Salı, Ekim 31, 2006

NEFES ALAMIYORUZ !...



"Adamın biri birgün kendini asmak için ipin bir ucunu ağaca bağlamış diğer ucunuda beline dolamış, onu gören biri sormuş.
-Ne yapıyorsun orada,
-Görmüyormusun kendimi asıyorum.
-Iyide boğazına dolaman gereken ipi,neden beline
-Denedim ama o zamanda nefes alamıyorum."
Bizim dün yazmis oldugumuz yazida vücudumuzun kendi sistemi icersinde ne kadar harika bir sekilde calistigini gördük.Cok sükürki bizler o sisteme müdahale edemiyoruz.
*** Önümüz kis havalarin sogumasi ile Sehirlerimizin bir cok bölümlerinden ucuz yakit olarak gene kömür dumanlari saracak.Trafigin yarattigi smok hava kirlenmesi!..
*** Fabrika atiklari,Zehirli variller.Ve solunum yollarinda acacagi zararlar.
*** Carpik yapilasma neticesin de yesil alanlarin yok olma derecesine gelmesi.Hafta sonu piknikciligi,Kirsal alandaki andizlarin halen yakilmasi kaybolan Ormanlarimiz.
*** Siyasi düzen de belirsizlikler,Toplumun gittikce hircinlasmasi,is hayatimizda ki belirsizlikler.Egitim devresini bitirdikten sonra ki karamsarlik.Nefes alamiyoruz.

Bu yapay islevin kahramanlari bizler degilmiyiz.Benceziniz iki örnek gectim.Gerisi size kaldi sizi nefes almakta zorliyan ne ki!...
Saygilarla.

Pazartesi, Ekim 30, 2006

NASIL NEFES ALIYORUZ?



Nefes alıp verme düzeninizi hiçbir zaman kontrol etmiyorsunuz. Çünkü bazı hücreleriniz bu kontrolü sizin yerinize yapıyor. Eğer nefes alma düzeni bizim kontrol ve dikkatimize bırakılmış olsa, nefes almayı unuttuğumuzda, uykuya daldığımızda ya da başka bir işle meşgul olduğumuzda nefessizlikten ölebilirdik. Nefes alıp verme düzeninizi hiçbir zaman kontrol etmiyorsunuz. Çünkü bazı hücreleriniz bu kontrolü sizin yerinize yapıyor. Eğer nefes alma düzeni bizim kontrol ve dikkatimize bırakılmış olsa, nefes almayı unuttuğumuzda, uykuya daldığımızda ya da başka bir işle meşgul olduğumuzda nefessizlikten ölebilirdik. Her insan için hayati bir öneme sahip olan nefes alma işlemi, solunum merkezi tarafından düzenlenir. Bu merkez bir mercimek tanesi büyüklüğünde olup beynimizin bir uzantısı olan "beyin sapı" denen yerdedir ve başlıça üç grup sinir hücresinden oluşur: Birinci grup hücreler solunumun temel ritmini belirlerler ve içimize hava çekmemiz için emir verirler. Böylece ihtiyacımız olan havayı içimize çekmiş oluruz. İkinci grup hücreler ise solunumun hızını ve gidişatını belirlerler. Ancak ikinci grup hücreler devreye girdiğinde, birinci grup hücrelerin faaliyetini bir sinyalle durdururlar. Böylece akciğerin hava dolum bölümü kontrol edilir ve nefes alıp vermemiz hızlanır. Üçüncü grup hücreler ise normal nefes düzeninde aktif değildirler. Ancak yüksek oranlarda soluk alıp vermek gerektiği zaman devreye girerler, karın kaslarımıza sinyal gönderip solunuma katılmalarını sağlarlar. Tüm bu anlatılanlar hayatta kalmamız için yeterli midir? Hayır. Solunum kimyasal olarak da kontrol edilir. Bizim nefes alıp vermemizin amacı kandaki oksijen ve karbondioksit miktarlarının belirli bir oranda kalması içindir. Bu orandaki değişiklikler ise solunum merkezindeki bir grup hücreyi harekete geçirir ve solunumdaki bozulan değerler, olması gereken düzeye çok hassas değişiklikler ile getirilir. Kandaki oksijen miktarının solunum merkezine doğrudan bir etkisi yoktur. Ancak beynin dışında, şah damarı gibi bazı büyük damarlarda bulunan çok hassas alıcılar, kandaki oksijen belli bir düzeyin altına indiğinde solunum merkezine sinyaller gönderirler böylece solunumda çok hassas değişikliklerle gerekli düzeltmeler yapılır. Bizim hayatta kalmak için ne kadar oksijene ihtiyacımız olduğunu bir grup hücre nasıl bilmektedir? Bilimin ancak son 20 yılda ortaya çıkardığı bu akıl almaz mekanizmayı hücreler ilk insandan bu yana nasıl bilmektedirler? Üstelik bu öylesine hassas bir mekanizmadır ki, hayatımız boyunca otururken, koşarken ya da uyurken hiç hata yapmaz. Vücudumuzdaki 100 trilyon hücreye her an tam ihtiyacı olan oksijen taşınır ve zararlı olan karbondioksit ve hidrojen iyonu gibi atıklar derhal uzaklaştırılır.
Saygilarla.

Pazar, Ekim 29, 2006

CUMHURIYETIMIZ 83 YASINDA.




Blog images


Cumhuriyetin İlanı, milletin yönetilme şeklinin belirlenmiş olduğu, Atatürk'ün siyasi devrimlerinden bir tanesidir. Türk Kurtuluş Savaşı sırasında kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde 25 Ekim 1923'te ortaya çıkan kabine bunalımı sonucunda, bu yönetim şeklinin kusurları daha net ortaya çıkmış ve 29 Ekim'de Anayasanın ilgili maddeleri değiştirilerek, ülkenin yönetim şekli cumhuriyet olarak belirlenmiştir.

Saltanatın kaldırılmasının ve Lozan Antlaşması'nın ardından TBMM'de en çok tartışılan konulardan biri, yeni devletin niteliği sorunuydu. Hükümetinin dayandığı prensipler demokratikti ama bir taraftan da adı "Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti" idi. Kendisi bir hükümet olan TBMM'nin ayrı bir hükümeti ve bu hükümeti yönetecek bir başbakanının bulunmaması, meclis içinden bakanların seçiminde adayların gerekli oyu sağlamakta güçlük çekmeleri, sürekli sorunlara yol açmaktaydı. Bu şekil demokrasi idarelerinden hiç birine benzemiyordu.

Atatürk'ün tavsiyesi ile 27 Ekim 1923'te Ali Fethi (Okyar) Bey başkanlığındaki hükümetin istifası ve Cumhuriyet Halk Partisi grubunun yeni hükümet listesi üstünde anlaşmaya varamaması üzerine, Atatürk 28 Ekim gecesi arkadaşlarını toplayarak sorunun gerçek çözümüyle ilgili düşüncesini açıkladı ve İsmet İnönü'yle o gece, devletin niteliğinin cumhuriyet olduğunu saptayan bir yasa tasarısı hazırladı.

29 Ekim günü, Halk Partisi Meclis Grubu Bakanlar Kurulu listesi üzerinde anlaşamayınca, bazı milletvekilleri Mustafa Kemal'den fikir sorulmasına karar verdiler. Mustafa Kemal, Gruptan bir saat mühlet istedi. Bu müddet zarfında birçok milletvekilini odasına çağırarak gece hazırladıkları kanun tasarısı hakkındaki düşüncelerini öğrendi. Sonra grup toplantısında söz alarak Anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesi gereğini açıkladı ve okumak üzere tasarıyı katiplerden birine verdi. Tasarıda: "Hakimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanır. Türkiye Devletinin hükümet şekli Cumhuriyettir" gibi esaslar vardı. Uzun görüşmelerden sonra Cumhuriyetin ilanı parti grubunda kabul edildi. Sonra derhal Büyük Millet Meclisi toplandı. Evvela Anayasa Komisyonunun tutanağı okundu. Milletvekillerinden Yunus Nadi, Vasıf Çınar, Eyüp Sabri, Rasih Hoca kürsüye çıkarak cumhuriyetten yana ateşli nutuklar söylediler. Şair Mehmet Emin (Yurdakul) heyecanlı bir konuşmadan sonra bütün milletvekillerini "Yaşasın Cumhuriyet" diye bağırmağa davet etti. Bütün milletvekilleri ayağa kalkarak üç defa "Yaşasın Cumhuriyet!" diye bağırdılar. 29/30 Ekim 1923 Pazartesi saat 20.30'da kanun kabul edildi. Artık Türk Devletinin adı konmuştu: Türkiye Cumhuriyeti.

Aynı toplantıda Büyük Millet Meclisi oy birliği ile Cumhurbaşkanlığına Ankara Milletvekili Gazi Mustafa Kemal'i seçti. Türkiye'nin ilk Cumhurbaşkanı vakur ve sevinçli bir yüz ile kürsüye çıktığı zaman büyük bir alkış kopmuş, bu sürekli alkışlar arasında konuşan Mustafa Kemal, "Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır" cümlesiyle konuşmasına son vermiştir.
BAYRAMIMIZ HEPIMIZE KUTLU OLSUN.
Saygilarimla.

Cumartesi, Ekim 28, 2006

TEKNOLOJİ DOĞADAKİ CANLILARI ÖRNEK ALIYOR


Hızlı Trenler İçin Kuşların Uçuş Yöntemleri Örnek Alınıyor

Japon mühendis ve bilim adamları "500 serisi" olarak adlandırılan hızlı trenleri tasarlarken önemli bir problemle karşılaşmışlardır: Gürültü. Çözümü kuşların mükemmel yapılarında arayan Japonlar, çok geçmeden aradıklarını bulmuş ve başarılı bir şekilde uygulamışlardır.
Bir Baykuşun Uçuşu ve Hızlı Trenin Gürültüsü
Japonların ürettiği hızlı trenlerde "güvenlik" en önemli konulardan biridir. İkinci konu ise, Japonya çevre standartlarına uyumdur. Japonya dünyadaki demiryolu işletmeleri içerisinde en katı "gürültü standartları"na sahiptir. Bugün mevcut teknolojileri kullanarak daha hızlı gitmek oldukça kolaydır. Ancak bununla beraber daha sessiz gitmek nispeten zordur. Japon Çevre Bakanlığı'nın düzenlemelerine göre, yerleşim merkezlerinde bir demiryolunun 25 metre uzağında gürültü seviyesi 75 desibel veya daha az olmalıdır. Kırmızı ışıkta duran arabaların yeşil ışık yandığında aynı anda kalktıklarında oluşan gürültü 80 desibeli geçmektedir. Bu değerlerle yapılan kıyaslama "Shinkansen" olarak adlandırılan hızlı trenin ne kadar sessiz olması gerektiğini ortaya koymaktadır.
Trenin belli bir hıza ulaşana kadar çıkardığı sesin nedeni, tekerleklerin raylar üzerindeki hareketidir. Ancak hızı 200 km/s olduğunda sesin asıl kaynağı, trenin hava içindeki hareketiyle ortaya çıkan aerodinamik gürültüdür.
Aerodinamik gürültünün oluşmasındaki bir numaralı etken ise tepedeki tellerden elektrik almak için kullanılan pantograflar veya akım toplayıcılardır. Normalde kullanılan dikdörtgen şekilli pantograflarla gürültünün azalmayacağını fark eden mühendisler, araştırmalarını hızlı ama sessiz hareket eden canlılar üzerinde yoğunlaştırmışlardır.
Baykuş, tüm kuşlar içinde en sessiz uçuşu gerçekleştirir. Baykuşların düşük sesle uçmasının ardındaki sırlardan bir tanesi, kanatlarındaki kıvrımlardır. Baykuşların kanatlarında diğer kuşlarda bulunmayan pürüzlü tüyler vardır. Bunlar gözle bile görülebilirler. "Aerodinamik ses" hava akımında oluşan girdaplardan kaynaklanır. Girdaplar büyüdükçe ses de artar. Baykuşun kanadında pek çok pürüzlü çıkıntılar olduğundan, büyük girdaplar yerine küçük girdaplar oluşur ve baykuş son derece sessiz bir uçuş gerçekleştirir.
Japon mühendis ve tasarımcılar, doldurulmuş bir baykuşu rüzgar tünelinde teste tabi tuttuklarında, bu kuşun kanat yapısındaki mükemmelliği bir kez daha görmüşlerdir. Sonunda trenin üzerindeki gürültüyü, baykuşun sahip olduğu düzensiz tüy prensibine benzeyen kanat şeklinde pantograflar kullanarak etkin biçimde azaltmayı başarmışlardır. Bu sayede Japonların doğadan esinlenerek taklit ettikleri pantograf benzeri sistem, "işini en sessiz olarak yapan" ünvanını almaya hak kazanmıştır.
İskele Kuşunun Suya Dalışı ve Hızlı Trenin Tünele Girişi
Hızlı trenin çalıştığı hat üzerinde tüneller vardır. Bu durum, mühendisler için çözülmesi gereken başka bir problem oluşturmuştur. Tren tünele yüksek bir hızla girdiğinde atmosferik basınç artar ve gel git dalgaları gibi dalgalara dönüşerek tünelin sonuna ses hızı ile ulaşır. Çıkışa vardıktan sonra ise dalga geri döner. Basıncın bir kısmı tünelin çıkışında serbest bırakılır ve bazen bir patlama sesi oluşur.
Dalgaların basıncı atmosferik basıncın binde birinden az olduğu için "mikro basınç dalgaları" olarak adlandırılır. Dalgaların oluşumu ise aşağıdaki resimde görüldüğü gibidir.
Basınç dalgasının etkisiyle oluşan gürültü, insanları rahatsız edecek kadar fazla olur. Tünellerin çok daha geniş yapılması ile bu gürültü azaltılabilir ancak tünellerin kesit alanlarını büyütmek hem zor hem de çok masraflıdır.
Bunun üzerine mühendisler trenin kesit alanını azaltıp burun kısmını yeterince sivri ve pürüzsüz hale getirmenin çözüm olabileceğini düşünmüşlerdir. Nitekim bir deneme treni üzerinde bu fikirlerini uygulamışlar ama yapılan denemede trenin neden olduğu mikrobasınç dalgalarını ortadan kaldıramamışlardır.
Bu sorun karşısında doğada benzer durumların olabileceğini düşünen mühendis ve tasarımcıların aklına "iskele kuşu" adlı kuş gelmiştir. İskele kuşu da suya dalarken, tıpkı trenin tünele girdiği zaman hava direnci nedeniyle ani değişiklikler yaşamasına benzer değişiklikler yaşar. Çünkü iskele kuşu avlanmak için, direnci az olan havadan direnci çok olan suya dalar.
Bu durumda 300 km/s ile giden trenlerin de iskele kuşunun gagası gibi dalışını kolaylaştıran bir buruna ve ön yüze sahip olması gerekir.
Japon Demiryolları Teknik Araştırma Enstitüsü ve Kyushu Üniversitesi'nde yapılan araştırmalarda, tünelin mikro basıncını baskılamak için, "dönel paraboloid"in en ideal şekil olduğu ortaya çıkmıştır. İskele kuşunun gagası yakından incelenecek olursa alt ve üst gaganın kesitinin de aynen böyle olduğu görülür. İskele kuşundaki bu eşsiz yapı sadece bir örnektir. Allah, doğadaki tüm canlıları, hayatlarını devam ettirmelerine imkan tanıyacak kusursuz yapılarla insanlara örnek olacak şekilde yaratmıştır. Kaynak.I.Mercek
Saygilarla.

Cuma, Ekim 27, 2006

ACABA BIR GARIPLIKMI VAR!..


"Ölen ya da kaybolan işçi yok"

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Kazakistan'da Türk ve Kazak işçiler arasında çıkan kavgada hayatını kaybeden ya da kaybolan Türk işçisi bulunmadığını açıkladı. Bakan Başesgioğlu, Kazakistan Çalışma Bakanı'na bir mektup yazarak olaylardan dolayı kaygılandığını bildirdi.
E.Sabah.
Üc gündür Tv.lerde cep telefonlarindan cekilen olaylarla ilgili haberler yayinlaniyor.Acilen getirilen isci guruplari ve yapilan röportajlardan oradaki vahset anlatiliyor.Sonunda bir gazetemizin Elektronik sayfasindan yetkili Bakanligin kamu oyuna acikladigi 4 kelime.
Gene haberin arkasindan 4 gencin arkadaslarinin kafasina dayadigi tabanca haberi.Ifadeleri alindiktan sonra serbest birakilmalari.
Ve son olarak 1459 km gezileri sirasinda Wild West'i kiskandiracak sekilde katliami yapan kisiler boy aliyor.Büyük harflerle bir tanesinin daha evvel adam öldürmüs oldugu ve Af ile saliverilmis.Bu arada zanlilarin ve Avukatin yorumlari yazmaya elim varmiyor.Her öldürdükleri kisi icin Agarlastirilmis müebbet alacaklarmis.Top yekün 36 Ay tabii bu arada yeni bir af ugramazsa.
Kisaca Deprem ile ilgili yorumla alisa gelmis haber bülteni hepimizin merakla bekledigi kismi geliyor.A sanatcimizdan baslanarak Z sanatcimiza kadar bu bayram tatilinde kacar para kazandiklari en ufak detayina kadar anlatiliyor.
Iyi ki varsin Özel tv'ler yoksa Dünya dan haberimiz olmiyacakti.
Yukardaki haberleri seyredemiyenler icin not ettim.Isterseniz yorum yazabilirsiniz.Ben de not defterimi cikarip hangi dizileri seyredecegime bakayim.
Saygilarla.

Perşembe, Ekim 26, 2006

MARAS DONDURMASI....


Bir evvelki yazimizda sözde (Italyan Dondurmasi) Soft dondurmasini nasil yiyebilecegimizin inceliklerinden bahs etmistik.Bu gün ise bizlere has kendi dondurmamiz hakkinda birazcik bilgi vermek istiyorum.Maras Dondurmasi afedersiniz Kahraman Maras Dondurmasi:Nispeten düşük hacım genişlemesi (overrun), kendine özgü hoş lezzeti (tat ve koku ) ve aroması, özlü biraz çiğnenebilen elastik (sert, esnek) tekstürü, homojen (tekdüze, yeknesak) parlak beyaz rengi, erimeye karşı dayanıklı olması ve düşük sıcaklıkta (~-18ºC) niteliklerini uzun süre muhafaza etmesiyle, meshur.Elimizde böyle bir imkan var iken halen civik civik emitasyon bir Dondurma ile halen ugrasiyorsak herhalde bir yerlerde yanlis yapiyoruz.Tipki 40 senedir Avrupa Birligine girme cabasi gibi.Sakin yanlis anlasilmasin bu birligin bir üyesi olamanin bizlere getirecegi bir cok alternatifler olacaktir.Eger bu konuda sokakda ki insan bilgi sahibi oldugu zaman.Ben bu birligin üyesi olan bir ülke de 40 senedir yasamaktayim.Faydalarini gördügüm kadar negatif yönleride beni etkilemistir.Negatif yönlerin cogalmamasi icin secip o birlige benim hak ve isteklerimi yerine getirebilecek.Diger ülke lerin bana zarar verecek konumlarimda beni temsil edebilecek parlementerleri secebilme hakkim var.Peki bu konumda yasadigim ülkede
sokakda ki vatandas ne kadar bilincli.Tam olarak Birligin calismasina dair bir bilgi sahibi degil,olmasi da gerekmiyor.Cünki kafalarinin karismasi olanagi cok.Ama sokaktaki vatandas kendi isi ve sosyal haklari hakkinda almis oldugu bilgi onun icin yeterli olabiliyor.Bu gün saglik sektöründe calisan dan tutun da Hukuk, ve sosyal bölümlerde calisanlar kendi mesleki ve yasamlari icersinde bu birligin yasalarini günü gününe takip ediyorlar.Negatif yönlerinde de.
Sivil toplum calismalari ile secmis olduklari parlementerlere isteklerini ulastirabiliyorlar.Peki gelelim bizim konumumuza 40 senelik bir maraton icersinde bu
birlige üye olabilmek icin ugrasiyoruz.Bu gelmis gecmis bir cok hükümetler cercevisinde sürüp durmakta.Hele bu uzun maraton son seneler icersinde 100 metre kosuya dönerek pespese gelen uyum yasalarla birakin sokak da ki vatandasi ilgili mercileri bile bir kaosa sürüklemistir.Bilgi sahibi olan vatandaslarimizin sayisi o kadar azdir ki hepsi egitmen olarak simdiye kadar yapilmis olanlar hakkin da bilgi vermeye kalksalar 80 milyon insanimiza anlatma olanaklari yok denecek kadar azdir.Bu birligin bir üyesi olabilmek icin diger ülkelerin üyelerine neler verebiliriz.Oradaki Parlementerlerin kendilerini sectikleri vatandaslarina karsi bir
sorumluluklari oldugunu unutmamiz lazimdir.Cünki onlar alt tabanlarina , yeni bir üyenin onlara getirecegi avantajlari izah etmek zorundadirlar.Bu cerceve icersinde bizden beklenen seyler gayet dogal bir görünüm icersinde olmaktadir.Peki bu kadar ödün vermeye mecburmuyuz.Tabiki hayir elimizde bize has bir Dondurmamiz oldugunu unutmiyalim.Cografi yönden "Mittel Punkt" Merkezi bir konumdayiz.Bu demektirki yeni pazarlar ve iliskiler kurabilecegimiz,ülkeler Yeni yapim icerikligin de cabaliyan Rusya,elindeki doga degerlerini degerlendirmeye cabalayan Türki devletler.Bunalimlar yasiyan Arap ülkeleri,Akdeniz'in Afrika bölümünde yasiyan ülkeler.Daha da fazla acilmadan bu ülkelerle ilskilerimizi ilerletebiliriz.Bizleri cok yakindan takip ettikleri her firsatta ortaya cikmaktadir.Iste AB ye sunabilecegimiz en büyük bir alternatiflerden bir tanesi.Onlarin da bu pastadan faydalanmalari bizim bu birlikte ne kadar avantajli bir ülke oldugumuzu alt tabana anlatmalarini sagliyacakdir.Önümüzde daha bir cok seneler var bu birligin isteklerini yerine getirmek icin 100 metre kosumuna kalkmak yerine.Birazda 400 metre bayrak yarisina döndürmenin bize daha cok fayda sagliyacagi kanisindayiz.Unutmiyalim elimizde dayanikli K.Maras Dondurmamiz var.Birakalim illa da civik civik eriyen Soft Dondurmasini.
Saygilarla.

Pazartesi, Ekim 23, 2006

MUTLU BAYRAMLAR


Buyurun Tatli yiyelim,Tatli tatli yazip okuyalim Dostlar.

Cuma, Ekim 13, 2006

DONDURMA


Efendim bugünün konusu dondurma nasil yenir.Yukardaki resimde görülen dondurma siradan bir dondurma degildir.O bir teknoloji imalati adi da Soft Eis denilen bir dondurmadir.Eger almaya karar verirseniz.Onunla cogu zaman yaz mevsiminde dükkan önlerin de veya park ve eglence yerlerinde karsiniza cikar.Eger almaya karar verdiniz ise onu nasil yemeniz lazim.Efendim elinizi mümkün mertebe vucudunuzdan uzak tutmaniz gerekir.Diger hususta
dilinizi dondurma cevresinde mümkün mertebe devamli dolastirmaniz lazimdir.Sakin dondurmayi degil; yanliz dilinizi.Tabi yaninizda cocugunuz varsa ona bir yedek tisort ve bol miktarda mendil...Eger yazida buraya kadar okuyarak geldinizse, tebrik ederim sizleri.Ben olsam bu kadar dayanamazdim.Esas mevzumuz su anda yukardaki dondurmaya benziyen Avrupanin tutumu.Avrupa Birligi ile ilgili yaptirimlar onlarin tahmin edemiyecegi gibi gidince yeni taktikler yönüne gitmeye basladilar.Ellerinde yazili. Ne sartlar icinde bu birlige katilabilmemiz gerekecegine dair kararnameler mevcut.Her gecen gün onlarin tahminlerinden cok daha hizli bir Türkiye beklemiyorlardi.Bizleri cok iyi tanidiklari icin bazi gereken tedbirleri önceden almaya basladilar.Mesela hic islerine gelmiyecek bir sekilde Güney Kibrisi kabul etmeleri ki prensiplerine cok aykiri olmasina ragmen.Kendi iclerinde cok daha belirgin olmasina ragmen azinlik problemleri.Avrupa Türklerin din anliyisini yüzlerce sene, kendi icinde yasamis olmasina ragmen simdi akli sira "Kolombo'nun Amerika'yi yeniden kesfetmesi" gibi ortaya cikariyor.Tabi saymaya kalkicak olursak daha yüzlerce engebe ve önümüze konulmayi sirada bekliyen cok daha seyler olacaktir.
Tabii bu arada bizlerde onlarin yaptigi bu durumlar karsisinda yeni yeni kelimeler üretmeye calisiyoruz. Örnek " Medeniyetler catismasi" gibi.O dedikleri sey son yarim asirda kesfedildi ondan evveli yoktu.Peki bizi istemiyorlarsa resmen söylesinler biz de artik umutlarimizi keselim.Ne umutsa onuda anlamis degilim.Esasinda Halkimizin % 90 AB ile ilgili bir bilgiye sahip degil.Alin elinize bir mikrofon yillarca bu birlik icinde olan Almanya da bir röpörtaj yapmaya kalksaniz.Bu gün bunu avrupalinin % 50 si size izah edemez.Bu durumda biz deki oranin coklugu kimseyi sasirtmasin.Bizim bu toplulukdan kopmamiz.Yasli Avrupa icin ileriye dogru büyük bir tehlike teskil ediyor.Yapi olarak cok degisik bir milletiz.Her seyden önce cok dayanikliyiz.Istedigimiz zaman akillari karmakarisik duruma getirecek seyleri yapabilecegimizi Avrupali cok daha iyi anlamis durumunda.Uyum konusunda kendilerinden cok daha hizli yol alabiliyoruz.Bu durum karsisinda bizleri kaybetmek istememelerine ragmen, tam bir üyelik verip kontrolü elden kacirmak istemiyorlar.Iste tipki yukarda ki Soft Dondurma gibi erimeye
basliyip her tarafimiza bulasmaya calisiyorlar.Unuttuklari bir konu daha var.Bizim kendimize has bir Maras dondurmamiz var.Damak tadimiza uygun öyle civik civik olmiyan bir dondurma.
Ha bu arada Soft Dondurmayi bize Italyan Dondurmasi diye zamaninda kakalamislardi.
Italyanlarin kendine has dondurmasini sanki bilmiyormusuz gibi.Efendim bu Donduma konusu cok mühim.Isterseniz yarinda biraz Avrupa'ya elimizde olan Maras dondurmasini tarifini gösterelim.
Hürmetler.

Perşembe, Ekim 12, 2006

SUDA YÜRÜYENLER..



Bir kimse size suyun üstünde yürümek ten bahsetse, hayal gücünün çok geniş olduğunu ya da bunun ancak illüzyonla mümkün olabileceğini düşünürsünüz. Bizim için imkansız olan bu yetenek, istisni birkaç canlı için son derece olağan bir yaşam şeklidir. Suyun üstünde hayranlık uyandıran bir hareket kabiliyeti sergilerler. Bir kimse size suyun üstünde yürümek ten bahsetse, hayal gücünün çok geniş olduğunu ya da bunun ancak illüzyonla mümkün olabileceğini düşünürsünüz. Bizim için imkansız olan bu yetenek, istisni birkaç canlı için son derece olağan bir yaşam şeklidir. Suyun üstünde hayranlık uyandıran bir hareket kabiliyeti sergilerler. Su üzerinde yürüyen canlılar, adeta bilim adamlarının yıllardır yaptıkları gözlemler, araştırmalar ve hesaplamalar sonucu ortaya çıkardıkları doğa kanunlarını biliyormuşçasına hareket ederler. Hatta bu kanunların önceden hesaba katıldığı kusursuz bir tasarımla dünyaya gözlerini açarlar. Suyun üstüne her ne koyarsanız koyun az ya da çok ıslanacaktır. Ancak Basilisk kertenkeleleri, Balıkçı örümcekler ve Gerid böcekleri gibi doğadaki bazı canlılar ise hiç ıslanmadan suyun üstünde durabilme yeteneğine sahiplerdir. Buradaki asıl hayret verici yön, suyun üstünde yürüyen canlıların suyun kaldırma kuvvetinden, yüzey gerilimi kanunlarından, ağırlık, uzunluk, yoğunluk gibi kavramlardan haberdar olmadan suyun yüzeyinde son derece güvenle nasıl gezinebildikleridir. Ayrıca organik bir beyinden bile yoksun küçücük böcekler, kertenkeleler böylesine istisnai bir özelliğe nasıl sahip olabilmektedirler? Bu teknik bilgilere sahip olan pek çok bilim adamı vardır. Ancak böyle bir yeteneği ne kendilerinde ne de bir başka canlıda uygulamaları mümkün değildir. Yüzey gerilimi kanunu Bu canlıların su üstünde durabilmelerini sağlayan başlıca sebeplerden biri yüzey gerilimi kanunlarından faydalanmalarıdır. Yüzey gerilimi, su gibi sıvıların molekülleri arasındaki karşılıklı çekimden kaynaklanır. Moleküller birbirlerini çektiklerinde, biraraya gelme eğilimi göstererek, yüzey gerilimi oluşturur ve dış yüzeylerini en az miktarda tutmaya çalışırlar. Bu nedenle sıvı damlaları yüzey alanlarını küçültmek için küresel bir şekil alırlar. Örneğin bir damla su, hacmi için en az yüzey oluşturacak bir şekil almaya eğilimlidir. Eğer bir su damlası moleküllerinin birbirlerine olan çekiminden, daha az çekimle bir yüzeye düşerse, o zaman düzleşmiş bir küre gibi yuvarlaklaşacaktır. Örneğin balmumu sürülmüş bir arabaya düşen bir yağmur damlası gibi. Eğer su molekülleri yüzeye birbirlerine olduklarından daha güçlü bir çekimle bağlılarsa, su damlası yüzey üzerine ince bir tabaka gibi yayılacaktır. Yüzey geriliminin bu tarifini şöyle bir örnekle de gözümüzde canlandırabiliriz: Ağzına kadar su dolu bir bardağa yandan baktığımızda suyun bardaktan taşmadan hafif bombeli bir şekilde bir bütün olarak durduğunu görürüz. Bardaktaki su, yüzey gerilimi sayesinde dökülmeden birarada durur. Son sınırındaki bu birlikteliği bozacak bir damla eklendiğinde ise su bardaktan taşar. Kanuna göre hareket eden canlılar! İşte buradaki ince sınır, su üstünde yürüyen canlılar için de geçerlidir. Örneğin su üstünde yürüyen bir böcek yüzey gerilimi ile ilgili fizik kanunlarına uygun hareket ettiği için bunu başarır. Peki küçücük bir böcek bilim adamlarının yakın zamanda keşfettikleri bu bilgileri nereden bilmektedir? Elbette ki bir böceğin bir fizik kanunu hesap ederek hareket etmesi kendisine ait bir özellik olamaz. Bu davranışlar Allah ' ın bu canlıya ilhamıdır. Bizim için birinci dereceden önem taşımayan bu kanunlar, kimi canlılar için hayati bir öneme sahiptir. Tek başına bu da yeterli değildir. Çünkü öncelikle bu canlıların su üstünde durabilecek özel bir yapıya sahip olmaları gerekmektedir. Nitekim bu canlılar da sahip oldukları özel tasarımla suyun içine gömülmeden yaşarlar. Bu tasarımın en önemli parçasını, böceğin ıslanmasını engelleyen, balmumuyla kaplı bacakları oluşturur. Her bacağın ağırlığı suyun yüzeyine bir baskı uygular; su da sanki yüzeyini düzleştirmek ister gibi böceği yukarı iter ve bu baskı alanını küçültür. Suyun yukarı kaldırma gücü ile böceğin ağırlığı dengelendiğinde, suyun yüzey gerilim seviyesi son noktasına ulaşmış olur. Eğer böcek iki bacağını suyun üzerinden kaldırırsa kalan dört ayak, su yüzeyine biraz daha fazla baskı uygulamış olur. Bu bakımdan yüzey gerilimi böceğin hayatta kalabilmesi için son derece önemlidir. Aşağı doğru uygulanan kuvvet, yani ağırlık, yukarı bir kuvvet ile -yüzey gerilimi x ayak-su-hava temas çizgisinin uzunluğu- dengelenmelidir. (Harun Yahya, Doğadaki Mühendislik) Örneğin biz, ayağımızın bizi su üzerinde tutması için çok büyüğüz. Çünkü ayağımızın uzunluğuna göre ağırlığımız çok fazladır. Örneğin ağırlığı 60 kilo olan bir kimsenin ayağının 8.000 metre uzunlukta olması gerekir ki, su üzerinde bu ağırlığı taşıyabilsin. Nitekim on miligramlık bir sivrisineğin sadece bir milimetrelik ayak uzunluğuna sahip olması yeterli olabilmektedir. Bu yüzden suyun üzerinde yürüyebilecek kadar küçük bir canlının, suyun içine dalması da mümkün olmaz. Bir milimetre uzunluğundaki bir böcek için suyun yüzeyi, bizim için bir çadırın bez duvarı nasılsa öyle bir sağlamlıktadır. Bu yüzden de bu sağlam yüzeyi delip geçmesi mümkün değildir. (Steven Vogel, Cat ' s Paws And Catapults, Mechanical Worlds of Nature and People, 1998, s. 48)


H.A.E. Saygilar.

Çarşamba, Ekim 11, 2006

KAN.



Pıhtılaşma sistemi olmasaydı ne olurdu? Hemofili denilen hastalık ortaya çıkar ve en ufak bir kanama durdurulamaz ve kan kaybından ölürdük. Peki yara olmadan kan damarda birdenbire pıhtılaşsaydı ne olurdu? O zaman da hayati organlara giden yollarda tıkanma olur ve yine hayatımızı kaybederdik. Pıhtılaşma sistemi olmasaydı ne olurdu? Hemofili denilen hastalık ortaya çıkar ve en ufak bir kanama durdurulamaz ve kan kaybından ölürdük. Peki yara olmadan kan damarda birdenbire pıhtılaşsaydı ne olurdu? O zaman da hayati organlara giden yollarda tıkanma olur ve yine hayatımızı kaybederdik. İnsan bedeninin hemen her bölümüne milyonlarca borudan oluşan bir tesisat -damarlar- döşenmiştir. Bu boru tesisatının içinde hiç durmaksızın akan bir kan nehri vardır. Zaman zaman insan bedeninde meydana gelen küçük bir çizik veya kesik sonucunda, derinin hemen altında bulunan bu boruların içinde akan kan dışarı sızar. Normal şartlarda olması gereken, vücuttaki bütün kanın -tıpkı dibinde delik açılmış bir su şişesi gibi- bu delikten dışarı akması ve küçük bir çiziğin bile insanı kan kaybından öldürmesidir. Ancak böyle bir durum hastalık halleri hariç- hiçbir zaman yaşanmaz. Söz konusu deliğin etrafında kan pıhtılaşmaya başlar ve deliği adeta bir tıpa gibi tıkar. Bu durum, dibi delinen bir şişenin içindeki suyun, dışarı akmamak için deliği onarmasına ve sertleşerek deliği tıkamasına benzer. Bu, kuşkusuz büyük bir mucizedir. Kanın bu özelliği dünyadaki her insanın hayatının kurtulmasına vesile olmaktadır. Aksi takdirde çok küçük bir yara bile insanların ölümüne neden olacaktır. Peki bu büyük mucize nasıl gerçekleşir? Kan nasıl pıhtılaşır? Bu sorunun cevabı incelendiğinde çok açık bir yaratılış mucizesi ortaya çıkar. Kan hücrelerinin görev bilinci Pıhtılaşma olayı, tıpkı otoyolda meydana gelen bir kazaya acil çağrılarla yetişen devriye ve ambulansların ilk yardımlarını anımsatan bir olaydır. Vücudun herhangi bir bölgesinde bir kanama olduğunda, ilk yardım trombosit adı verilen kan plakçıklarından gelir. "Von Willebrand" isminde bir protein ise, kaza yerini işaret ederek yardım isteyen bir trafik polisi gibi, trombositleri gördüğünde önlerini keser ve olay yerinde durmalarını sağlar. Olay yerine gelen ilk trombosit, tıpkı telsizle yardım ister gibi, özel bir madde salgılayarak, diğer ekipleri olay yerine çağırır. Dikkat edilirse gözle görülemeyen bir hücre ortada bir problem olduğunu anlamakta ve diğer mekanizmalarla haberleşebilmektedir. Diğer ekipler kendilerine gelen mesajı anlamakta ve kendilerinden isteneni yapmaktadırlar. Pıhtının oluşması Bu arada, vücutta yer alan 20'ye yakın enzim biraraya gelerek yaranın üzerinde trombin adında bir protein üretmeye başlar. Bu enzimlerden tek bir tanesinin olmaması sistemin işlememesi ve insanın hayatını kaybetmesi anlamına gelmektedir. Ancak herşey planlanmış ve sistem kusursuz bir şekilde kurulmuştur. Trombin sadece açık yaranın olduğu yerde üretilir. Bu, olay yerinde bulunan ilk yardım ekibinin, hasta için gereken ilacı olay yerinde imal etmeleri gibi bir olaydır. Üstelik bu üretim tam ihtiyaç kadar olmalıdır. Ayrıca bu proteinin üretimi tam zamanında başlamalı ve tam zamanında durdurulmalıdır. Başlama ve durdurma emrini trombini üreten enzimler kendi aralarında verirler. Yeteri kadar protein üretildikten sonra fibrinojen adında iplikçikler oluşturulur. Bu iplikçiklerin çok önemli bir görevi vardır: Kanın üzerinde bir ağ oluştururlar ve gelen trombositler bu ağa takılarak birikir. Bu birikim yoğunlaştığında ise kanın dışarı akışı durur. Yara tamamen iyileştiğinde ise kan pıhtısı yine benzer işlemlerle çözülür. (Harun Yahya, İnsan Mucizesi) Şimdi biraz durup düşünelim: Burada bahsedilen enzimler, proteinler, cansız, şuursuz, kör atomların farklı şekillerde dizilmelerinden oluşmuş yapılardır. Bunların her biri, yaralanma olayının en başından beri bir görev üstlenerek, en acil şekilde akan kanı durdurmak için organize olurlar, ilaç üretir gibi gerekli proteinleri üretirler, yardım için diğerlerine haber gönderirler, diğerleri haberin mahiyetini anlayıp derhal olay yerine gelir ve her biri görevini eksiksizce yerine getirir. Eğer bu hayati sistemde bir aksaklık olsaydı ne olurdu düşünelim: Yara olmadığı halde kan birdenbire pıhtılaşmaya başlasaydı ya da yaranın etrafında oluşan pıhtı bulunduğu yerden ayrılsaydı veya pıhtılaşmada rol alan proteinler arasındaki haberleşmede aksaklıklar olsaydı Bunlardan herhangi birinin olması durumunda kalp, akciğer veya beyin gibi hayati organlara giden yollarda tıkanma, kan kaybından ölme gibi durumlarla karşılaşırdık. Kanın pıhtılaşması denince, sadece gözle görülür yaralardaki pıhtılaşma akla gelmemelidir. Bacağınızı masanın kenarına ya da salonun ortasındaki sehpaya çarptığınızda çok sayıda kılcal damarınız parçalanır. Bu durum iç kanamalara yol açar, ancak pıhtılaşma sistemi sayesinde kanama hemen durur ve arkasından tamir işlemi başlar. Pıhtılaşma sistemi olmasaydı ne olurdu? Hemofili olarak nitelendirilen hastalık ortaya çıkardı. Hemofili rahatsızlığı olan kişilerin en ufak bir darbeden bile korunmaları gerekir. Çünkü özellikle hastalığın ileri aşamalarında çok ufak bir kanama bile durdurulamaz. Bu da hastanın kan kaybından ölümüne neden olur.


H.A.E. Saygilarla.

ATOM..../TAS DEVRI !..





EİNSTEİN VE ATOM BOMBASI

Evet. Einstein ve Atom Bombası... Çok az buluşun insanlık üzerindeki etkisi; Einstein'in, daha sonra bize barışçıl nükleer enerjinin kapısını açtığı gibi atom bombası ile hidrojen bombasının kapılarını da açan Özel Görelilik Kuramınınki kadar büyük olmuştur.
Bu, atom bombasının doğuşunun öyküsüdür. İşin tamamlanması, Einstein'in 1905'te Berne parklarında dolaşırken kuramın ilk ışıklarını görmesinden 1945'teki New Mexico şafağını paramparça eden patlamaya dek 40 yılı bulmuştur. Özel Görelilik Kuramının bir çok yönü vardır, fakat bizi burada ilgilendiren Einstein'in, Güneşin çekirdeğinde bulunabilecek kadar yüksek ısılarda maddenin nasıl enerjiye dönüşeceğini gösteren ünlü E=mc² denklemidir. Burada, denklemde geçen c saniyede 186.282 mil (yaklaşık 300.000 km) gibi inanılmaz bir hız olan ışığı göstermektedir. Dolayısıyla, çok küçük miktardaki bir maddenin (Uranyumun ya da Plütonyumun) dev miktarda bir enerji açığa çıkaracağı görülecektir.1905'te Einstein'in kendisi bile, insanlığın bunu patlatabileceğine hiç inanmıyordu, ama bu, atom enerjisinin ilkesidir.Radyasyon, uzayda saniyede 200.000 km. gibi çok yüksek bir hızda hareket eden, Gama ışınları, nötronlar, elektronlar ve benzeri birkaç tip atom-altı parçacıktan oluşur..Bu parçacıklar, insan vücuduna kolaylıkla nüfuz edebilir ve vücudu oluşturan hürelere hasar verebilirler. Bu hasar da ölümcül bir kanserin ortaya çıkmasına neden olabilir ya da üreme hücrelerine hasar verebilirler.Bu hasar da gelecek kuşakları etkileyecek genetik bozukluklara yol açabilir. Hiroşima ve Nagasaki ' de, II. Dünya Savaşı ' nda atılan atom bombaları, atomun içinde ne kadar büyük bir güç saklı olduğunu tüm dünyanın gözleri önüne sermiştir. Atılan her iki bomba da, yüzbinlerce insanın hayatlarını kaybetmesine, kalanların birçoğunda da hayatları boyunca düzelmeyecek fiziksel zararlara yol açmıştır. Birkaç saniye içerisinde yüzbinlerce insanın ölmesine yol açan atomun içindeki bu muazzam gücün, saniyesi saniyesine nasıl ortaya çıktığını ele alıp inceleyelim: Patlama Anı... Bir atom bombasının tıpkı Hiroşima ve Nagasaki ' de olduğu gibi 2.000 m. yükseklikte patladığını varsayalım. Patlayıcı kütleye fırlatılan ve ilk çekirdeği parçalayan nötron, kütle içerisinde zincirleme tepkimeler oluşturur. Yani ilk parçalanan çekirdekten dışarı fırlayan nötronlar, başka çekirdeklere çarpar ve bu yeni çekirdekleri de parçalar. Böylece hızla bütün çekirdekler zincirleme olarak parçalanır ve çok kısa bir zaman aralığında büyük patlama gerçekleşir. Nötronlar öyle hızlı hareket etmektedirler ki, saniyenin milyonda biri kadar bir zamanda bomba yaklaşık 1.000 milyar kilokalorilik bir enerji açığa çıkarır. Bombanın çevrildiği gaz kütlesinin sıcaklığı, bir anda birkaç milyon dereceye ve gaz basıncı da bir milyon atmosfere çıkar. Patlamadan Saniyenin Binde Biri Kadar Sonra... Patlamış olan gaz kütlesinin çapı büyür ve etrafa çeşitli ışınlar yayılır. Bu ışınlar patlamanın "başlangıç parlaması"nı oluşturur. Bu parlama onlarca kilometre çapında bir alanda bulunabilecek herhangi bir kişide tam körlüğe neden olabilir. Öyle ki bu parlak ışık (yüzey birimi başına), Güneş yüzeyinden yayılandan yüzlerce kat daha büyüktür. Patlama anından başlayarak geçen zaman öylesine kısadır ki, patlamanın yakınında bulunan bir kişi gözlerini kapayabilecek zaman bile bulamamıştır. Şokun basınç cephesi kapalı kapılarda ağır hasarlara yol açar. Buna karşılık elektrik taşıma kuleleri, iki parçadan oluşan köprüler ve cam-çelik yapılı gökdelenler de hasar görürler. Patlamanın yakınlarında da büyük oranda, pudraya benzer ince toz kalkar. Patlamadan 2 Saniye Sonra... Parlayan kütle ve onu çevreleyen hava, bir ateş topu oluşturur. Yüzeyi henüz son derece sıcak ve Güneş'inki kadar, hatta daha parlak olan bu ateş topundan yayılan ısı, 4-5 km çapındaki bir alandaki tüm yanabilir maddeleri tutuşturmaya yeterlidir. Ateş topunun parlaklığı da, görme duyusuna, düzelmeyecek derecede zarar verebilir. Burada ateş topunun çevresinde, çok büyük bir hızla yer değiştiren şok dalgası gelişmiştir. Patlamadan 6 Saniye Sonra... Bu anda şok dalgası yeryüzüne çarpar ve ilk mekanik zararlara neden olur. Dalga, şiddetli bir hava basıncı yaratır ve bu basıncın şiddeti patlama merkezinden uzaklaştıkça azalır. Bu noktadan yaklaşık 1.5 km. uzakta bile, ek basınç, normal atmosfer basıncının yaklaşık iki katı olur. Bu basınçta insanların sağ kalabilme ihtimali %1 ' dir. Patlamadan 13 Saniye Sonra... Şok dalgası yerin yüzeyinde yayılır ve bunu, ateş topunun kovduğu havanın yer değiştirmesi nedeniyle oluşan patlama izler. Bu patlama yer boyunca 300-400 km/saatlik bir hızla yayılır. Bu arada ateş topu soğumuş ve hacmi küçülmüştür. Havadan hafif olduğu için yükselmeye başlar. Yukarıya doğru yönelen bu hareket, yeryüzünde rüzgarın yönünün tersine dönmesine yol açar ve şiddetli bir rüzgar, başlangıçta patlama merkezinden dışarı doğru eserken, şimdi merkeze doğru esmeye koyulur. Patlamadan 30 Saniye Sonra... Ateş topu yükseldikçe, küre biçimindeki şekli bozulur ve tipik bir mantar görünümünü alır. Patlamadan 2 Dakika Sonra... Mantar biçimli bulut şimdi 12.000 metrelik bir yüksekliğe, yani atmosferin stratosfer tabakasının alt sınırına ulaşmıştır. Bu kadar yüksek düzeyde esen rüzgarlar, mantar biçimindeki bulutu azar azar dağıtır ve bulutu oluşturan maddeleri (genel olarak radyoaktif döküntüleri) atmosfere saçar. Söz konusu bu radyoaktif döküntüler, çok küçük tanecikler olduklarından atmosferde daha yüksek katmanlara da çıkabilirler. Bu döküntüler yeryüzüne düşmeden evvel, atmosferin üst tabakalarında esen rüzgarlar tarafından dünyanın çevresinde birkaç kez döndürülebilir. Böylece radyasyon döküntüleri dünyanın dört bir yanına dağılır. Atom patlamalarında ortaya çıkan ışınlar canlılar üzerinde ya doğrudan doğruya ya da patlama sırasında ortaya çıkan parçalanma ürünleri yoluyla etki yapar. Bu parçacık ya da ışınlardan biri madde içinde hızla yol alırken, karşısına çıkan atom ya da moleküllerle çok şiddetli bir şekilde çarpışır. Bu çarpışma, hücrenin hassas yapısı için felaket olabilir. Hücre ölebilir ya da iyileşse bile, içinde belki haftalar, aylar, yıllar sonra kanser dediğimiz kontrol edilemeyen bir büyüme başlar. Tüm bu sayılanlara, gözümüzle bile göremediğimiz atomlar sebep olmaktadır. Atomlar gerektiğinde hayatı oluştururlarken, gerektiğinde de hayatı yok ederler. Yukardaki filimde bunun cok ufak bir deneyin actigi hasari göstermektedir.
Nükleer Ülkeler
* ABD: 5 binden fazla uzun nenzilli (stratejik); 1000'den fazla kısa nenzilli daha az güçlü savaş başlığı var.3 bin başlık ise stokta bekliyor.
* Rusya: Yaklaşık 5 bin stratejik, 3 bin 500 operasyonel taktik savaş başlığına sahip. 11 binden fazla stratejik ve taktik savaş başlığı da stokta.
* Fransa: 350 stratejik savaş başlığı var.
* Çin: 250 stratejik, 150 taktik savaş başlığı bulunuyor.
* İngiltere: 200 stratejik savaş başlığı var.
* Hindistan: 45-95 arası nükleer savaş başlığı var.
* Pakistan: 30-50 arası nükleer savaş başlığı bulunuyor. İlk denenesini 1998'de yaptı.
* İsrail: Nükleer silah kapasitesi hakkında bilgi verniyor. 200 nükleer savaş başlığı olduğu sanılıyor. Nükleer denene yapıp yapmadığı konusunda bilgi bulunmuyor. * Simdi bir de Kuzey Kore katildi bu kervana haydi hayirlisi.
* Bir gün olurda kullanirlarmi ? Evet kullanirlar bir zamanlar kullanmislardi.Gene de kullanirlar.Öyle Ülkeler var ki aralarinda!.. kullanirlar.Peki kullanirlarsa ne olur diye soracak olursaniz.Cok basit TAS DEVRI

Saygilarla.

Salı, Ekim 10, 2006

SAYDAM ve BELIRGIN



Yargıtay Başkanlar Kurulu geçen hafta sonu ''oybirliğiyle'' bir açıklama yaptı; medyada yeterince yankı bulmayan bu açıklama laik Türkiye Cumhuriyeti açısından çok önemlidir.
Çağdaş bir devlette üç kuvvet bulunduğu bilinir; yasama, yürütme ve yargı bu üç gücü oluşturur.
Bu yıl adli yılın açılışında Yargıtay Başkanı Sayın Arslan 'ın yaptığı konuşmanın kimi bölümleri tartışmalara yol açınca, Yargıtay Başkanlar Kurulu 'olağanüstü' toplantıya çağrıldı; durumun saydamlaştırılması yolunda genel bir kanıya ulaşıldı.
**
1923 Cumhuriyeti'nin seksen yılı aşkın bir tarihi var.
Tüm İslam dünyasında tek laik devlet olan Türkiye'de son yıllarda yaşanan olaylar toplum katmanlarında yapay bir 'kakofoni' yaratmaya yöneliktir ve 'kast-ı mahsus' la üretilmektedir.
Bu ortamda ''Üçüncü Güç'' Yargı'da tam bir saydamlığın geçerli olması temel koşuldur.
Çünkü ortada binlerce yargı kararı vardır; laiklik ve irtica kavramlarını en iyi bilecek kurum Türkiye Cumhuriyeti'nin yargısıdır.
İrtica, laik Cumhuriyeti din devletine dönüştürme siyasetidir; bu konuda hukuk devletinin tüm yargıçlarının zihinleri açık, ikirciksiz ve saydam olmalıdır.
**
Yargı yılının açış konuşmasında kimi bölümlerin yanlış anlamalara neden olabileceği kuşkusu, bu alanda duyarlı davranan Yargıtay Başkanlar Kurulu'nun olağanüstü toplantısına yol açınca, fikirleri saydamlaştırmaya gerek görüldü; yapılan açıklamada yer alan görüş yeterince belirgindir:
''Büyük Önder Atatürk 'ün vazgeçilmez devrimlerinden birisi de hukuk devrimi olup, bununla şer'i hukuktan çağdaş, laik ve modern hukuk sistemine geçilmiştir.
Bu sistemde laiklik ilkesi Cumhuriyetimizin temel unsurunu oluşturmaktadır.
Yargıtay, anayasada, yasalarda, gerek kendi kararlarında, gerek diğer yüksek mahkeme kararlarında ifadesini bulan laiklik ilkesini sapma göstermeden uygulamış ve bundan sonra da özenle uygulamaya devam edecektir.''
**
Laik Türkiye Cumhuriyeti bir dar boğazdan geçmektedir; Yargıtay Başkanlar Kurulu'nun açıklaması bu ortamda tarihsel bir belge değeri taşıyor.
Cumhuriyet
**
Saydam insanlardan oluşan saydam bir dünyada yaşayabilirsek eğer,dilimizde;özgürlük,demokrasi,laiklik türküleri olmaz.
Yaşantımız içine alırsak tüm çıplaklığıyla haklarımızı karanlıklardan aydınlığa çıkmayı beklemeyiz.
Hep başkalarından beklediğimiz için verilmesi gerekenleri,kabuller dünyamız insiyatiflerden oluşuyor.
Sahip olmak adına rahat evlerimizi,garantili işlerimizi tehlikeye atmaktan korktuğumuz sürece,birileri bizim adımıza karar vermeye devam edecektir.
Saydam kelepçelerimiz ellerimizde,
prangalar ayaklarımızda,biz hala umutla bir kurtarıcı bekliyoruz.Yüzyıllık şans bir daha karşımıza çıkar mı?!
Kıymetini bilene,değerini anlayana çok şeyler verdi zaten.Biz hala uyuyalım....
Ayda

AKREP / ALGILAMA



Akrep sahip olduğu
üstün algılama sistemi sayesinde, avının yaydığı titreşim ve rayleigh
dalgalarını kullanarak onun yerini kolaylıkla belirler. Üstün donanımlı
bilgisayarlarla karşılaştırabilecek bu sistem Allah ' ın benzersiz yaratma
sanatının delillerinden yalnızca bir tanesidir. Akrep sahip olduğu üstün
algılama sistemi sayesinde, avının yaydığı titreşim ve rayleigh dalgalarını
kullanarak onun yerini kolaylıkla belirler. Üstün donanımlı bilgisayarlarla
karşılaştırabilecek bu sistem Allah ' ın benzersiz yaratma sanatının
delillerinden yalnızca bir tanesidir. Allah ' ın sanatını görmenin bir akıl işi
olduğu Kuran ' da şöyle bildirilmektedir: İşte bu örnekler; Biz bunları
insanlara vermekteyiz. Ancak alimlerden başkası bunlara akıl erdirmez. ( Ankebut
Suresi, 43) Çölde yaşayan kum akrepleri, küçük hayvanlar için en tehlikeli
düşmanlardandır. Bu akrep türünün gözleri hemen hemen hiç görmez. Buna rağmen
geceleri avlarının yerini büyük bir ustalıkla belirleyebilirler. Peki bu
şaşırtıcı olay nasıl gerçekleşir? Bu durum, akrebin 8 ayağında da bulunan yarık
biçimindeki mükemmel algılayıcılarla ilgilidir. Bu algılayıcılar, milimetrenin
milyonda birinden daha küçük titreşimlere yol açan hareketleri bile
belirleyebilecek kadar hassastırlar. Bu algılama sistemi tıpkı bir bilgisayar
ağı gibi işler. Merkezi bilgisayar, gelen verilere göre dalgaların kaynağını ve
mesafesini tespit eder, ardından da yapılması gerekeni ağdaki tüm bilgisayarlara
bildirir. Akrebin yakınlarında bir yere bir kelebeğin konduğunu düşünelim. Yere
konan kelebek, zeminde iki tip titreşim dalgası oluşturur. Birincisi, saniyede
150 metre hızla ilerleyen hacim dalgalarıdır. İkincisi ise, yüzeye paralel
olarak saniyede 50 metre hızla yayılan rayleigh denilen dalgalardır. Ava olan
mesafe, bu iki dalganın akrebe ulaşma süreleri arasındaki farktan belirlenir.
Avın ne kadar uzakta olduğunu bilmek elbette tam bir tespit anlamına gelmez. Bu
nedenle hedefin hangi yönde olduğunun bilinmesi de şarttır. Akrebin bacakları
yaklaşık 5 santim çapında bir daire üzerinde yere basar. Dolayısıyla avın
yaydığı rayleigh dalgasının akrebin ava en yakın bacağına ulaşmasıyla, en
uzaktaki algılayıcıya varması arasında 5 milisaniye (saniyenin iki yüzde biri)
kadar bir fark olur. Algılayıcılardan biri, rayleigh dalgasını belirlediğinde,
sinir hücreleri akrebin sinir sistemi merkezine bir sinyal yollar. Bu uyarıcı
sinyal, karşı taraftaki üç ayaktan gecikmiş olarak gelen dalgaları algılayan
sinire de ulaştırılır. Ancak bu üç bacaktan gelen sinyaller bastırılır ve bu
nedenle de sinir sistemi merkezine anında ulaştırılmaz. Böylece her defasında
erken gelen sinyale kaynak oluşturan ayak ile diğer taraftaki üç ayağın konumu
değerlendirmeye alınır. Bu konumsal değerlendirmeyle dalganın kaynağının yönü
belirlenir. Eğer uyarıcı sinyal ile baskılanan sinyallerin ayaktaki
algılayıcılara ulaşması arasındaki fark saniyenin beş yüzde biri kadarsa, sinir
sistemi merkezi her iki sinyali de gecikmesiz olarak aynı anda algılar. Bu ise
akrep için, harekete geç ve saldırı için mükemmel tasarlanmış silahlarını kullan
anlamına gelen bir komut gibidir. Ayaklardan gelen sinyalleri işlemden geçiren 8
sinir hücresi adeta bir komite gibi toplanıp, her defasında avın yönünü ortak
bir kararla belirlemektedir. Bu belirleme nasıl gerçekleşir? Bunun için sinir
hücreleri biraraya gelip bir durum değerlendirmesi mi yaparlar? Aralarında
kararlar alıp sonuca mı ulaşırlar? (Harun Yahya, Doğadaki Mühendislik) Kuşkusuz
bu mümkün değildir. Sinir hücreleri yalnızca protein, yağ ve sudan oluşan
mikroskobik uzantılardır. Bir akla, şuura, muhakeme yeteneğine sahip
değildirler. Bu mekanizma milyonlarca yıldan beri, yaşamış her akrepte aynıdır.
Evrimcilerin iddia ettikleri gibi, tesadüfen zaman içinde gelişmiş veya sonradan
eklenmiş değildir. Eskiden yaşayan akreplerde daha ilkel, günümüz akreplerinde
ise daha kompleks bir algı mekanizması yoktur. Günümüzde var olan sistem, bundan
binlerce yıl önce yaşamış olan akreplerdekilerle aynı kompleksliktedir. Bunun
nedeni, akrebi de sahip olduğu mekanizmayı da yaratanın üstün ilim sahibi tek
bir Yaratıcı olmasıdır. Bu mükemmel tasarımların mimarı, herşeyi kusursuz
yaratan Allah ' tır. Burada çok önemli bir noktayı hatırlatmak yerinde
olacaktır: Akrep için sahip olduğu özellik, yaşamını devam ettirmek için
yalnızca bir vesiledir. Bu sistemin kompleks yapısını, mucizeviliğini görebilen
tek varlık ise insandır. İnsan ancak bu gerçekleri fark edebildiği zaman
kendisine verilen mesajı anlayabilir ve kendisini Yaratana yönelebilir. Ancak
kendi kibrine kapılıp bütün bu mucizelerden yüz çevirirse, o zaman şuursuzluk
içinde yaşamını devam ettirmekten başka bir seçeneği yoktur. Zehirli mızrak
Akreplerin bazen insanı bile öldürecek derecede kuvvetli olan zehirleri,
vücutlarının arka tarafında bulunan mızrakları vasıtasıyla düşmanlara aktarılır.
Güçlü zırh Vücudunu bir zırh gibi saran kabuğu, akrebi yalnız düşmanlarından
değil, radyasyondan bile koruyacak kadar dirençlidir. İnsan vücudunun radyasyona
direnci 600 rads dolayındadır. Oysa akreplerde bu direnç 40-150 bin radsa kadar
yükselir. Beyin Akrep başından kuyruğuna kadar uzanan 15 sinir düğümünden oluşan
bir beyin yapısına sahiptir. Beynin bu yapısı hayvanın süratli karar alması,
refleksleri ve gerekli emirlerin organlara ulaştırılması için büyük bir avantaj
sağlar. Ciğerler Akreplerin karınlarında 8 adet nefes deliği bulunur. Bunlardan
sadece biri açık olsa bile akrep hiç zorlanmadan nefes almaya devam eder. Güçlü
ciğerleri sayesinde 2 gün suyun altında rahatlıkla kalabilir. Ayaklar
Ayaklarındaki alıcılar hayvanın her türlü hareketi, sesi ve titreşimi
algılamasını sağlamaktadır. Bu alıcılar o kadar hassastır ki, akrep, yakınındaki
bir canlının kumda neden olduğu titreşimleri, saniyenin binde biri kadar bir
sürede algılayabilir. Kıskaçlar Akrebin kıskaçlarının görevi, kurbanlarını
iğnesiyle sokmadan önce etkisiz hale getirmektir. Ayrıca kıskaçlar vasıtasıyla
kumu kazıp yer altına gizlenebilirler. Karın bölgesi Dişi akrebin karnı tarak
adı verilen çok duyarlı organlarla kaplıdır. Bunlarla toprağın sertlik düzeyini
tespit eder ve yumurtaları bırakmak için en uygun yeri belirler.


H.A.E
Saygilarla.

Pazartesi, Ekim 09, 2006

OKYONUSTA YOLCULUK...

TEK BAŞINA MUCİZE




Deniz kaplumbağaları, ilginç yaşamları ve uzun göçleriyle okyanusların en dikkat çekici canlılarındandır. Haklarında en fazla araştırma yapılan canlılardan biri olan deniz kaplumbağaları, tüm bu araştırmalara rağmen halen daha açıklanamayan birçok mucizevi özelliğe sahiptirler. Peki ama uzun mesafelerdeki göçleri sırasında kaplumbağalar nasıl hiç yanılmadan yollarını bulabilirler?



Göçleri esnasında beslendikleri alandan üreme alanlarına doğru seyahat eden deniz kaplumbağalarının çok farklı türleri vardır. Bu türler içinde göç konusunda en dikkat çekici olanı, Güney Amerikanın Brezilya sahillerinde beslenen yeşil kaplumbağa (chelonia mydas)dır. Her yıl bu kaplumbağaların binlercesi Brezilya sahillerinden Atlantik Okyanusundaki Ascension Adalarına doğru göç ederler. Bu göç yolculuğu yaklaşık 2.300 kilometre kadardır. Ulaştıkları adanın yalnızca 11 km genişliğinde olduğu göz önüne alındığında, kaplumbağaların yön bulma becerisi daha net ortaya çıkmaktadır.

Dişi Kaplumbağanın Mucizevi Göçü

Deniz kaplumbağalarının hareketlerini incelemek üzere yapılan bir deneyde, işaretlenen bir dişi kaplumbağanın izlediği yollar araştırılmıştır. Güney Queensandde yuvası olan ve X38756 kodu ile etiketlenen yetişkin bir dişi, yedi yıl sekiz ay boyunca görülmemiş, 1989da 2.543 km uzaktaki Carpentaria Körfezindeki üreme bölgesinde yakalanmıştır. Sekiz gün sonra da tekrar kendi plajında yumurtlarken bulunmuştur. Hayvanın yumurtalığı üzerinde yapılan inceleme, aradan geçen sekiz yıl boyunca üremenin hiç gerçekleşmediğini göstermektedir.

Bu süre zarfında kaplumbağa minimum 5.100 km seyahat etmiştir. Bu, yumurtladığı günden itibaren sayılırsa, kaplumbağanın üreme yerine geri dönmek için günde 32 kilometre katetmesi demektir. Carpentaria Körfezini geçmek için ilk önce kuzeydoğuya gitmiş, daha sonra Torres Boğazını geçtikten sonra genellikle güneye yönelmiş, seyahati boyunca bir kısmının onun gittiği yönde bir kısmının ise aksi yönde olduğu çok çeşitli akıntılara maruz kalmış olmalıydı. Eğer bu kaplumbağa gelişigüzel dolanarak seyahat etmiş olsaydı, bu kadar çabuk dönüş seyahati yapamazdı. (John Owen, Fantastic Journey, s.138-142)

Bu amaçlı ve hedefi belirlenmiş yolculuk çok önemli bir soruyu akla getirmektedir.

Göç Planı Hatasız Nasıl İşliyor?

Kaplumbağanın üremek için başlattığı göç döngüsünü başarabilmesi için eski seyahatlerindeki deneyimlerinin ve yön bulma bilgilerinin adeta kaplumbağanın hafızasında depolanmış olması gerekmektedir. Bu organizasyondaki mükemmelliğin sebebi olarak kaplumbağanın hafızasını göstermek, şüphesiz ki akla ve mantığa aykırıdır. Bu şekilde muazzam bir yolculukla üreme bölgesine ulaşan kaplumbağalar buraya yakın yerlerde çiftleşirler. Ancak dişiler aldıkları spermleri kullanmaz, depolarlar ve yaklaşık 100 kilometre ilerideki üreme plajına giderler. Burada depoladıkları spermlerle yumurtalarını döllerler. Kuluçka dönemi kaplumbağanın iki haftasını alır ve bu sırada kaplumbağa yaklaşık 120 kadar yumurta bırakır. Bu işlemi aynı sezon içinde yaklaşık 10 kez tekrarlar. Bu üreme mevsimi sırasında üreme bölgesine yakın bir deniz alanında bulunur, yumurta bırakma işlemini tamamlayınca da yavruların çıkmasını beklemeden beslenme bölgesine geri döner. Üreme bölgesindeyken kaplumbağa çok az beslenir, bu sırada beslenme bölgesindeyken depolamış olduğu yağ rezervleri, ihtiyacı olan enerjiyi ona sağlar.

Binlerce Kilometrelik Yol ve Geçen Zamana Rağmen Tam İsabet

Bir dişi birey genellikle art arda iki yıl üremez. Birçok tür için iki üreme göçü arasında en az 2, en fazla 8 yıl geçer. Fakat burada dikkat çeken, ikinci kez üreme bölgesine gitmesi gerektiğinde kaplumbağanın tekrar kendisinden yaklaşık 2.300 kilometre uzaktaki bir önceki üreme alanına gitmesidir. Binlerce kilometre uzaklıktaki bu yeri aynı şekilde bulabilmeleri bu deniz canlılarının göçlerindeki en mucizevi yönlerden biridir.

Üreme plajlarında bırakılan yumurtalar 7 ila 13 hafta sonra çatlarlar. Burada da büyük bir mucize gerçekleşir. Deniz kaplumbağaları insanlar gibi cinsiyet kromozomlarına sahip değillerdir. Cinsiyeti belirleyen yuvanın ısısıdır ve bu belirleme kuluçka döneminin ortalarında gerçekleşir. Sıcak yuvalarda tamamen dişi yavrular oluşurken serin yuvalarda ise yalnızca erkekler oluşur.

Kaplumbağaların mucizevi hareketleri, dünyaya gözlerini açtıkları andan itibaren başlar:

Yumurtalarından çıkan küçük bireyler, başlarında onlara yol gösteren bir kaplumbağa olmadan, hiçbir tecrübeden faydalanmadan nasıl davranacaklarını bilirler. Yumurtadan çıktıktan sonra hemen denize yönelmez, akşamı beklerler. Böylece hem güneşin kavurucu sıcaklarından hem de kumsaldaki tehlikelerden korunmuş olurlar. Akşam olunca doğruca denize yönelirler. Bu yönelmenin nedeni henüz tam anlaşılamamakla beraber kaplumbağaların ışığa duyarlı bir sistemlerinin olduğu düşünülmektedir. Deniz yönü her zaman kara yönünden daha parlaktır, bu küçük canlılar da bu parlaklığa yöneliyor olabilirler.

Yavrular bu şekilde denize ulaşırlar. Ancak onlar için tehlikeli bir yolculuk başlamıştır. Plajda yumurtadan çıkan yavrulardan bir kısmı yengeçler ve kuşlar tarafından avlanır. Suya girdikleri an daha büyük bir tehlike altına girerler. Doğruca açık okyanusa doğru yüzen yavruların birçoğu sığ sulardan geçerken balıklara ya da köpek balıklarına yem olurlar. Birkaç gün durmadan yüzdükten sonra dinlenmeye ve yüzeyde karşılaştıkları planktonlarla beslenmeye başlarlar. Bu genç kaplumbağalar okyanus tabanında beslenme bölgesine yerleşip yetişkin olana kadar aynı alanda onlarca yıl kalırlar. Yetişkinliğe ulaşıp üreme çağına geldiklerinde ise, hayranlık uyandıracak şekilde, doğdukları yere doğru göç seyahatine başlarlar.

Okyanusta Tek Başına

Deniz kaplumbağaları doğumdan itibaren yalnız kalır, yaşantıları boyunca da türlerinin diğer bireyleriyle çok az iletişim kurarlar. Bu canlılara ne zaman nereye göç edeceklerini, nasıl besleneceklerini, üreme ve beslenme alanlarının yerini öğreten bir başka kaplumbağa yoktur. O halde yeni yumurtadan çıkan bir kaplumbağa tüm bu bilgilere nasıl sahip olur?

Bu sorunun tek cevabı vardır: Tüm canlılara henüz daha dünyaya gelmeden önce ihtiyaçları olacak yetenekleri veren, onlara yaşamları boyunca yapmaları gereken fiilleri öğreten Yüce Allahtır.

Bir kaplumbağa hayatının büyük bir bölümünü tek başına geçirir. Ancak bu onun için bir eksiklik değildir; çünkü bu şekilde yaşayabilecek özelliklerle yaratılmıştır. Çevresel ipuçlarını fark edebileceği çok üstün yeteneklerle donatılmıştır. Güçlü bir koku duyusuna ve görüş gücüne sahiptir. Dış kulakları olmamasına rağmen insanların duyma sınırının ötesindeki çok düşük frekanslı sesleri bile duyabilir.

Hayranlık Uyandıran Bir Mucize

Göç eden kaplumbağalar hem onlarca yıl okyanus içinde dönüp dolaştıktan sonra doğum yerlerini hem de beslenme alanlarından sonra yuvalarını nasıl bulabilmektedirler? Bununla ilgili çok sayıda araştırma yapılmış, fakat bir sonuca varılamamıştır. Tek bilinen, bu canlıların hayranlık uyandıran bir mucize gerçekleştirerek her defasında yollarını bulabildikleridir.

Bu konuda çok fazla fikir ortaya atılmış fakat hiçbiri yeterli olmamıştır. Bazı kaplumbağa türlerinin sahil şeridini izleyerek, okyanusu geçen türlerin akıntılarla sürüklenen kokuları takip ederek, bazılarının ise dünyanın farklı yerlerinin manyetik alan değişimlerine tepki vererek doğru bölgelere ulaştıkları düşünülmektedir.

Deniz Kaplumbağalarının Yerinde Siz Olsaydınız



Deniz kaplumbağalarının mucizevi göçleri üzerine ortaya atılan ihtimalleri göz önünde bulundurarak, aynı işlemi, kaplumbağalarda olduğu düşünülen bu özelliklere sahip insanların yaptığını varsayalım:

Ömrünüzde ilk kez bir yere gidiyorsunuz. Burası sizin hayatınızı sürdürebilmeniz için uygun koşullara sahip. Fakat nasıl olduysa burayı hiç yanılmadan buldunuz. Sonra kilometrelerce uzağa yine sizin için uygun olan başka bir yere doğru yola çıktınız ve buraya da hayatınızda ilk kez gidiyorsunuz. Yola çıkmadan önce de geldiğiniz bu yere tekrar gelmeniz gerektiğini önceden tahmin edip, buranın her türlü özelliğini aklınızda tutuyorsunuz. Kokusunu, etrafındaki doğa şekillerini, bölgenin manyetik alanını, her özelliğini hafızanıza kaydediyorsunuz. Kilometrelerce uzaktan tekrar buraya gelirken de bu kayıtlı bilgilere başvuruyorsunuz. Bunları yaparken de öyle bir vücut sistemine sahipsiniz ki, hem pusula gibi bulunduğunuz yerin manyetik alanını saptayabiliyor hem de ömrünüz boyunca size gerekli ortamların hangi özelliklere sahip olması gerektiğini kendiniz tespit edip ölçüyorsunuz.

Bir insanın bütün bunları başarması -teknolojik aletler kullanmadan- elbette ki mümkün değildir. Dolayısıyla tüm bunları deniz kaplumbağalarının kendi akıl ve becerileriyle yaptığına inanmak da aynı şekilde akıl dışı olacaktır.

Nitekim otuz yılı aşkın süredir araştırılmasına rağmen deniz kaplumbağalarının göçleri ve yollarını bulma mekanizmaları hala belirgin değildir. Ayrıca hangi sistemle bunu başardıkları bulunmuş bile olsa, bu sistemi kendilerinin geliştiremeyeceği çok açıktır

BU DA ITHAL SAPIK...


Pornocu Manyak...

Çocuk pornocusu Kanadalı öğretmenin çirkinlikleri bir bir ortaya çıkıyor. Sapık, evine götürdüğü boyacı bir çocuğa dansöz kıyafeti giydirerek filme çekmiş...
Pornocu öğretmenin, boyacı bir çocuğu soyup dansöz kıyafeti ile resmini çektiği belirlendi. Savunma ise komikti: Bir şey yapmadım.

İnternetle sınırlı değil!
Türkiye, çocuk pornosu düşkünü öğretmen haberi ile sarsıldı. FBI ve Türk polisinin ortaklığı ile İstanbul Bebek'teki evinde yakalanan Claude Joel Fortin'in, internetten çocuk pornografisi ile ilgili filmler indirmesinin dışında başka sapıklıkları olduğu da belirlendi. Özel bir okulda öğretmenlik yapan sapığın evinde, dansöz kıyafeti giydirilmiş 13-14 yaşlarında bir çocuğun resimleri bulundu.

Ülkesinde ödüle aday
Kanadalı sapığın, ayakkabı boyacısı S.Ş. adlı bu çocuğu evine getirdiği ve boya yaptırdığını söylediği öğrenildi. Fortin'in ifadesinde, "Kanada'ya götürmek için otantik giysiler almıştım. Onları giydi ben de resim çektim. Bir şey yapmadım" dediği öğrenildi. Sapığın, ülkesinde 'Yetenekli Öğretmen' ödülüne aday olduğu da anlaşıldı.
Kaynak.Aktif Haber.
Bizdeki yetmedi bir de ithalleri cikti.Ne günlere kaldik.Git Ülkende ne b.. yapacaksan yap.Ödüle layik aday.
Saygilarla.

Pazar, Ekim 08, 2006

CAM!..BIR PARCAMIZ OLMUSTUR..


Cam, geniş kullanım alanı ile stratejik açıdan önemli bir maddedir.
Keşfedilişinden günümüze kadar, bir taraftan çeşitleri artarken, diğer taraftan da kullanıldığı yerler her geçen gün daha da genişlemiş, zamanla vazgeçilmez bir tüketim maddesi olmuştur.


Cam, inşaattan gıdaya, otomotivden eczacılığa, denizcilikten mobilyaya kadar çok farklı sektörlerde kullanılan önemli bir malzemedir. Şüphesiz, camın bu kadar geniş kullanılmasının nedeni, üstün niteliklere sahip olmasıdır.

Bilindiği üzere kullandığımız camlar, yapay camlardır; bununla birlikte, cam, yeryüzünde doğal olarak da bulunmaktadır. Doğal cam, obsidien olarak bilinmektedir. Doğadaki camın varlığı insanlara yol göstermiş, camdan yaygın bir biçimde faydalanabilmek mümkün olmuştur.

Cam, maddenin katı ile sıvı arasındaki özgün bir halidir. Silis (kum) atomları, araya giren kalsiyum, potasyum, magnezyum ve sodyum atomları ile birlikte düzensiz bir tarzda birleşir. Bu düzensizlik sonucunda saydam, bozulmaz ve oldukça dayanıklı (çatlama hariç) bir madde ortaya çıkar. Paslanmadığı, su geçirmediği ve saydam olduğu için de akla gelebilecek hemen her alanda kullanılır.

Cam, temasta bulunduğu gaz, sıvı ve katı haldeki maddelerin etkilerine karşı büyük direnç gösterebilir. Bu direnç, kimyasal dayanıklılık olarak tanımlanır. Camın kimyasal dayanıklılığı ayarlanabilir özelliktedir: Camdaki alkali oranının yüksekliği, camın kimyasal dayanıklılığını zayıflatırken; boroksit, alüminyum oksit, çinko oksit ve zirkonyum oksit, camın kimyasal dayanıklılığının artmasını sağlamaktadır.

Bu özelliği sayesinde, en sağlam bildiğimiz maddelerde bile saklayamadığımız çözücü, parçalayıcı birçok kimyasalı cam kaplarda tutabiliriz.



CAMIN ÖZEL YARATILIŞI



Camın fiziksel özellikleri, insanların faydalanması için özel olarak dizayn edilmiştir: Camın şekillendirilmesinde en önemli etkenlerden biri, yüzey gerilimidir. Bu özellik, camın çok ince gözeneklere girmesine ve bunları doldurmasına imkan tanır.

* Camın özgül ağırlığı, kimyasal bileşimine bağlı olarak 2,2-7,2 g/cm3 arasında değişmekle birlikte, genel kullanımda, pencere ve şişe camlarının yoğunluk değerleri, 2,3-2,6 g/cm3 arasındadır. Bu değerler daha yüksek olsaydı, cam şimdikinden çok daha ağır olacak ve pratikte kullanımı imkansız hale gelecekti. Cam ısıtılarak, genleşme oranı, dolayısıyla sıcaklığa dayanıklılığı ayarlanabilir. Oysa, diğer pek çok madde için böyle bir durum söz konusu değildir. Çoğu cisim, çok sıcak ortamdan soğuk ortama geçtiğinde bundan olumsuz etkilenir. Oysa cam, genellikle 100-350°C sıcaklıklardan soğuk su içerisine atıldığında, sıcaklık şoklarına dayanabilmektedir. Üstelik, camın kimyasal bileşimindeki soda, potasyum ve kurşun oksitin oranı ile oynayarak, ısıya ve ısı değişimlerine dayanıklılığı arttırılabilmektedir. Bu yapıldığında, camın ısıya dayanıksız hali ile dayanıklı hali arasında hiçbir farklılık olmamaktadır. Camın ısı sığası, camın sıcaklığı arttıkça yükselmektedir. Her cam çeşidinin, değişik sıcaklıklardaki ısı sığaları farklı olduğu gibi, camların ısı sığalarının sıcaklıkla değişimleri de farklı olabilmektedir.








Cam Olmasaydı:

* Evlerimizde güneş ışığından mahrum olarak yaşardık,

* Mikroplar ve diğer mikroorganizmalar hakkında bilgi edinemezdik,

* Ay ve yıldızlar hakkında, gözümüzle gördüklerimiz dışında, fazla bir bilgimiz olmazdı,

* Temel göz rahatsızlıklarını gideremezdik,

* Laboratuvarlardaki birçok malzemeyi kullanamazdık,

* Aynalar olmazdı,

* Arabaların üstü ya da çevresi hep açık olurdu,

* İçini görebildiğimiz yiyecek ve içecek kaplarımız olmazdı,

* Fotoğraf makineleri olmazdı,

* Televizyonlar ve bilgisayar monitörleri olmazdı,

* Ampül olmazdı; aydınlatmadan mahrum kalırdık,

* Otomobillerde dikiz aynaları olmazdı,

* Scanner (tarayıcı) ve fotokopi makineleri olmazdı,

* Yüksek data transferi ve ışık aktarımı yapan fiberoptik kablolar olmazdı,

* Camdan süs eşyaları olmazdı,

* Ateşe dayanıklı cam kaplar olmazdı,

* Seralar olmazdı,

* Vitraylar olmazdı,

* Saatleri okuyamazdık; okuyabildiklerimiz, dış etkenlere karşı korumasız olurdu,

* Uçaklar ve helikopterlerdeki pencereler olmazdı.

Elbette yukarıda sayılanlar, camın günlük yaşamımızda bize sağladığı faydaların yalnızca bir bölümüdür.






* Camın mekanik özellikleri de mucizevi niteliktedir. Bazı özel yöntemlerle, camın dayanıklılığı yüksek oranda artırılabilmektedir. Günlük hayatta kullanılan bazı camların dayanıklılık uygulaması, 65-130 kg/cm2dir. Bununla birlikte, tasarımlarda; sertleştirilmiş bir ürün için, bu oran 10 katına çıkarak 1300 kg/cm2ye kadar ulaşabilmektedir. Böyle camlar oldukça dayanıklı olur; tekme ya da çekiç darbeleriyle dağılmaz. Buna ek olarak, iki cam tabakasını, arasına başka bir kimyasal ekleyerek de dayanıklı hale getirmek mümkündür. Bu yöntemin, otomobil çağının başladığı yıllarda keşfedilmiş olması da oldukça dikkat çekicidir. Focus dergisinin 1998 Kasım sayısında bu konu şu şekilde yer almıştır:


Güvenli camın bulunması, tam da en çok ihtiyaç duyulan zamanda gerçekleştirildi: Motorlu taşıt çağında... 1903 yılında Fransız kimyager Edouard Benedictus, deney tüpünü laboratuvarının zeminine düşürdü. Tüp kırıldı; ancak, dağılmadan tek parça halinde kaldı. Benedictus, kolodyum ihtiva eden sıvının buharlaşmasından sonra tüpte kalan ince plastik tabakanın parçalanmayı engellediğini anladı. Bunu not ettikten sonra bu konu üzerinde fazla düşünmedi. Ancak, kaza yapan bir aracın içindeki kızın kırılan camlardan çok feci şekilde yaralanması, bu konuyu tekrar gündeme getirmesine neden oldu. Daha önceki deneyiminden esinlenerek, iki cam tabakasının arasına selüloz nitrat yerleştirerek üç katlı camı oluşturdu. Buluşu, 1920'lerde arabaların ön camlarında kullanılmaya ve otomotiv endüstrisinde ciddi şekilde taklit edilmeye başlandı.

* Camın kullanışlılığını sağlayan özellikleri bu kadarla da sınırlı değildir. Yeni ya da kimyasal olarak temizlenmiş cam yüzeyler için, statik sürtünme katsayısı 1e çok yakındır. Bu sayede, camları kolayca temizlemek mümkün olmaktadır.

* Camın elektriksel özellikleri, genel kullanımı yanında, elektrik üreten ve elektrikle çalışan cihazların yapımında geniş çapta kullanılmasından dolayı da çok önemlidir. Cam, genellikle elektrik akımına yüksek direnç gösteren bir madde olarak tanınmaktadır. Yüzey direnci ve hacim direnci olarak ikiye ayırabileceğimiz bu dirençlerden ilki, camın bulunduğu ortamdaki nem oranının artması ile azalmaktadır. Hacim direnci ise çoğunlukla, camdaki alkali oranı ile ve üretimi sırasında camın maruz kaldığı sıcaklıklarla oynanarak ayarlanabilir. Camın hacim direnci, sıcaklığın yükselmesi ile azalır. Camın üretimi sırasında yavaşça soğutulması, camın hacim direncini artırmaktadır.

* Camın optik özelliği, günlük hayatımızın vazgeçilmezleri arasına girmesini sağlamıştır. Cama optik özelliğini veren, kırılma indisindeki özel ayardır. Camın kırılma indisi, yapılarına göre 1,45-1,90 sınırları arasında değişmektedir. Cam, ışığı geçirebildiği gibi iyi bir yansıtıcı da olabilmektedir.

Yansıtma özelliği, cam yüzeyinin durumu ile yüzeye düşen ışığın dalga boyu ve yönüne bağlıdır. Silikat camları için ortalama yansıtma yüzdesi %4tür ve tamamen saydam bir cam, gelen ışığın %92sini geçirmektedir. Yansıtma kayıpları, cam yüzeyine konulacak özel kaplama malzemeleri ile azaltılabilmektedir.

Camın ışık geçirgenliği, yansıtma ve emme özelliklerini azaltmaktadır. Geçirgenlik miktarı, dalga boyu uzunluğuna göre de büyük farklılıklar göstermektedir. Değişik renkler, camın geçirgenliğini etkilediği gibi, camın kimyasal bileşimi de, özellikle kısa dalga boylarındaki ışınların geçmesinde etkili olmaktadır

H.A.E. Saygilarla.

AKADEMIK ANNE !...




Gözden kacan hayatimizda bir cok seyler vardir.Ufakta olsa esasinda bunlar yerine bir daha gelmiyecek seylerdir.Bu gün bunlardan bir tanesini ele almak istiyorum.Buna fedekarlik mi desek, yoksa ic güdülerin karmasasi mi! bunu benim tesbitlemem cok yanlis olur.Yanliz bu gözlerimizden kacan büyük bir kayip oldugunu inkar edemem. Görmek istemedigimiz gercektir...
Bu gün Akademik kismi bitiren bir cok genc kizimiz.Senelerin birikimi ile hayata atilmaya hazirlanmislar.Ve toplumun ihtiyaci olan herseyi vermeye hazir bir duruma gelmislerdir.Is hayati baslangici ve sonra bir aile kurmak yasamlarinin sirasilanisin da yer alamaktadir.Bazilari bu durumu ertelemis, kariyer yönünü secmis ve bunda da cogunun muvaffak oldugunu görmüsüzdür.Fakat cogunlugumuz.Yapmis olduklari mutlu evliliklerinin meyvelerini aldiktan sonra.Bazi kararlar almak zorunda kalmistir.Bunlardan bir tanesi de.Planlarin bir kenara itilmesi.Senelerin birikimleri ile.Cocuklarini iyi bir sekilde yetistirme yolunu secmesidir.
Cogu zaman maddiyatin dengelenmesi de Annenin artik evde Akademik bir anne olarak yerini
almasidir.Tabii bu durumda cocuklar büyük bir avantaj saglamis.Egitim devrelerin de bunun faydasini fazlasi ile görmüslerdir.Akademik Anne bos zamanlarini okumak ve kendi yasamina bir cok hobiler katmakla gecirmeye calismistir.Cocuklar büyüdükleri zaman Anne icin tekrar
Ideallerinde ki yasam tarzina dönmesi icin cok gec kalmistir.Cünki o bosluk arkadan gelenler tarafindan coktan doldurulmustur.Bazen kendi ile basbasa kaldigi zaman bu onun icinde ki bir sir olarak kalmaya mahkum bir isyan olarak kalan bu fedekarligin degip degmedigi mahkemesidir.Ne yazik ki buna da pek zamani kalmiyacak yasamina cocuklarinin meyveleri katilacaktir.Peki bu bedel toplumumuz tarafindan görülebilmektemidir.Nicin bu fedakarliklar
her zaman kadinlarimiz tarafindan beklenmektedir.Bu dönüsümlü olarak yapilamaz mi.
Saygilarla.

Cumartesi, Ekim 07, 2006

BALIK ve BIZ..



Kalp hastalıklarına yakalanan ve bu nedenle hayatını kaybeden kişilerin yaş ortalamalarının gün geçtikçe düşmesi, kalp sağlığına gösterilen önemi büyük ölçüde artırmıştır.
Tıpta, kalp hastalıklarının tedavisi konusunda pek çok yeni gelişmeler kaydedilse de uzmanların asıl tavsiye ettiği, bu hastalığa yakalanmadan önce alınacak önlemlerin titizlikle uygulanması ...
Uzmanlar kalbin sağlıklı işleyişinde ve hastalıkların önlenmesinde önemli bir besini tavsiye etmektedirler: Balık.
Balığın önemli bir besin olmasının nedeni; hem insan vücudu için gerekli maddeleri sağlaması, hem de çeşitli hastalık risklerinden mümkün olduğunca uzak tutacak içeriğe sahip olmasıdır. Örneğin içerdiği Omega-3 asidi ile vücut sağlığı için adeta bir kalkan görevi gören balığın düzenli olarak tüketildiğinde kalp hastalıkları riskini azalttığı ve bağışıklık sistemini güçlendirdiği ortaya çıkmıştır.
Balıklar özellikle protein, D vitamini ve eser elementler (vücutta çok az miktarda bulunan, fakat vücut için çok önemli bazı elementler) açısından mükemmel besin kaynaklarıdır. İçerdikleri fosfor, sülfür, vanadyum gibi mineraller sayesinde ise büyümeyi ve dokuların iyileşmesini sağlarlar. Sağlıklı diş etleri ve diş yapısı oluşmasına yardımcı olur, cilt rengini güzelleştirir, saçların daha sağlıklı olmasını sağlar, bakteriyel enfeksiyonlarla mücadeleye katkıda bulunurlar. Ayrıca kandaki kolesterol oranını düzenleyici etkileriyle kalp krizlerinin önlenmesinde önemli bir rol oynamaktadırlar. Nişasta ve yağların parçalanarak vücutta kullanılmasına yardım ederler. Böylece daha enerjik ve daha kuvvetli olunmasını sağlarlar. Öte yandan zihinsel faaliyetlerin düzenli çalışmasında etkilidirler. İçerdikleri D vitamininin ve diğer minerallerin yeterli miktarlarda alınmaması durumunda ise, raşitizm (kemik zayıflığı), diş eti hastalıkları, guatr, hipertiroit gibi rahatsızlıklar ortaya çıkabilir.
Bunların dışında günümüz tıbbı balığın içerdiği Omega-3 yağ asitlerinin sağlık açısından çok önemli bir yere sahip olduğunu keşfetmiştir. Hatta bu yağlar zaruri yağ asitleri (EFA: essential fatty asit) olarak belirlenmiştir.


Balıktaki Yağ Asitlerinin Hayati Faydaları


Balıktaki yağ asitlerinin başlıca özelliği ise vücudun enerji üretimine katkıda bulunmasıdır. Bu yağ asitleri, vücutta oksijene bağlanarak, elektron transferini gerçekleştirmekte ve vücuttaki birtakım kimyasal işlemler için enerji sağlamaktadırlar. Bu nedenle balık yağı açısından zengin bir beslenmenin yorgunluğu giderdiği, kavrama gücünü ve hareket kabiliyetini arttırdığına dair deliller de bulunmaktadır. Omega-3 kişinin enerji seviyesini olduğu kadar konsantrasyon yeteneğini de arttırmaktadır. Balığın zeka besini olarak ifade edilmesinin bilimsel bir temeli vardır çünkü, beyindeki yağın ana bileşimi Omega-3 yağ asitleri içeren DHA'dır. Balık Yağındaki Omega-3'ün Faydaları Balık yağında sağlığımız için özellikle çok önemli olan 2 farklı doymamış yağ asiti türü bulunmaktadır: EPA (eicosapentaenoic asit) ve DHA (docosahexaenoic asit). EPA ve DHA çoklu doymamış yağlar olarak bilinmektedirler ve önemli Omega-3 yağ asitlerini içermektedirler. İnsan vücudu Omega-3 ve Omega-6 yağ asitlerini üretemez dolayısıyla dışarıdan besinlerle alınmaları gerekir. Balık yağının -Omega-3 yağ asitlerini içermesi nedeniyle- insan sağlığına faydaları hakkında çok fazla delil bulunmaktadır. Omega-3 yağ asitleri, bitkisel yağlarda da bulunmasına karşın, insan sağlığını korumada çok daha az etkilidirler. Buna karşın deniz planktonları Omega-3 yağ asidini EPA ve DHA'ya dönüştürmede çok etkilidirler. Balıklar bu planktonları yediklerinde EPA ve DHA açısından zengin hale gelirler. Bu nedenle balık, vücut için son derece önem taşıyan bu yağ asitleri açısından en zengin besinlerden biridir.


Kalp ve Damar Sağlığında Balığın Önemi


Balıkta bulunan Omega-3 yağ asidi kandaki kolesterolü, trigliseridi ve kan basıncını düşürerek, kalp sağlığını koruyucu etkisi ile bilinmektedir. Trigliserid bir çeşit yağdır ve içerdiği zengin yağ ve düşük protein bakımından LDL'ye (kötü kolesterole) benzer. Yükselmiş trigliserid seviyesi, özellikle yüksek kolestrol durumunda kalp hastalığı riskini artırır. Ayrıca balık yağları bir kalp krizinden sonraki anormal kalp ritmlerinin, hayatı tehdit eden risklerini de azaltmaktadır.
Amerikan Tıp Birliği tarafından yapılan bir araştırmada, haftada 5 porsiyon balık yiyen kadınlarda kalp krizi geçirme oranlarının 1/3 oranında azaldığı görülmüştür. Bunun, balık yağında bulunan Omega-3 yağ asitlerinin, kanın daha az pıhtılaşmasına neden olmasından kaynaklandığı düşünülmektedir. Kanın damarlarımızdaki normal hızı saatte 60 km'dir ve kanın yeterli derecede akışkan olması, yoğunluğunun, miktarının, hızının normal seviyede olması hayati derecede önem taşır. Kanımız için en büyük tehlike -kanama gibi gerekli durumlar haricinde- pıhtılaşarak akıcılığının azalmasıdır. Balık yağları kandaki trombositlerin (vücutta kanama olduğunda kanı yoğunlaştıran kan plakçıkları) birbirlerine yapışmalarını engelleyerek kanın pıhtılaşmasını azaltmada da etkili görünmektedir. Aksinde kanın yoğunlaşması damarların daralmasına sebep olur. Bu durum da başta kalp, beyin, gözler ve böbrekler olmak üzere vücuttaki pek çok organın kanla yeterli miktarda beslenememesine, ağır çalışmalarına ve zamanla fonksiyonlarını yitirmelerine sebep olur. Örneğin atardamar pıhtılaşma yüzünden tamamen tıkandığında, damarın bulunduğu yere bağlı olarak, kalp krizi, felç veya başka hastalıklar meydana gelebilmektedir.
Omega-3 yağ asitleri alyuvarlar içindeki oksijen taşıyan hemoglobin molekülünün üretiminde ve hücre zarından geçen besinlerin kontrolünde de önemli rol oynamakta ve vücut için zararlı yağların zararını engellemektedir.


Yeni Doğan Bebeklerin Gelişimi İçin Önemi


Omega-3 yağ asitleri insan beyni ve retinasının önemli bir bileşeni olmalarından ötürü, özellikle yeni doğan bebeklerin ihtiyaçlarıyla bağlantılı olarak, geçtiğimiz on yılda önemli araştırmalara konu olmuştur. Omega-3'ün bebeğin anne rahmindeki gelişimi ve yeni doğmuş bebeğin gelişimindeki önemini kanıtlayan çok fazla delil bulunmaktadır. Omega-3 özellikle hamilelik dönemi boyunca ve bebeklik döneminin başlarında, beyin ve sinirlerin uygun şekilde gelişimi için çok önemlidir. Anne sütü de doğal ve mükemmel bir Omega-3 deposu olduğundan, bilim adamları anne sütünün önemini özellikle vurgulamaktadırlar.


Eklem Sağlığına Faydası:


Romatizmal arterit hastalığında (romatizmaya bağlı atardamar enfeksiyonu) en önemli risk, eklemlerde meydana gelen aşınmanın, geriye dönüşü olmayan bir tahribata yol açmasıdır. Omega-3 yağ asidi bakımından zengin bir beslenmenin, arterit oluşumuna engel olduğu, şişmiş ve hassas eklemlerdeki rahatsızlıkların da hafiflediği kanıtlanmıştır.


Beyin ve Sinir Sisteminin Sağlıklı Çalışması Açısından Faydaları:


Omega-3 yağ asidinin beyin ve sinir sisteminin sağlıklı şekilde çalışmasındaki etkileri yapılan pek çok araştırmada ortaya konmuştur. Ayrıca balık yağı takviyelerinin depresyon ve şizofreni belirtilerini hafifletebildiği, Alzheimer hastalığını (bellek kaybına sebep olan, günlük yaşam aktivitelerini engelleyen bir beyin hastalığı) önlediği görülmüştür. Örneğin depresyon geçiren ve 12 hafta boyunca 1 gram Omega-3 yağ asidi alan kişilerde, belirtilerin -endişe, hüzün ve uyku problemleri gibi- azaldığı belgelenmiştir.


Enfeksiyonel Rahatsızlıklara Faydası, Bağışıklık Sistemini Güçlendirmesi:


Omega-3 yağ asitleri aynı zamanda, anti-enflamatuar (enfeksiyon önleyici) olarak görev yaparlar.
Bu nedenle;
*Romatizmal artrit (romatizmaya bağlı atardamar enfeksiyonu),
*Osteoartrit (zamanla eklemlerin işlevlerini bozan bir hastalık),
*Ülseretif kolit (bağırsak enfeksiyonuna bağlı yaralar) ve
*Lupus (ciltte yara oluşmasına sebep olan deri hastalığı) hastalarının hepsinde kullanılabilir.
Ayrıca miyelini (sinir hücrelerini kaplayan zar) koruma özelliği vardır. Bu nedenle;
*Glokom (göz içi basıncın artmasıyla körlüğe sebep olan hastalık),
*Multipl skeleroz (beyin ve omurilikte doku sertleşmesi sonucu oluşan ölümcül hastalık),
*Osteoporoz (kemik dokusunda yapısal zayıflamaya sebep olan hastalık) ve şeker hastalarının tedavisinde kullanılır.
*Migren hastalarında,
*Aneroksiyada (ölümcül olabilen yeme bozukluğu),
*Yanık tedavisinde
*Cilt sağlığı ile ilgili problemlerin tedavisine de yardımcı olduğu belirtilmektedir.
Yüksek oranda Omega-3 yağ asidine sahip balıkla beslenen Grönland eskimoları ve Japonlar gibi toplulukların daha az kalp, damar hastalıklarına, astım ve sedef hastalığı gibi hastalıklara yakalandıklarını gösteren çok kapsamlı veriler bulunmaktadır. Balık, bu nedenle tedavi edici bir besin olarak da tavsiye edilmektedir. Omega-3 yağ asitleri kalp sağlığı için, kanıtlanmış faydalarıyla, günümüzde beslenme uzmanlarının başlıca tavsiye ettikleri maddelerden biridir.
Genel hatlarıyla yer verdiğimiz balığın faydalarına her geçen gün yenileri eklenmektedir. Üstelik balığın sadece yararlarını ortaya çıkarmak, pek çok bilim adamının, üstün teknolojik imkanlarla donanmış araştırma merkezlerinin kullanılmasıyla mümkün olabilmiştir..


H.A.E. Saygilarla.

SESSIZ OLANLAR.

MySpace



İletişim kurabilmenin en kolay yolu konuşmaktır. İnsan konuşarak çevresindekilere isteklerini, düşüncelerini, neşesini, mutluluğunu kısacası tüm duygu ve düşüncelerini ifade eder. Kuşkusuz bu özellik insanlarin faydalandigi en büyük nimetlerden biridir.
İnsanlar gibi hayvanlar da kendi aralarında kolaylıkla iletişim kurabilir, çıkardıkları seslerle, örneğin tehlike anını, avın yaklaştığını, toplanmaları gerektiğini birbirlerine duyururlar. Hayvanlar aleminin en sessiz üyesi olan balıklar bile vücut dillerini ve hareket etme kabiliyetlerini kullanarak birbirleri ile haberleşirler.
Peki, canlılar aleminin sessiz üyeleri olarak bilinen, üstelik hareket etme yeteneği de son derece kısıtlı olan bitkiler nasıl iletişim kurarlar? Bitkiler konuşurlar mı? Birçok insanın bu soruya vereceği cevap hayır olacaktır. Ancak yapılan bilimsel araştırmalar bitkilerin sessiz gibi görünen dünyalarında aslında gizli bir dil kullandıklarını göstermiştir.
Bitkilerin Konuşma Dili: Uçucu Organik Bleşikler
Bitkiler çevrelerindeki canlılarla algılanmayan koku olarak adlandırılan uçucu organik bileşikler yolu ile iletişim kurarlar. Bitkiler, metabolizmalarında birbirinden farklı binlerce organik bileşik üretebilirler. Bu bileşiklerin çoğu etraflarını bir bulut gibi kaplar. Aslında bu uçucu organik bileşikler, bitkilerin bunları üretme konusunda son derece kompleks bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir. Bizim sadece hoşumuza giden bir koku olarak algıladığımız, bazen de hiç hissedemediğimiz bu uçucu organik bileşikler, etraftaki canlılar için yol gösterici birer rehber özelliğine sahiptir. Çünkü bitki bu bileşikleri düşmanlarını caydırmak veya cezbetmek için salgılar.
Şimdiye kadar bin değişik bileşik saptanmıştır, muhtemelen henüz keşfedilmemiş niceleri de mevcuttur. Yapılan araştırmalar, bitkiler tarafından üretilen çeşitli özelliklerde ve fonksiyonlarda on binlerce ya da yüz binlerce birincil ve ikincil uçucu organik kimyasal olduğunu göstermektedir.
Peki, bitkiler bu kimyasalları nasıl üretir ve depolarlar? Aklı ve şuuru olmayan bir bitki, çeşitli kimyasallar salgılayarak çevresi ile iletişim kurabileceğini nereden bilmektedir? Bitkilerin çevrelerindeki canlılarla iletişim kurmak için kullandıkları bir dil vardır. Ancak bu dil konuşulurken en ufak bir ses dahi duyulmaz. Çünkü bu dil hissedilmeyen koku olarak isimlendirilen kimyasal bir dildir.
Bitkilerin Konuşma Dili Nasıl Oluşuyor?

Bitkiler tarafından üretilen aromatik bileşikler son derece karmaşık kimyasal işlemler sonucunda oluşur. Bu bileşiklerin evrimcilerin iddia ettiği gibi rastgele olaylar sonucunda, tesadüfen oluşması mümkün değildir. Çünkü bu bileşikler bir kimyacıyı hayrete düşürecek ölçüde teknik işlemler sonucu oluşur. Bitkiler, organik kimya üzerine çalışan bir laboratuvar gibi, metilleme, açilleme, oksidasyon /redüksiyon gibi kimyasal işlemleri, bu görevler için özel olarak yaratılmış enzimler kullanarak, adım adım, büyük bir hassasiyet içinde gerçekleştirirler. Ayrıca bu mekanizma içinde, üretilen bileşikleri depolayan ve zamanı geldiğinde uçucu gazlar halinde havaya salınmasını organize eden hücreler bulunur. Kısacası gül gibi hoşumuza giden kokuları oluşturan bileşiklerin bir araya gelmesi olağanüstü teknik bir organizasyonu gerektirmektedir.

Bitkiler Kendi Aralarında Nasıl Anlaşırlar?

myspace layoutBitkiler kendilerine zarar verecek olan canlılar tarafından saldırıya uğradıklarında salgıladıkları uçucu organik bileşikler ile yan komşuları olan diğer bitkileri uyarırlar. Aslında bu uyarma işlemi diğer bitkiler tarafından saldırıya uğrayan ağacın yaydığı uçucu organik bileşikleri gizlice dinlemesi biçimindedir. Böylece saldırıya uğramadan önce savunma sistemlerini harekete geçirirler. Peki bu dinleme işlemi nasıl gerçekleşir?
Saldırıya uğrayan bitkilerin açığa çıkardıkları uçucu organik bileşikler, komşu bitkiler tarafından kopyalanır ve art arda gelen sinyallerin analizi yapılarak savunma sistemi harekete geçirilir. Burada bir başka gerçek daha ortaya çıkmaktadır: Bitkiler birbirleri ile sadece konuşmakla kalmayıp aynı zamanda birbirlerini dinlemektedirler. Nitekim uzmanların yaptıkları deneyler bu sinyallere sağır hale getirilen bitkilerin, tehlikeye maruz kalma riskinin daha fazla olduğunu göstermiştir.

Bitkilerin birbirleri ile iletişim kurmaları, kendilerini savunurken yaydıkları uçucu organik bileşiklerin diğer bitkiler tarafından tehlike habercisi olarak algılanıp savunma sistemlerini harekete geçirmeleri, zeka gerektiren davranışlardır. Bitkinin tehlike anını idrak etmesi ve hafızasına bunu yerleştirmesi, kendi bünyesinde çeşitli değişiklikler oluşturup savunma taktiği geliştirmesi, elbette ki tesadüfler sonucunda ortaya çıkamaz. Gerçek şu ki, bitkiler birbirleri ile iletişim kurma özelliğine sahip olarak "yaratılmış"lardır. Bu, onlarin özel bir savunma sistemidir. Komşu bitkiler tarafından kopyalanır ve art arda gelen sinyallerin analizi yapılarak savunma sistemi harekete geçirilir. Bitkiler birbirleri ile sadece konuşmakla kalmayıp aynı zamanda birbirlerini dinlemektedirler.


Bitkilerin Böceklerle Anlaşma Dili

Bitkiler üstün güç sahibi Rabbimiz'in yarattığı uçucu organik bileşikler yolu ile böceklerle de iletişim kurarlar. Bitkiler böceklerle konuşmalarında iki dil kullanırlar. Bunlardan biri tehditkar bir dildir. Diğeri ise son derece dostanedir.

Bitkilerin Böceklerden Korunmak İçin Kullandıkları Yöntem

MySpaceBöceklerin bir kısmının beslenme sistemi bitkisel besinlere dayanır. Bu tip böcekler otçul böcekler grubunda yer alırlar. Otçul böceklerin besin kaynağı olan bitkiler, kendilerine zarar verecek böceklerin yaklaştığını anlar ve kendilerini tehdit eden böcekleri avlayan etçil böcekleri çağıran uçucu organik sinyaller üretirler. Uçucu sinyaller aynı zamanda komşu bitkiler tarafından da algılanır ve kendi savunmalarını ayarlamaları için yeniden yorumlanır. Burada ilginç olan nokta, bitkilerin kendilerine zarar verecek böcekleri algılayıp, tanımaları, bu böcekleri avlayan etçil böceklerin varlığını ve bu etçil böcekleri çekecek sinyalleri bilmeleridir. Elbette ki bitkilerin tüm bunları kendi başlarına yapabilmeleri mümkün değildir. Bunları deneme yanılma yöntemi ile öğrenmeleri ise zeka gerektirir, bitkilerin bu davranış özellikleri ile birlikte yaratıldıkları apaçık bir gerçektir.

Bitkilerin Böceklerle Kurduğu Dostça İletişim

Üremeleri söz konusu olduğunda, bitkilerin bu kez kullandıkları dil son derece sıcak ve dostanedir. Uçucu bileşikler böceklere (çiçekten çiçeğe polenleri taşıyan böcekler) fırsat sinyali verirler. Bu oldukça davetkar bir sinyaldir. Özellikle gece çiçek açan bitkilerde kokular böcekleri çekmek için çiçek renginden ya da şeklinden daha etkilidir. Kokuyu alan böcek, bu kokunun kaynağında kendisi için lezzetli bir nektarın birikmiş olduğunu fark eder. Karşılıklı gerçekleşen bu haberleşme ile böcek, duyduğu kokunun kaynağına doğru yol alır. Böcek çiçeğe ulaştığında nektarı almak için uğraşacak ve polenler üzerine yapışacaktır.
Aynı böcek, uğradığı başka bir çiçeğe daha önce yapışan polenleri bırakacak ve bu sayede bitkinin döllenmesi gerçekleşmiş olacaktır. Böceğin, yaptığı bu önemli işten haberi bile yoktur. O yalnızca kokusunu aldığı nektara ulaşmak amacındadır. Bitkinin ise böylesi bir plan yapması, bunu gerçekleştirmek için böcekleri cezbedecek kokuyu salgılaması gibi.
Saygilarla.

Cuma, Ekim 06, 2006

AGACI TANIYORMUYUZ.



Ağaçlar ihtiyaçları olan suyu kökleri aracılığı ile topraktan alırlar. Metrelerce uzunluktaki ağaçların en uç dallarındaki yapraklara kadar suyun nasıl ulaştığını, o yüksekliğe hiçbir pompa veya hidrofor sistemi olmadan nasıl çıktığını hiç düşünmüş müydünüz? Ağaçlar ihtiyaçları olan suyu kökleri aracılığı ile topraktan alırlar. Metrelerce uzunluktaki ağaçların en uç dallarındaki yapraklara kadar suyun nasıl ulaştığını, o yüksekliğe hiçbir pompa veya hidrofor sistemi olmadan nasıl çıktığını hiç düşünmüş müydünüz? SUYUN EN UÇTAKİ YAPRAĞA TAŞINMASI Ağaçlar ihtiyaçları olan suyu topraktan alarak en uçtaki yapraklarına kadar dışardan hiçbir müdahale olmadan büyük bir başarı ile taşırlar. Bu mükemmel işlemin gerçekleşmesi için ağaçta çok detaylı bir sistem bulunmaktadır. Ağacın köklerinden gövdesine ve dallarına doğru uzanan ve "odunsu doku" olarak adlandırılan ince borulardan oluşan bir sistem, suyu taşır. Ancak suyun, ağaç içine yerleştirilen bu su borularından bir şekilde yukarıya doğru çekilmesi gerekmektedir. Bu işlem ise, fizik kurallarının kusursuz uyumu sayesinde gerçekleşir. Her yaprakta karbondioksitin girip suyun buharlaştığı küçük gözenekler bulunur. Su molekülleri yapıları gereği birbirlerine yapışmaya eğilimlidirler ve su yapraktan buharlaşırken, yapraktaki su altta kalan suyu "çeker". Bu şekilde topraktan ağacın dallarına kadar uzanan bir "yukarıya doğru çekme hareketi" oluşur. Su yaprağa ve sonra havaya doğru hareket ettikçe, odunsu dokuda bir gerilim meydana gelerek köklerden daha fazla su çekilir. SUYUN TAŞINMASINDAKİ MUCİZEVİ SİSTEMLER Tek bir gözenek, ağacın içinde bulunan suya sadece çok az bir çekme kuvveti uygulayabilir. Ancak ağacın tüm yapraklarının üzerinde bulunan çok sayıda gözenek biraraya geldiğinde, büyük bir ağaçta bir gün içinde 400 litreden fazla su çekebilecek bir güç oluştururlar. Bu tasarımın en muhteşem özelliklerinden biri ise, ağacın bu hidrolik taşıma sisteminin çalışması için bir çaba harcamamasıdır. Daha kuru olan hava, suyu ağaçtan daha güçlü bir biçimde dışarı çeker. Buharlaşma suyu yukarıya doğru çekerken, su moleküllerinin birbirlerini çekmeleri nedeniyle biraz direnç meydana gelir ve su lastik bir bant gibi esner. Bu işlemin sonucunda su kolonunda bir boşluk oluşur ve bir hava kabarcığı şeklini alır. Hava kabarcığının oluşturduğu boşluk giderilmeden, ağaç köklerinden yukarıya su çekilemez. Buna karşın, ağaçlar su kolonlarının bu tür hareket etmesini önleyecek bir uyuma sahiptirler. Suyun gözenekleri terk ederken oluşturduğu gerilim belirli bir seviyeyi aşarsa, bazı yaprakların üzerinde bulunan delikler hemen kapanırlar ve buharlaşmanın çekim etkisini azaltırlar. Böylece hava kabarcığı oluşması engellenir ve dolayısıyla ağacın dallarının ve yapraklarının susuz kalması ve ağacın ölmesinin önüne geçilmiş olur. BU KARMAŞIK SİSTEM TESADÜFEN OLUŞAMAZ Her gün defalarca önlerinden geçip gittiğimiz ağaçlarda böylesine mükemmel bir sistem yer almaktadır. Dahası, burada anlatılanlar, ağaçların sahip olduğu kusursuz tasarımın sadece küçük bir parçasıdır. Sadece suyun ağacın her noktasına ulaşması için, ağaçların yapısında fizik kuralları ve mühendislik bilgileri birarada kullanılmış ve kusursuz bir denge ve tasarım oluşmuştur. Evrimciler, tüm bu kusursuzluğun tesadüfen geliştiğini iddia ederler. Evrimcilere göre tesadüfler önce su moleküllerinin birbirini çekmesi, buharlaşma, gerilim vs. gibi fizik kurallarını ağaçlarda kullanmışlardır. Sonra bir mühendis gibi düşünmüşler ve ağaçların içine su borularını döşeyerek, böyle mühendislik harikası bir sistem meydana getirmişlerdir. Elbette ki bu açıklama tamamen bir kandırmacadan ibarettir. Yeryüzünde var olan binlerce tür bitkideki karmaşık sistemlerin yaratıcısı göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan herşeyin Rabbi olan Yüce Allah'tır. Ağaçlardaki bu mükemmel sistem, Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah'ın varlığının ve büyüklüğünün sonsuz sayıdaki delillerinden yalnızca biridir. YAPRAKLAR SONBAHARDA NEDEN DÖKÜLÜR? Sonbahar yaklaşıp günler kısalmaya başladığında, yaprak hücreleri sonbaharın gelmek üzere olduğunu anlar. Bunun üzerine ilk olarak yaprağın büyüme hormonu, üreme oranını düşürmeye başlar. Bu işlemin ardından, yaprak sapının dala bağlandığı noktada yeni hücreler ürer. Bu hücreler, sanki biri kendilerine ne yapmaları gerektiğini bildirmiş gibi bu bağlantı noktasının üzerinde mantardan bir yatak oluştururlar. Bu noktaya "Apsis noktası" denir. Bu mantardan yatak, yaprağın dala olan bağlantısını oldukça zayıflatır. Tam bu sırada, yaprak hücreleri bu sefer "etilen" olarak bilinen yeni bir hormon üretmeye başlarlar. Bu gaz biçimindeki hormon yaprağın dala bağlantısının zayıflatılması işlemini daha da hızlandırır. Bağlantının zayıflamasıyla yaprak en ufak bir esintide dahi daldan düşecek duruma gelir. Hücrelerin görevi, yaprağın düşmesi ile tamamlanmaz. Bu defa hücreler, apsis noktasında, yaprağın kopmasından meydana gelen yaranın üzerini hemen bir mantar tabakası ile kaplar ve böylece yarayı tedavi ederler. Her sonbahar yerde gördüğünüz yapraklar, burada kısaca anlatılan biyokimyasal olaylardan geçerek dökülürler. Belki bugüne kadar varlığını hiç düşünmediğimiz bu ağaç hücreleri, ardı ardına gerçekleştirdikleri işlemlerle adeta akıl ve bilinç gösterisi yapmaktadırlar. Bir düşünelim: Ağaç hücreleri, sonbaharın gelmek üzere olduğunu nasıl anlayabilmektedir? Sonbaharın yaklaştığını anladığında hangi irade, akıl ve bilinçle yaprakları üzerinden atmak için hazırlık yapmaya başlamaktadır? Bu hücreler, büyüme hormonu, mantar, etilen gibi kompleks kimyasal maddeleri üretmeyi, bunların formüllerini, etkilerini, faydalarını nereden bilmektedirler? Aynı hücreler, ağacın yarası olduğunu nasıl fark edip, bu yaranın mantarla tedavi olacağını nasıl bilmektedirler? Bunların dışında bu hücreler, aynı hormonları neden yazın veya ilkbaharda değil de, sadece sonbaharda üretmektedirler? Onlara bu emri veren, bu yolu gösteren kimdir? Bilinç, akıl ve bilgi sahibi olmayan atomların birleşip, bu kadar kapsamlı ve organize bir olayı, yüz milyonlarca yıldır, dünyanın her köşesinde, trilyonlarca ağaçta, hiçbir zaman aksatmadan ve şaşırmadan sürdürmeleri kesinlikle imkansızdır. Tüm ağaç hücrelerine yaptıkları işleri ilham eden, onlara emriyle istediklerini yaptırtan elbette ki sonsuz kudret...


H.A.E. Saygilarla.