kaç dakika haber olarak geçen bu koşuları biraz olsun hatırlamaya çalışalım.

23 eylül.2008 yer Finlandiya : 22 yaşında, meslek lisesinde 10 kişiyi,
14 şubat.2008 yer ABD : 5 ölü, 18 yaralı,
7 Kasım 2007 yer Finlandiya: 18 yaşında, 6 öğrenciyi, 2 yayayı,
16 Nisan 2007 yer ABD : 32 kişi, bunun 15'i ağır yaralı,
20 Kasım 2006 yer Almanya : 18 yaşında, 1 ölü çok sayıda yaralı.
2 Ekim 2006 yer ABD : 5 ölü, 5 yaralı,
21 Mart 2005 yer ABD : 16 yaşında, 5 öğrenci 1 koruma görevlisi, 2 kişi "dedesi ve arkadaşını",
26 Nisan 2002 yer Almanya :18 yaşında, 16 öğrenciyi,
Şubat 2002 yer Almanya : 1 öğrenci, 3 yayayı,
Haziran 2001 yer Japonya : 8 çocuğu, 1 yayayı,
Nisan 1999 yer ABD : iki öğrenci birlikde, 12 öğrenci, 1 öğretmen,

Bu vahşete neden olanların hepsinin müşterek tarafları, intihar veya güvenlik kollukları tarafından öldürülmesi olarak kayıtlara geçiyor.

Eğer eğitim sistemlerin verildiği bu kurumlarda nedenleri çok boyutlu olarak ele alınmadığı
taktirde ölüme koşan bu gençleri daha çok göreceğimizdir

Geride kalan ise acı, gözyaşı olacaktir.

Saygılarla.

Salı, Mart 10, 2009

ÇOCUK KADINLAR..





8.Mart.
Kadınlar günü kutlandı.
Yazıldı, çizildi.
Bir yıl daha geçmişdi. Neler değişmişdi ?

Geçen sene bir haberi taşımışdım bu sayfalara, aradan geçen bir yıl içinde bu haberin içerikliğinde değişen ne olmuşdu?

Zorla evlendirilmişdi; mücadele, kaçış, kazanılan zafer, devam eden acılar.

Daha on yaşında idi. Dünya onu tanıdığı zaman, zorla evlilik, yanında dayak ve tecavüze mağdur kalmak. Yaşadığı ülkede onun durumunda olanların bir parçasıydı. Baş kaldırdı, mücadele etti. Çocuk yaşındaki kadın.
Boşandı...
Ya bugün:
Kadın olmanın gerçeği ile karşı karşıya kaldı, esaret halkası ise hala boynundan çıkmamışdı.

Nojoud Nasser, geçen sene Nisan ayında Yemen'nin Sana şehrinde mahkeme salonunu, bir ilke imza atarak zaferle terk etmişdi. On yaşındaki bu kız kocasına karşı açtığı boşanma davasında "babası tarafından 1100 euroya satılan, kendisinden 21 yaş büyük kocasından" boşanmışdı. Mahkemenin verdiği karar Yemen gibi bir ülkede ses getirmışdi. Bütün dünya artık o çocuk kadını konuşuyordu. Manşetlerde "Ben artık hürüm bundan sonra yerim okul sıraları olacaktir."sözlerini taşıyordu.

Daha bir yıl bile geçmemişdi. Kadın hakları, daha doğrusu çocuk yaşındaki kadınlar dememiz gerekiyor, bu kazanılan zaferle hakikaten serbest kalmışmıydı ?

Viyana'da bulunan Dünya Kadınlar Birliği. Bu cesareti karşısında kendisine Ürdün Kraliçesi eliyle ödül vermeğe karar verdi. O hüriyetini eline almış Çocuk kadın kendisine verilecek ödülü almaya gelemiyecekti. Yaşadığı ülke kendisine böyle bir seyahati yasaklamışdı. Konuşmaması gerekiyordu.

New York'a, Paris'e seyahat etmişdi. Bu seferki ise daha başka bir önem taşıyordu."Kadın hakları"

Elinden pasaportu alındı. Yemen'nin Viyana büyük elçisi ise " reşit olmayan çocuklar ailelerin izini olmadan seyahat edemiyeceklerini söylüyordu"
Kadın Hakları Konumu öne çıkınca ailesi bile bu seyahate izin vermemişdi.

Tabii bu mücadele burada bitmiyecekti. Bu gün yaşadıklarını anlatan kitap Fransa'da yok satıyor. 10 yaşındaki bu Çocuk Kadının ülkesinde kazandırdıklarınıda bir kenara atmamak gerekir. Bugün Yemen'de çıkan bir kanunla evlilik yaşı 15 den 17 'ye çıkarılmışdır.

Her ne kadar bu kanun tam olarak uygulanamasa bile kadınların sesini dünyaya duyurmuşdur.

Madalyonun diğer yüzü ise soru işaretleri dolu.
Nojoud Nasser okula gidebilmekte mi ?
Seyahat, konuşma, maddi ve manevi hakları gene iki dudak arasından çıkacak kararlara kalmış mıdır?

Bu gerçek hikaye tesadüfen öğrendiğimiz bir haber. Ya bilmediklerimiz, daha doğrusu görmek duymak istemediklerimiz.

Saygılarla.

Perşembe, Mart 05, 2009

SAÇLARIMIZ AĞARDIĞI ZAMAN !!!



Saç boyama gelecekte gereksiz olacak...

Önce gri, sonra beyaz : Er ya da geç, saçımızın rengi kaybolur. Bilinen, zamanla saçlarımızdaki renk pigmenlerinin zayıflayıp kaybolduğu idi.Bu kayboluşun üzerinde bir çok tahminler yürütlmüş ama tam bir neden bulunamamışdı.Bu gün ise bu gizemi çözdüler.Geriye ise bunu önleyecek ilaça kaldı.

Bir zamanlar araştırmalar süper hidrojen-şarışınlar üzerinde yoğunlaşmışdı. Hidrojen peroksit (H2O2) li beyaz saçlı sarışınlar güzellik simgesi idi. Bugün saç rengini açmada moda eğilimi, kimyasal hidrojen peroksit sadece - bilimsel olarak ele alınmaktadır.
"Hidrojen peroksit". Bu kimyasal çok agresif oxidizers insanların saç görünümünden çok daha fazla rol aldığı tesbit edildi.

Mainz Üniversitesi ve Bradfordaki bilim adamları artık hidrojen peroksit'in saçlarımızdaki renk pigmenleri zayıflatarak saçlarımızın ağarmasında temel sorumlu olduğudur.Kadın ve erkekler üzerinde yapılan etüdler sonunda saç boyalarındaki kullanılan Melanini vücudumuz üretmekte olduğu tesbit edilmiş; hidrojen peroksit ise bu üretimi önlediği görülmüşdür.

Hidrojen peroksit çok küçük miktarda insan vücudun metabolizmasının bir parçasıdır. Genç yaşlarda bu kimyasal vücudda eritilmektedir.İlerleyen yaş ile birlikte, vücudun bu görevi daha fazla yerine getiremediği tesbit edilmişdir.Böylece Hidrojen peroksit , melanin yapımından sorumlu olan enzim tyrosinase, saldırdırarak renk pigmenlerimizin oluşunu önlüyorlar.

Şonucda saçlarımız kademeli olarak gri veya beyaz renk olarak geliyor.

Yaşlanma emareleri başlangıcı olarak da çoğu insanda depresyona neden olmaktadır.
Yapılan bu tesbit ile bu durumu önliyecek kimyasal üzerinde çalışıldığı; elde edilecek moloküllerin saç ve kıl köklerine ulaşarak renk pigmenlerimizin tekrar
eskisi gibi görevlerini yapabileceğidir.Araştırmacıların kısa bir zaman dilimi içersinde üretilecek ilaçlarla saç boymanında tarihe karışıcağını söylemektedirler.

Saygılarla.

Pazar, Mart 01, 2009

AYAKLARIM ŞİŞİYOR...


Mizah yazmak sanattır, diye başlamak istiyorum. Bu günlerde bu daha da zorlaştı.
Çünkü yaşamımız mizah gibi oldu. Neye gülmemiz gerektiğini bile şaşırdık. Garip tarafı alıştığımız için gülmüyoruzda.

İsterseniz size bir haberin nasıl mizah gibi hayatımıza girdiğini aktarayım:

Son günlerde ücüncü sayfa haberlerinde PTT şubeleri soyulmaya devam ediyor diye yazıyordu.

" PTT şubelerinde güvenlik sıfır. Ne koruma var, ne güvenlik kamerası. Bu yüzden paraya sıkışan PTT şubesine koşuyor. Soyguncuların çoğuda acemi ya hemen yakalanıyorlar ya da soygunu gerçekleştiremiyorlar."

İşin buraya kadar olan kısmı sıradan haber. Ancak bilinmeyen ve artan soygunlardan daha da çarpıcı bir yanı var.Bundan sonrasi fıkra gibi ...

Peki şubelerden çalınan paralar kimden tahsil ediliyor?

Şimdi sıkı durun!
Açıklıyoruz: "Soyulan PTT şubesinin çoğu kez tek kişi olan personelinden... Evet, yanlış okumuyorsunuz. Soygun yaşayan, güvenlik görevlisi olmadığından, güvenlik kamerası yokluğundan canı bire bir tehlikeye giren PTT çalışanından!"

"Mizah değil, İstanbul'da bir ay önce soyulan PTT şubesinin tek kişilik elemanı, soygundan sonra bir önlem alınıp alınmadığını araştıran muhabire aynen şunları anlatıyor:

"Bir ay önce silahlı soyguncu tarafından şubemiz soyuldu. Ben tek başımaydım. Soyguncu gelip, kasadaki paraları istedi. Panikle ayağa kalktım ve istediğini yaptım. Kasada bulunan 800 TL'yi kendisine verdim. Kaçıp gitti. Aradan bir ay geçti ancak hala şubemizde ne güvenlik görevlisi ne de güvenlik kamerası yok. Üstelik kasadan giden parayı da benden kestiler!"

"Soygun sırasında ayağa kalkmışım. O yüzden benden tahsil ettiler. 800 TL'yi iki taksit halinde maaşımdan kestiler. Birinci kısım 500 TL hemen soygundan sonra kesildi. Bu ay da 300 TL kesilecek. Olur mu böyle şey. Ben panikte ne yaptığımı bilemedim. Korktum... Ama şimdi kendi çapımda önlem aldım. Kasada toplanan paranın miktarı yükseldikçe ayakkabımın içinde saklıyorum. Yeniden soyulursak, hiç olmazsa kasada az miktarda para bulunsun. Paralar da çoğalınca ayağım ayakkabının içinde sıkışıp şişiyor!"

Dedim ya Mizah yazmanın ne kadar zorlaştiğını...

- Sayın soyguncu lütfen üç kuruşa çalışan memuruda düşün, git başka yeri soy. Belkide böylece günah işlerken sevaba girersin.

Saygılarla.

Perşembe, Şubat 26, 2009

GÜZEL'e BAKIŞ AÇISI...


Güzelliğin tespitinde kadın ve erkek arasında farklılık olduğunu söylüyor; araştırmacılar.
Yalnız gözle, güzelliğin tesbit edilmediği; bunun analizini beyin yapmaktadır.İşte tam burada kadın erkek arasında farklılık ortaya çıkıyor.
Güzelliğin değerlendirilmesi yapılırken kadınlar beynin her iki parçasını kullanıyorlar.Buna karşın erkekler ise sadece bir tarafını kullandığını söylüyor araştırmacılar.

Kadın beyni bir tabloyu değerlendirdiği zaman, erkek beyninin değerlendirmesinden farklı oluyor.
Bu gözlemle; yeni bir bakış ortaya çıktığı söyleniyor."Proceedings Of The National Academy Of Sciences" dergisinde araştırmacı beyin uzmanlarının bu durumda güzellik üzerinde erkeklerin avcı,kadınların ise derliyici "koleksiyoncu" olduğu görülüyor.

Uzmanlar tarafindan, 10 erkek ve kadına çeşitli tablolar göstermişler.Değerlendirmeleri de
Magnetenzephalographen (MEG) yardımı ile beyin içinde magnet alanların değişimini
sinir sisteminin nasıl çalıştığını gözlediler.

Sonuç olarak: Kadınlarda beynin her iki tarafın çalışmasına karşın erkeklerde sağ parçada sınırlandığı görüldü.Aktivitet 300 ila 900 milisaniye içersinde geçişti.
Kadın ile erkek arasında görünüm açısından bir değişiklik olmamasına karşın.Algılamanın çok farklı olduğu görüldü.

Kadınların daha kategorik olan mekansal ilişkilerde sınıflandırması (üst, alt ön ve arka, iç ve dış)olarak değerlendirildiğini erkeklerde ise obje ile arasındaki mesafenin
tam olarak değerlendirildiği görülmüşdür.

Bunun açıklaması ise erkeklerde beynin sağ tarafındaki koordine sisiteminin çalışmasına bağlamaktadırlar.

Kadınlarda ise güzelliğin değerlendirmesinde ise beynin sol tarafında bulunan konuşma zantralı ile bağlantı sağlıyarak farkı bir algılama ortaya çıkarabilmektedir.

Bu çalışmalar insanlar ve maymunlar arsında algılama farklılığı ile başlatılmış,
daha sonra bu kadın erkek arasında devam ettirilmişdir.
Bu yenilikle beynin karanlıkda kalmış olan gizemlerin cözülebilmesi için yapılan çalışmalardan bir tanesi olarak değerlendirilmektedir.

Neden bu yazı diye soracak olursanız.Onuda sizlerin yorumlarınıza bırakıyorum.

Saygılarla.

Çarşamba, Şubat 25, 2009

SAMAN NEZLESI..



Önümüzdeki aylarda alerjilere duyarlı olan insanları bekliyen; halk arasında da "Saman Nezlesi" olarak nitelendirilen doğada uçuşan Polen'lerin neden olduğu rahatsızlık onları beklemektedir.
Akciğer uzmanların tavsiyesi, bu alerjiye karşı.Bağışıklılık terapisinin yapılmasının gerekli olduğudur.
Bu terapinin en az dört veya sekiz hafta önce başlatılması gerektiğininde üstüne basmaktadırlar.

Erken başlanan bu terapi sayesinde; Polen'lerin havada ucusu zamanında, duyarlı hastalarda çok hafif bir şekilde geçtiği hatta hiç bir araz görülmediği tesbit edilmişdir.Erken alınan haplar sayesinde bağışıklık sistemimiz kuvvetlendiği görülmüsdür.
Genellikle bu alerji altı yaş altı çocuklarda % 3-7 olarak daha büyük çocuklarda %
13 lere ulaştığı görülmektedir.

Temelde iki yöntem vardır:

* Deri altı: Sorumlu alerji deri altına bir Enjektör ile enjekte edilerek (allerjileri) tetiklenmesini sağlar.

*Dil altı: Ağız yolu ile tablet veya damla olarak alınıp ağız boşluğumuzdaki
tükrügümüze karışarak sistemin bağışıklılığını sağlıyabilir.

Dikkat edeceğimiz konumlardan bir taneside alacağımız damlanın serin yerlerde saklanması gereklidir.Alımın ev ortamında olmasıda tavsiye edilmektedir.
Hap olanlarını ise yanımızda taşıyabilir.Gerekli anlarda dil altına koyarak eritebilme olağınımız vardır.

Erken başlatılan bu terapi bu tür alerji rahatsızlığı çekenlerin verilen alergenlerin kan dolaşıma karışmasıyla bağışıklık sağlamasını sağlamaktadır.İlerde
alergenlere alışan bağışıklılık sistemi onlarla mücadele etmeyi bırakmaktadır.Her iki metod sayesinde bu rahatsızlığımızı yenebiliriz.Terapinin muhakkak doktor kontrolü altında olması gereklidir.Tedavi aşağı yukarı 3 yıl sürmektedir.

Zarasız gibi görülen bu alerji "Saman Nezlesi" hafife alınmamalıdır.Başlangıçda burun ve gözlerde sulanma yanma olarak görülsede.İlerde solunum yollarında görülmekte hatta son evresi akciğer rahatsızlıklarınada yol açmaktadır.
Uzmanların yapmış olduğu araştırmalar bügün ihmaller neticesinde % 40 larda olduğu son on onbeş senelik zaman diliminde görülmüşdür.

Son evreye ulaşıldığı taktirde böyle bir terapinin fayda vermediğide acı gerçeklerden biridir.

Eğer böyle bir alerjimiz varsa Polen zamanından en az iki ay evvel doktorumuz kontrolü altında bir an evvel tedaviye başlamımız gerekmektedir.

Saygılarla.