Pazartesi, Nisan 30, 2007

Ak Kaşıklar.


Baba demiyelim.Futbol severler diyelim.Koltuklarına kurulmuşlar Tv.lerin de bütçelerin de ayırdıkları bir meblağ karşılığı bir spor karşılaşması seyretmek istiyor.Daha doğrusu Futbol maçı sağ olsun medya yazarlarımız.Takım yöneticelerinin sayesin de son girilen 4 hafta da.Heyecan dorukda.
Hiç maça gittiniz mi? Orası banbaşka, atmosferi ile heyecanı ile sizi bir kaç saat bir başka dünyalara sürükler.
Gelelim salonumuzun içinde ki duruma.Her ne kadar stadyumun havasını vermese bile
son zamanlarda yaşanan kaoslardan uzaksınız.Bir yerde dört duvarınızın arasında emniyetdesiniz.Amma abartıyorsun diyeceksiniz 50 bin de bir kişinin kafası kırılmış veya ezilmiş 50 bin de bir.Haklısınız bu başınıza yolda yürürken de gelebilir.Siz kararınızı vermişsiniz.O 50 bin de bir olmak istemiyorsunuz.Bastırdınız parayı aldınız o kara kutuyu.
Maç başlıyor sahaya her köşeden hakimsiniz.
A bir anda ekranda gariplikler başlıyor görüş acınız gittikçe daralıyor sonun da
kale arkasından seyre başlıyorsunuz.
İçiniz den geçenleri buraya yazmıyorum internetin de RTÜK'ü olabilir.
Ertesi günü gazeteler de o içinizden geçen şeylerinin nedenini okuyorsunuz.
Meğer birileri buna iç odak dış odak."her zaman söylediğimiz" yayına daha doğrusu kendi akılları ile yayıncı kuruma kızıp kabloları kesmişler.Milyonlarca kişinin seyir zevkinin içine limon sıkmışlar.
Mesele Futbol da ki yayın değil, yoksa doğru dürüst seyremediğiniz bir karşılaşma hiç değil.Acı taraf milyar dolar paralar harcanıp bu büyük organizelerin bir kaç kişi tarafından ne hallere getirebildiği veya getirtildiği.Bu son zamanlarda yaşananların belki en masumu.
Ne yazık ki bu en masum olan şeyleri arka ede ede bu durumlara geldik.
Şimdi birileri kendi çapında ekran karşısına geçip aklanmaya çalışacakdir.Bizler de onları dinleyip hepsine hak vereceğiz.Ak Kaşıklar.
Suçlu kim öyleyse!...
Hala bulamadınız mı o zaman ne diye şikayet ediyorsunuz.
Saygılarla.

Pazar, Nisan 29, 2007

PAZARIN SOHBETI...



I.nci Muhtira ANKARA da verildi.

II.nci Muhtira ISTANBUL'da bu gün veriliyor.

Gecerli olan Muhtira Milletin Muhtirasidir.

Verilmisdir,veriliyor,verilmeye devam edilecektir.

Eger kafalar da bir aciklama ariyorsak.

Saygilarla.

Cumartesi, Nisan 28, 2007

KIZMAYIN BANA...

SENE 2006


Batman tiyatrosu

Batman'da kısa adı Umut-Der olan Muhtaçlar ile Dayanışma Derneği Batman Şubesi’nin, Kutlu Doğum haftası etkinlikleri çerçevesinde gerçekleştirdiği tiyatro oyununun sergilendiği otopark salonunda, izleyici kadınlarla erkekler arasına perde çekilip, harem selamlık oluşturuldu... (Hb.Hürriyet)

SENE 2007

Şanlıurfa'da bir grup çocuk, Mustazaflar ile Dayanışma Derneği Şubesi'nce düzenlenen Kutlu Doğum Konferansı"nda başörtüleriyle sahneye çıkıp ilahi okudu. Atatürk Spor Salonu'nda önceki akşam verilen konferansa gelen erkek ve kadınlar ayrı kapılardan içeri alındı.
İzleyiciler, salonda harem - selamlık oturdu...(Hb.Milliyet)

SENE 2008

ÖFKE II.


Bu bölümde öfkenin uzmanlar tarafindan nasil görüldügü yönünde incelersek :
Bastırılan öfkenin kaygı ve depresyona yol açtığını iddia ediyorlar. İfade edilmeyen öfke, kişiler arası ilişkileri bozabileceği gibi, zihinsel ve fiziksel problemlere de yol açabilir. Doğru ifade edilmeyen öfkenin yol açtığı fiziksel problemler arasında;

• Baş ağrıları,
• Mide rahatsızlıkları,
• Solunum problemleri,
• Cilt problemleri,
• Jenital ve böbrek fonksiyonlarında problemler,
• Artirit,
• Sinir sistemi rahatsızlıkları,
• Dolaşım sorunları,
• Varolan fiziksel rahatsızlıkların kötüleşmesi,
• Duygusal rahatsızlıklar,
• ve intihar sayılabilir.
Psikologlar artık bunun çok yanlış ve tehlikeli bir inanç olduğunu göstermişlerdir. Bazı insanlar bu inancı, diğer kişileri incitmek için verilmiş bir onay gibi algılamaktadırlar. Araştırmalar, kızgınlık duygusunun “boşaltılması”nın kızgınlık, öfke ve saldırganlığı daha çok arttırdığını ve sorunu çözmek için hiçbir yararı olmadığını göstermektedir. Onun için en iyisi, kızgınlığınızı neyin tetiklediğini bulmanız ve kendinizi kaybetmeden, bu nedenlerle başa çıkabileceğiniz stratejileri geliştirmenizdir.
Öfkeyi doğru ifade etme becerisini kazanmaya “öfke kontrolü” denir. Öfke kontrolünde temel amaç; saldırganlıktan uzak, şiddet içermeyen, kişinin kendisine ve çevresindekilere zarar vermeyecek şekilde duygusunu ifade etme becerisini kazanmasıdır.
Öfke kontrolünü öğreten pek çok yöntem vardır. Doğru yöntem kişiden kişiye değişir. Doğru yöntemi belirlerken; kişinin kendi kişiliğine, yaşam tarzına uygun olanı seçmesi ve seçtiği yöntemi uygularken günlük yaşamında fazladan sıkıntı hissetmemesi göz önüne alınması gereken temel faktörlerdir.
Genel olarak öfke kontrol yöntemleri; bilişsel, duyuşsal, iletişim, duygusal ve davranışsal boyutları içerir.
• Kışkırtmanın tanımlanması – Sizi kışkırtan durumlarla yüzleşme ve bunlardan kaçınma verisi sağlar.
• Alternatif açıklamalar – Sizi kışkırtan olaya değişik açıklamalar getirmek ve farklı bakış açıları düşünmek, sizi daha doğru tepkiler vermeye yönlendirebilir.
• Öfkenin çarpıtmalarıyla savaşma – Öfkenizi, düşünme biçiminizi yeniden gözden geçirmek için bir uyarı olarak kullanabilirsiniz.
• Öfke kontrol yönergeleri – Öfkelendiğinizde, öfkenizi kendinize ait yönerge cümleleriyle kontrol etmeye çalışabilirsiniz (“öfkenin seni ele geçirmesine izin verme”, “derin bir nefes al” gibi).
• Beklentilerin netleştirilmesi – Karşılaşabileceğiniz olayları önceden tahmin edip ona göre davranabilirsiniz.
• Zihinsel tekrarlar – Olumlu bir olayı örnek alıp, ardından kafanızda tekrarlayıp ders çıkarabilirsiniz.
• Biofeedback –Öfke durumunda vücudunuzun nasıl tepkiler verdiğini keşfederek, bunu fiziksel uyarılmanızı azaltmak, düşünce ve davranışlarınızı değiştirmek için bir ipucu olarak kullanabilirsiniz.
• Alternatif uyarılma oluşturma – Öfke ya da fiziksel uyarılmaya muhalif başka bir uyarılma (örneğin, gevşeme ve espri) oluşturmak için öfkenizi bir ipucu olarak kullanabilirsiniz.
• Uyarılmanın yönünü değiştirme – Öfkelendiğinizde yaşadığınız fiziksel uyarılmanın yarattığı enerjiyi, üretime dönüşebilecek önemli bir kaynak olarak kullanabilirsiniz.
• Atılganlık (kendini ifade etme) – Size gereksinimlerinizi ve meşru haklarınızı kabul edilir yollarla ifade etme becerisini öğretir.
• Dinleme – İletişim kanallarınızı açık tutmanızı sağlar.
• Tartışma – İki insan arasındaki çatışmayı fikir birliğine vararak çözme sürecidir.
• Eleştirme – Yapıcı eleştiri yapabilme ve alabilme becerisidir.
• Yansıtma – Kişinin, davranışının kabul edilemez olduğunu algılama sorumluluğunu alma becerisidir. Tanımlandıktan sonra, kabul edilemez olan davranış özel olarak açıklanr. Durum somut ve açık olarak ifade edilir.
• Övme – Diğer kişinin savunmacı davranma şansını azaltır.
• Duyguların farkında olma – Duyguların doğru yöntemle ifade edilebilmesi için, öncelikle tanınmaları gerekir.
• Duyguları ifade etme – Duyguları olumlu yolla ifade etme becerisi.
• Olumlu etki yaratma – Kendinizi olumlu duygu durumunda tutun, çevrenizdekilerde olumlu etki bırakın, her günde olumlu bir olay bulun, yapabileceğiniz ölçüde yardım önerin ve nazik olun.
• Kendi öfke davranışını öğrenme – Öfkeli olduğumuzda sergilediğimiz davranışları belirleme.
• Verimli (üretken) öfke davranışı oluşturma – Kendinizi kışkırtan ve yıkıcı davranışlardan uzak tutarak, öfkelenmekten koruyun.
• Davranış değiştirme: Yeni hareketleri kolaylaştırma – Öfkelendiğinizde sergilediğiniz olumsuz hareketleri daha olumlu olanlarla yer değiştirin.
• Öfkenin ABC’sini öğrenme – Bu yöntem size, öfkelenmenize yol açan sebepleri (Anger trigger), sizin davranışlarınızı (Behavior) ve davranışlarınızın sonuçlarını (Consequences) gözden geçirme ve yeniden değerlendirme fırsatı tanır.

ÖFKE KONTROL YÖNTEMLERİ

Öfke kontrolünde bilişsel yöntemler denince akla, zihinsel anlamlandırma süreçleri ve düşünceler gelmelidir.

Bilişsel Yeniden Yapılandırma

Bu strateji en basit anlamıyla düşünme tarzınızı değiştirmek demektir. Kızgın insanlar düşüncelerini küfrederek, bağırıp çağırarak ifade etme eğilimindedirler.

• Kızgın olduğunuz zaman genellikle düşünceleriniz gerçeği yansıtmaktan çok,
olayların abartılmış ve çarpıtılmış bir şekilde algılandığını yansıtır. Bu tür düşünceleri fark edin ve yerine daha mantıklı olanları yerleştirin. Örneğin; kendi kendinize “Eyvah! Şimdi her şey mahvoldu!” gibi bir şey söylemek yerine, “Evet, çok can sıkıcı! Neden kızdığımı çok iyi anlıyorum. Ama dünyanın sonu değil ve buna kızmam, bu olayı olmamış hale getirmeyecek.” diyebilirsiniz. Her iki düşünceyi de zihninizden geçirerek deneyin. Kızgınlığınızın hangi düşünceyle arttığını ya da azaldığını görün.

• Farkında olmadan çok sık kullandığımız ve bizi kızgınlık duygularına hazırlayan, “asla!” ya da “her zaman!” gibi sözcükleri zihninizde yakalamaya çalışın. “Bu asansör asla çalışmaz!” ya da “Zaten her zaman telefon etmeyi unutursun!” gibi cümleler sadece hatalı değildir; aynı zamanda kızgınlık duygunuzda haklı olduğunuzu düşünmenize de yol açar ve siz durumla ilgili yargıyı vermiş olduğunuzdan, problemin çözümüne de katkıda bulunmaz. Örneğin, randevularına sürekli olarak geç gelen bir arkadaşınız olduğunu düşünelim. Hemen saldırmaya kalkmayın. Bunun yerine, neyi elde etmek istediğinizi, amacınızı düşünün. Sizin asıl istediğiniz arkadaşınızın randevuya sizinle aynı saatte gelmesi değil mi? O halde “Her zaman geç kalırsın! Tanıdığım en sorumsuz ve kayıtsız kişisin!” gibi yargılardan kaçının. Bu tür cümleler sadece arkadaşınızı incitmeye ve onun da kızmasına yol açacaktır. Ancak sorunun çözümüne katkıda bulunmayacak, hatta ilişkiyi bozarak zorlaştıracaktır. Bunun yerine; eğer bu arkadaşınız sizin için önemliyse, problemin ne olduğunu ortaya koyup her ikiniz için de işe yarayacak bir çözüm yolu bulmaya çalışabilirsiniz. Kendinize; öfkelenmenin hiçbir şeyi çözmeyeceğini, kendinizi daha iyi hissetmenize yardımcı olmayacağını, hatta daha da kötü hissedebileceğinizi hatırlatın.

• Mantık öfkeyi yener, çünkü haklı bir nedene bağlı olsa da, çok çabuk mantık sınırlarını aşabilir. Bu yüzden öfkelendiğinizi hissettiğinizde mantığınıza sığının. Yıllarca dünyayı ve karşılaştığı olayları belli bir bakış açısıyla değerlendiren birine, yeni bir anlamlandırma biçimi kazandırmak uzun ve zorlayıcı bir çaba gerektirir. Sinirlendiğinizde tepki vermeden önce 5 kere nefes alıp verin ya da içinizden 10’a kadar sayın. Bu arada olaya olumlu bakma konusunda kendinizi uyarın. Hem karşınızdaki kişiyi ya da kişileri kırmamış olursunuz, hem de kendinizi öfkenin zararlı etkilerinden korumuş olursunuz.

“Öfkeyle kalkan, zararla oturur” sözü, bu yöntemin tarihinin ne kadar eski olduğunu bize gösteriyor. Tepki vermeden önce kendinize tanıyacağınız 15 saniyede hızlı bir değerlendirme yapabilirsiniz:

 Nerdeyim?
 Kimlerleyim?
 Neler oluyor?
 Zihnimden neler geçiyor?
 Olaya nasıl bir anlam verdim?
 Beklentilerim neler?
 Neler yapıyorum?

Günlük yaşamda, zamanı dondurup kendimizi değerlendirmemiz mümkün değil kuşkusuz. Ancak bu soruların tümünü olmasa bile, hiç değilse 2-3 tanesini kendimize sorabileceğimiz 15 saniyelik bir mola, tepkilerimizi yumuşatacak ve daha az öfkeli olmamıza yardımcı olacaktır.

Problem Çözme

Sizi öfkelendiren bir durumla karşı karşıya olduğunuzda, bunu sadece bir problem olarak düşünüp bir isim koymaya çalışabilirsiniz. İsimlendirdiğiniz problemi çözmeye çalışmak, ad koyamadığınız ve duygusal boyutu ile mantıksal boyutunu ayrıştıramadığınız bir sorunu çözmekten daha kolaydır. Şimdi önce isim verme ve problemi tanıma sürecine bakalım:

1. Problemi Belirleme:
- Problem hakkında bilgi toplama,
- Problemi alt problemlere indirgeme,
- Problemin bir yönünü seçip somutlaştırma,
- “Bu neden bir problem?” sorusuna cevap arama,
- “Kimin için bir problem?” sorusu üzerinde düşünme,
- “Bu probleme benim katkım ne?” (Bu konunun problem olmasına nasıl bir katkıda bulundum?) sorusu üzerinde düşünme,
- “Başka kimin katkısı var?” (Bunun problem haline gelmesinde içten içe suçladığım birileri var mı, kimler?) sorusu üzerinde düşünme,
- “İdeal çözüm ne olurdu?” sorusuna cevap arama,
- “Nasıl bir sonuçla yetinebilirim?” sorusunu cevaplandırma.
İlk aşamada bu sorular üzerinde düşünerek, detaylarıyla birlikte problemin farkına vardıktan sonra ikinci aşamaya geçilebilir. Bu aşamaların tümünü mümkünse yazarak yapmak çok yararlı olacaktır. Sorunun tümüyle üstesinden gelene kadar yazdıklarınızı atmayın ve özellikle değerlendirme aşamasında tekrar onlara göz atın.

2. Seçenek Listesi:
- Tüm seçenekleri sıralama: Aklınıza gelen ve çözüme yararı olabilecek tüm seçenekleri (saçma bile olsa) düşünün ve kaydedin.
- Listenize “kaçma” (görmezden gelme) seçeneğini yazmayı unutmayın. Bu çok doğal bir tepki ve sizin hakkınız.
- Kabullenme seçeneği de listenizde bulunması gereken alternatiflerden biri. Bazı sorunlar (özellikle sizin dışınızdaki insanların kişilikleriyle ilgili olanlar) çözülemeyebilir ve bu noktada durumu olduğu gibi kabullenmek çok gerekli ve rahatlatıcı bir çözüm yolu olabilir.
- Tüm seçenekleri sıraladığınız yazılı bir listeniz olsun.

3. Plan Yapma:
- Seçenek listenizin tüm alternatiflerini inceleyin ve aklınıza yatan, içinize sinen bir tanesi üzerinde karar verin.
- “Karar verdiğim seçeneği nasıl gerçekleştirebilirim?” sorusunu sorun kendinize ve buna verdiğiniz cevapları yazın.
- İhtiyaçlarınızın listesini çıkarın. “Bu sorunu, bu yolla çözmek için ne(lere) ihtiyacım var?” diye sorun kendinize ve ihtiyaçlarınızı sıralayın.
- Plan yapma aşamasında karşılaşacağınız engelleri de tahmin etmeye çalışmak yararlı olacaktır. “Beni ne engelleyebilir?” sorusunu sorun kendinize ve engel olarak karşılaşma olasılığınız olan her noktayı yazın.
- Bunlardan sonra kendinize bir eylem planı oluşturun. Yapacağınız her şey, yazılı olarak, adım adım belirlenmiş olsun.

4. Değerlendirme:
- Planınızı uygulamaya başladığınız andan itibaren değerlendirme yapmanız yararlıdır. Arada durup “Durum ne yönde değişti?” sorusuna cevap arayın.
- Bulduğunuz çözümün size neye malolduğunu kendinize sormanızda büyük yarar var. “Bana neye maloldu? Kazançlarım, kayıplarım neler?” sorularına cevap bulmaya çalışın. Bu sorulara verdiğiniz yanıtlar olumluysa planınızı uygulamayı sürdürebilirsiniz. Ancak size çok şeye malolduğuna ve kaybettirdiklerinin kazandırdıklarından çok olduğuna karar verirseniz ikinci aşamaya geri dönüp, yeni bir çözüm yolu bulmakta yarar var demektir. Bu durumda yeni bir plan yapıp uygulamak uygun olabilir.

Yaptığınız planı uygularken elinizden gelenin en iyisini yapmaya çalışın, ama yanıtları hemen bulamıyor ve sonuca hemen ulaşamıyorsanız kendinizi cezalandırmayın. Eğer soruna iyi niyetle yaklaşır, çabalar, “ya hep, ya hiç” tarzı düşünmez, elinizden gelenin en iyisini yapmaya gayret ederseniz, sabrınızın taşma ihtimali de düşük olur.

Bazen kızgınlık ve engellenmişlik duyguları, yaşamdaki gerçek ve kaçınılmaz sorunlardan kaynaklanıyor olabilir. “Her problemin bir çözümü vardır!” şeklindeki kültürel inançlarımız da, çözüm bulamadığımızda bu engellenmişlik duygularını artırır. Kızgınlık duyguları böyle durumlarda yaşanan doğal ve sağlıklı duygulardır. Böyle durumlardaki en yararlı tutum, önce durumu değiştirip değiştiremeyeceğimizi araştırmaktır. Değiştirebileceğimiz bir şeyse çözüm yolları araştırılabilir ve yukarıda anlatıldığı gibi bir planlamayla problem çözme teknikleri kullanılabilir. Değiştirilemeyecek bir durumsa, çözüm üzerinde odaklaşmak yerine, en iyi strateji, sorunla yüzleşmek ve kabullenmektir.
Saygılarla.
Kaynak.Hülya Kökdemir.http://www.psc.uc.edu/sh/SH_Anger.htm.
Handling Anger http://www.counseling.swt.edu/handling_anger.htm.Coping with Anger http://usweb.usf.edu/counsel/self-hlp/anger.htm. Türk Psikoloji Bülteni, 3 (7), 79-85. Öfke: O Sizi Kontrol Edeceğine Siz Onu Kontrol Edin. http://www.psikolog.org.tr/bulten/yazilar/07_ofke.htm

Cuma, Nisan 27, 2007

KADIN OLMAK !...

Irak'da yapilan arkelog calismalarin neticesin de.M.Ö.ne ait oldugu sanilmakta olan görsel bazi belgelere ulasildi.Suskun erkek dünyasina sunulan bir görsel belge...
"Kadin olmak"

Saygilarla.

ÖFKE I.


Insanın öfkelenmesi yaratılışından kaynaklanan bir davranış.Bu öfkesini sürdürmemesi, yenmesi gerekmektedir. Çünkü öfke, insanın akli fonksiyonlarını perdeleyen, olayları sağlıklı değerlendirip doğru karar verebilmesini engelleyen bir etkendir. Böyle olunca da insan sınırlarını gereği gibi koruyabilmesi tehlikeye girmektedir. Öfkenin en önemli zararlarından biri olarak da adaletten sapma gösterilir. Zira öfkenin aklı örtmesiyle, yapılan teşhisler, verilen kararlar duygusal olmakta, bu da ahlaki adil karar verilmesini engellemektedir.
Aynı zamanda kalpte sıkıntı oluşturan öfke, birçok rahatsızlığı da beraberinde getirir. Öfkeyi yenmek ve bağışlamak ise başta iç huzurunu sağlamakla beraber sıkıntılı ve gergin ruh halinin huzura ve ferahlığa dönüşmesini sağlamak lazimdir.
Öfkenin icerikligine bakildigi zaman...
Normal,Herkes tarafından hissedilen,vazgeçilemeyen,güçlü fakat kontrol edilmesi öğrenilebilen,saldırganlıkla aynı şey olmayan (saldırganlık; öfkenin kontrol edilemediği durumda ortaya çıkan bir davranıştır).
Öfke bir davranış değildir. Öfke hayatın bir parçasıdır ve toplumun bize öfkemizle nasıl baş edeceğimizi öğretmede pek başarılı olduğu da söylenemez. Genellikle kızların öfkeli görünmesi hoş karşılanmazken, erkeklerin öfkelerini olumsuz davranışlarla dışa vurmaları teşvik edilir ve ödüllendirilir. Peki öfke nedir?
Öfke uygun ifade edildiğinde, son derece sağlıklı ve doğal bir duygudur. Ancak kontrolden çıkıp da yıkıcı hale dönüşürse okul-iş hayatında, kişisel ilişkilerde ve genel yaşam kalitesinde sorunlara yol açar. Pek çok kişisel ve sosyal problemlerin (örneğin, çocuk istismarı, aile içi şiddet, fiziksel ya da sözel saldırganlık, toplumsal şiddet) temelinde öfke vardır. Öfke hem dışsal, hem de içsel bazı olaylarla ortaya çıkar.
Arkadaşınız, anneniz, kardeşiniz, sokaktaki bir adam, öğretmeniniz gibi belli bir insana öfkelenebileceğiniz gibi; trafik sıkışıklığı, iptal edilen bir randevu gibi bir olaya da öfkelenebilirsiniz. Öfkelenmenizden kendi kişisel kuruntularınız sorumlu olabileceği gibi, daha önceden başınızdan geçmiş ve sizi öfkelendirmiş bazı olayların anıları da sorumlu olabilir.
Genellikle öfkeye yol açan nedenler arasında; engellenme, haksızlığa uğrama, fiziksel incinme ve yaralanmalar, tacize uğrama, hayal kırıklığı, saldırıya uğrama, tehditler sayılabilir.
Psikologlara göre, öfkelendiğimizde 5 boyut birbiriyle ilişkili ve eşzamanlı olarak aktif olur. Bu boyutlar:
Biliş – O andaki düşüncelerimizdir.
Duygu – Öfkenin yol açtığı fiziksel uyarılmadır.
İletişim – Öfkemizi çevremizdekilere yansıtma biçimimizdir.
Etkileniş – Öfkeli olduğumuzda hayatı algılayış biçimimizdir.
Davranış – Öfkeli olduğumuzda sergilediğimiz davranışlardır.
Öfke, çok hafif bir tepkiden hiddete kadar farklı yoğunlukta yaşanan bir duygudur. Diğer duygular gibi fizyolojik ve biyolojik değişmelerle birlikte hissedilir. Eğer dinlemeyi biliyorsak, vücudumuz bize öfkeli olduğumuz konusunda bilgi verir. Öfkenin fiziksel işaretleri vardır:

Uyaran duyguyu harekete geçirir,
Stres ve gerginlik başlar,
Enerjiyi arttıran Adrenalin salgısı artar,
Nefes alıp verme sıklaşır,
Kalp atışları hızlanır,
Kan basıncı artar,
Vücut ve zihin “savaş ya da kaç” tepkisi için hazırdır.
I.nci bölüm.
Saygilarla.

Perşembe, Nisan 26, 2007

KABAK /Cucurbita pepo ...




Lifi bol olan bir sebze. Kabak sebzesi potasyum, fosfor, kalsiyum, magnezyum, sodyum, demir gibi madensel elementler içerir. Kabak bedeni temizler, sinirleri yatıştırır. Besin değerinin kaybolmaması için kabağı buğuda pişirmek önerilir. Kabak çiğ olarak rendelenip salatalara da katılabilir. Latincesi Cucurbita pepo olan kabak,orta ve güney Amerika'da ora yerlisinin ana gıdasını teşkil etmişdir.16.nci yüzyılda Portekizler tarafından Avrupa'ya oradan da Cin'e yayılmıştır.Uzun bir zaman fakir insanların asırlar boyu vaz geçilmez bir yemeği olmuşdur.Bu harika sebze o insanların yetişdirdikleri hayvanları ile yem olarak da paylaşılmışdır.Zamanla çeşitleri usta eller sayesin de damak tadımıza cevap veren harika yemeklerle soframızı süslemiştir.Yukarda belirtiğimiz madensel elementleri dışında ;A,C,D, ve E vitamini taşıyan bu sebzemiz gıda maddesi olarak ne kadar çok yönlü olduğunu göstermektedir.Kabak bu gün insan vücudunda dış etkenlere karşı mücadele sistemin de büyük bir yer aldığı da bilinmektedir.Bilhassa bağırsakları tembel olanlar ve iltihaplanmaya karşı büyük katkılarda bulunduğu için tercih edilmesi gereken sebzelerdendir.Kabak aynı zamanda zayıflama yönün de tercih edilen bir diyet yemeği olduğunu biliyormuydunuz.İçerikliği % 95 su olduğundan her 100 gr.da yalnız 20 gr.Kalori taşır.
Kabak diye geçmeyin bu gün tarım da 800 çeşidi bulunmakta olup bütün dünya da çeşitli yemekleri yapılarak sofraların vaz geçilmezleri arasına girmişdir.
Bu gün çekirdeğinden elde edilen yağ ile başta Avusturya Çek ve Macaristan da sanayileştirilmiştir.Bilhassa Akdeniz ülkelerin de çekirdekleri kavrularak vazgeçilmez bir eylencelik olarak içimize girmişdir.Bu çekirdekler aynı zamanda Tıp da yerini almış.Bir çok ilaç da kullanılmaya başlanmıştır.Bunların başında Prostad rahatsızlığı gibi.
Bu harika sebze daha nerelerde karşımıza çıkmıştır.Bir çok ülkelerde sıvı taşıma aracı ve müzik aleti olarak da kullanılmaktadır.Amerika'da cadılar bayramının vaz geçilmezler den bir tanesidir.
Yazımızın sonuna gelmeden.Balkabağı olarak adlandırdığımız Kabak türümüz de bazı rekorlardan da bahis etmeden geçemeyeceğim.
Island'da yetiştirilen Kabak tam olarak 681,3 kg geliyordu.
Son olarak eğer bu güzel sebzemizin güzel yemekleri hakkında bilgi almak istiyorsanız. KABAK TADI tıklayın.O güzel kampanya da sizlerinde katkısı olsun.
Saygılarla.

KARANLIK / KORKU..


İnsanlar neden karanlıktan korkarlar ? Bu geleceğimizi merak etme ile ilgili olabilir mı ?Yaşamımız içersin de çevremiz de olup bitenleri öğrenmek ve neslimizi sağlıklı bir ortam içersinde idame edebilmemiz için daha sonraki aşamalar da olacak biteceklerin eğilimi içinde olamamızmıdır.
Bir tehlike durumuna karşı hazırlıksız yakalanmamak adına sürekli ve tutarlı şartlar altında geleceği az çok tahmin ederek yaşamak isteğimidir..
Anatomik ve fizyolojik olarak karanlıkta iyi görüp etrafımızı değerlendirmeye uygun değiliz.
Biyolojik döngümüze göre sabah uyanıp gece uyuyan bir yapıya sahibiz..
Bazı canlılar; hayvanlar, gece görüşü ya da başka türlü bir avantaj sağlayan farklı duyulara sahip olduğundan geceleri avlanabiliyor. Onların karanlıktan korktuğunu söylememiz mümkün değil.
Bizler de işe, tehlikeleri karanlıkta duyumşamamız oldukça güç olduğundan karanlıktan korkma eğılımımız ortaya çıkabiliyor.Karanlık korkusu bambaşka bir durum.Korkularımız, genellikle kalıcı ve kişiyi olağanüstü kaygılara sürükleyen mantık dışı fobileri kapsıyor.
Korkularımızın biyolojik ve psikolojik birçok nedeni olabiliyor. Psikologlar,korkuların nedenini diğer kaygı rahatsızlıkları çerçevesinde değerlendirmeye çalışsalar da kişisel farklar korkuların nedeninde büyük rol oynuyor. Genellikle söz konusu korkuyla ilişkili travmatik bir durumdan söz edebiliyoruz.
Kişiye özel nedenleri bulabilmek, bir terapi sürecini gerektiriyor. Psikanalitik kuramın babası Freud, nedeni belirsiz korkuların bir tür baştırılmışlık olduğunu ileri sürer. Kişi, kendisini rahatsız eden düşünce ve hislerini baştırarak unutmuş ve geriye yalnızca mantık dışı korkular kalmıştır. Fobilerin biyolojik nedenlerine baktığımızdaysa, fobik bireylerin beyinlerindeki lımbık bölgedeki seratonin ve dopamın seviyelerinin düşük olduğunu görüyoruz. Bunun yanı sıra amigdala da büyük rol üstleniyor. Limbik sistem ve amigdalanın işlevsel kontrol alanlarına göz attığımızda aslında bu bulguların hıç de şaşırtıcı olmadığını görüyoruz.
Çünkü limbik sistem beynin bellekle ilişkisi kurulan duygusal ve motivasyonel işlevlerin kontrolünden sorumlu. Bu bölgede duygusal elemanların bellek oluşumuna olan etkisinden bahsediyoruz. Dolayısıyla, herhangi bir duygusal olay karşısında verilen bir tepki ve korku olduğu düşünülen fobilerin beynin bu bölgesiyle ilişkilendirilmesi doğal. Amigdala ise kızgınlık, kıskançlık ve korku deneyimlerinin işlemlendiği beyin bölgesi.
Saygılarla.

Çarşamba, Nisan 25, 2007

GÖZYAŞI


Çoğu insanın "yalnızca ağlandığında akan tuzlu su" zannettiği gözyaşı, çeşitli görevler için farklı karışımlarla oluşturulmuş son derece özel bir sıvıdır.

Gözyaşının ilk görevi gözü mikroplara karşı korumaktır. İçinde bulunan "lizozim" enzimi birçok bakteri türünü parçalayabilme ve mikrop öldürme özelliğine sahiptir. Lizozim sayesinde göz, enfeksiyonlardan korunur. Bu madde, binaları mikroplardan temizlemek için kullanılan kuvvetli dezenfektanlarda kullanılan maddelerden bile daha etkilidir. Bu kadar güçlü olduğu halde göze hiçbir zarar vermez.

Gözyaşı üstün özellikleriyle başlı başına bir mucizedir. Bunun yanı sıra göz yaşının üretimi ve gözden tahliyesini yapan sistemler, üretimdeki hassas dengeyle birleşince, göz yaşının yerinin öneminin büyüklügü bir kez daha önem tasir.
Bu bilgilerin ışığı altında bir kez daha durup düşünmek gerekir. Böylesine güçlü bir dezenfektan, nasıl olur da göz gibi hassas bir organa hiçbir zarar vermez? Cevap çok açıktır: İçinde son derece güçlü bir dezenfektan bulunan gözyaşı gözün kimyasal yapısına en uygun şekilde calisir.
Bu güçte başka hiçbir dezenfektan göz üzerinde kullanılamaz. Öte yandan insan yapımı hiç bir dezenfektan göz yaşının yerini tutmaz.
Tesadüfler sonucu, göze zarar verecek rastgele milyarlarca bileşiğin oluşabilme ihtimali vardır. Peki nasıl olup da göz için hem böyle kuvvetli bir temizleyici görevi görecek hem de göze en ufak bir zarar vermeyecek bir sıvı sentezlenmiştir? Bu ideal sıvı tesadüfen oluşana kadar göz nasıl korunmuştur? Gözün varlığını devam ettirebilmesi için şu anki yapısına, gözyaşının da şu anki kusursuz bileşimine sahip olması şarttır. Elbette bu birlikteliğin işe yaraması için beynin ve vücudun diğer sistemlerinin de aynı anda varolmaları gerekir.

Örneğin göz, beyin de dahil bütün parçacıkları, dokuları, sıvıları ve uzantıları ile aniden bir bedende oluşsa bile bu canlının hayatının devamı için yeterli değildir. Çünkü bu vücudun sindirim sistemi veya karaciğeri, ya da kemik iliği ya da bunlara benzer, "olmazsa olmaz" parçalarından birisidir.
Göz yaşının üretimi ve gözden tahliyesini gerçekleştiren sistemlerde üstün bir tasarım vardır. Göz yaşının göze akıtıldığı delikler ve tahliyesinin yapıldığı kanallar bulunmaktadir. Sözü edilen kanallar gözkapağının veya kemiklerin içine oyulmuştur. Göz yaşı kendi kendine oluştuktan sonra, yüz kemiklerinin içinde bu sıvıyı uzaklaştıracak kanallar nasıl oluşmuştur? Dikkat çekici bir başka bir ayrıntı, tıpkı su tesisatlarının toprağın altından geçirilmesi gibi göz yaşı boşaltım kanallarının derinin altında, kemiklerin içinde bulunmasıdır. Bu sayede insan yüzü estetiğinden hiçbir şey kaybetmez. Gözyaşının yapısı daha yakından incelendikçe, bu sıvının ne kadar büyük bir mucize olduğu daha iyi anlaşılır. Gözyaşının % 98.2'si sudur. Geri kalan kısımda kan plazmasıyla aynı oranda üre ve plazmadakinden daha az oranda glikoz, tuzlar ve organik maddeler bulunur. Lizozim ise geriye kalan maddenin küçük bir kısmını oluşturur. Yani gözyaşı, içinde farklı oranlarda farklı maddeler bulunan son derece özel bir sıvıdır.

Gözyaşı farklı maddeleri içeren katmanlardan oluşur. Bu katmanlardan yağ salgılayan bezlerin bulunduğu yüzeysel kat çok incedir. Görevi ise gözyaşının dışarı akmasını ve buharlaşmasını engellemektir. Bu, gözün yapısındaki şaşırtıcı ayrıntılardan başka bir tanesidir. Gözyaşının üzerindeki son derece ince bir tabaka, göz yaşını buharlaşmaya karşı korumaktadır.


Gözyaşının üretimi de son derece hassas bir ölçü ile yapılır. Gözyaşı, sadece korneayı kurumaktan kurtaracak ve göz küresinin yüzeyinin kayganlığını kaybettirmeyecek miktarda üretilir. Böylece, göz hareket ettiğinde göz kapağının iç kısmı konjonktiva ile gözün üstü arasında sürtünmeden kaynaklanan bir rahatsızlık meydana gelmez.

Gözyaşı yeterli miktarda üretilmeseydi, göz ile göz kapağı arasında sürekli bir sürtünme olur ve gözün her hareketi bizim için bir eziyet haline gelirdi. Örneğin gözyaşı kuruluğu olan hastalarda, gözlerde sürekli bir yanma ve gözün içinin kum dolu olduğu hissi duyulur. Gözler şişer, kızarır ve hastalığın ileri aşamalarında hasta gözünü kaybedebilir.

Uyarıcı bir durum söz konusu olduğunda, mesela göze toz gibi yabancı bir madde kaçtığında, gözyaşı üretimi otomatik olarak artar. Bu bir yandan antiseptik amaçla daha çok lizozim enzimi üretilmesini diğer yandan da uyarıcı maddenin dışarı atılabilmesi için bol miktarda sıvı oluşmasını sağlar.

Görüldüğü gibi gözün yapısında gözyaşı bezlerinin, ne eksik ne fazla, gerekli miktarda sıvı salgılamasını sağlayan bir denge-kontrol mekanizması da vardır.Gözyaşı şimdiye kadar yaşamış olan ve şu anda dünya üzerinde yaşamakta olan bütün insanlarda vardır. Herkeste aynı özelliklere sahiptir.
Saygılarla.

Görsel olarak burayi tiklayin.

Salı, Nisan 24, 2007

Al Gül'üm ve Gül'üm..


Oh çok sükür bilmece sayın başbakanımızın açıklaması ile büyük alkışlarla sona erdi.11. nci Cumhurbaşkanı adayımız belli oldu hepimize hayırlı olsun.
Bizler demokratik insanlarız sanmayın ki kulaklarımızı halkımıza kaparız.
Her zaman onların yanındayız bizler buradaysak ,onlar için buradayız.Muhalefetin bile sözlerine hürmetimiz sonsuzdur.Bir 5 yılı bitirmek üzereyiz.Adım adım bir beş yıla daha, sizlerin refahı için sessiz ve derinden ilerliyoruz.Verdiğimiz söylediğimiz her kelimenin arkasındayız.Biz sizler için refah bir yaşam tarzı çizdik bu verdiğimiz sözü de yavaş yavaş yerine getiriyoruz.
Zaman zaman bazı aksaklıklarımız olmuştur o da bizlerin kabahati değil.Kabahat demokrasinin getirdiği sistem içersin de, onuda sabir ve saygıyla karşıladık.Sabrın sonu her zaman selametdir, diyerek sizlerin refahı için bekledik.
Artık bizlerin çizgileri sizlerin de çizgileri olacakdır.Bunun bir örneğini son günlerde sizlerle beraber yaşamadık mı?
Muhalefetin bile isteklerini yerine getirmedik mi ?
Bizler Demokrasiyi severiz o öyle bir kelimedir ki ortaya yalın hali ile çıkmış.
Anlaşılması için başına ve sonuna diğer kelimeler eklenerek siyasetin değişilmez bir garantisi olmuştur.
Bizi anlıyabilmeniz için geriye dönük olarak bakmanız gerekir.Ne söz vermişsek ne söylemişsek yerine getiriyoruz.
Bilmeceli günler geride kaldı.Cumhur'un adayı da belli oldu.
Hepimize hayırlı uğurlu olsun.
Saygılarla.

Puccinia graminis /Ug99 mantarı



1954 senesin de ABD de görülen tahıl ürünlerinin bir numaralı düşmanı olan bu mantar türü zaman zaman mahsulün % 90 oranında kaybına yol açmışdı.50 li yıllarda bir çok araştırmacı ABD'li Norman Borlaug ile birlikte bu mantara dayanıklı bir tahıl türü üretmeyi başarmışlar.Bu başarıları Yeşil Revülasyon olarak tarım alanında yerini almışdı.1970 yılında bu çalışmalar kendisine Nobel barış ödülünü bile getirmişdi.
1960 yıllarında geliştirilen önlemlerin sonucunda geçmişte kaldığının sanıldığı belirtilen haberde ancak mantarın yeni türü olan Ug99’nun, birkaç yıl önce ilk olarak Uganda’da ortaya çıktığı, yapılan testlerin sonucunda hemen hemen her türlü buğdayın bundan etkilendiği gözlendiği kaydedildi.
Nobel ödüllü tarım uzmanı Norman Borlaug’un, yeni mantar türü ile ilgili olarak “Bunun, büyük bir sosyal ve insani yıkım potansiyeli var” olarak açıklamaktadir.Kara pas hastalığının binlerce yıl dünyanın birçok bölgesinde ki buğday üretimine büyük zarar verdiğini anımsatarak, İncil’de de buna değinildiğine dikkat çekti.
BM’nın gıda ve tarım örgütü FAO uzmanı Wafa Khoury de, yıllarca dayanıklı olan buğday türlerinin artık dayanıklı olmadığının saptandığını belirterek “Dünya 60 yıl güvenli oldu ancak artık İncil’de söz edilen ve mahsullerimizi mahveden salgın geri döndü. Bu çok ciddi bir durum” şeklinde konuştu.

Ug99’nun özellikle buğdaydaki dirençli genlere saldırdığına dikkat çeken Khoury, “Bunun sonucunda gelişmekte olan ülkelerdeki buğday türlerinin yüzde 80’inin mantardan etkilenebileceğine inanılıyor” dedi.
Ug99’nun Yemen’e sıçradığının, geçen Şubat ayında doğrulandığını belirterek, “Rüzgarlara ilişkin etüdler, Ug99’nun kısa bir süre içerisinde Suudi Arabistan ve Ortadoğu’ya yayılacağını gösteriyor. Sonunda Suriye, Lübnan, Türkiye, İran, Pakistan ve Avrupa da etkilenebilir.”
Buğday sorunlarına çözüm bulmayı amaçlayan Uluslararası Pas Girişimi’nden Rick Ward da “Ug99’a dayanıklı yeni buğday türlerini geliştirmemiz gerekiyor” dedi. Ward “Eğer bunun yapmazsak Mısır ve Pakistan gibi ülkelerin buğday üretiminde feci kayıpları ile karşı karşıya kalmaları olasılığı var” uyarısını yaptı.
Bilimadamları, salgının, aralarında Türkiye, İran ve Hindistan gibi ülkeleri etkileyeceğine, milyonlarca insanın açlığa sürükleneceğine inanıyorlar.
Afrika’nın Uganda, Kenya ve Etiyopiya’da buğday alanlarında yıkıcı etkilerini gösteren ve Yemen’e de sıçrayan kara pas (Puccinia graminis) adlı mantarın yeni bir türü olan Ug99’nun, yayılması sonucun da bir milyar aşkın insanın ana besin kaynağını yok olunacağına inanıyorlar. Bazı gözlemciler, buğdaya büyük bir bağlılığı olan Mısır’a bu yılın sonundan önce ulaşabileceği uyarısını yapıyorlar.
Saygılarla.


Pazartesi, Nisan 23, 2007


Bu gün 23 Nisan çocuk Bayramı.Aslında hepimizin Bayramı bizlerde zaman zaman çocuklaşmıyormuyuz?Sağlık esenliklerle elele bu Bayramı yaşıyalım,onlar bizim geleceğimiz.Biz büyükler ilerde onların çocukları olacağız.

KOALA /Tembel Ayı


İklimlerin getirdiği değişimlerle bazı canlı türleri üzerin de etkileri, onların yok olmasını tehdit ediyor.
Bu gün kuraklık, ormanların çok çabuk yanmasına neden olabiliyor.Bunun en belirli olarak görüldügü bölgelerden biri de Avusturalya'da ki Okaliptüs / Sıtma ağacı. Haziran-Temmuz ayları arasında, mor renkli çiçekler açan büyük ağaçlardır.
Türkiye'ye Dalaman’da bir çiftlik kuran Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa tarafından, süs ağacı olarak sokulmuştur.Halk arasında sıtma ve kinin ağacı olarak da tanınmaktadır.İlerde ki günlerde daha geniş olarak bu ağacı tanıtmaya çalışacağım.Ana vatanı Avusturalya olan bu ağacın bir parçası olan Koala 'tembel ayı' memelisinden bahs edeceğim.
Bu gün kırmızı listeye geçen, nesli tükenmek ile karşı karşıya gelen bu sevimli hayvanlar.
Kuraklıklarla başlıyan;büyük yangınlar yaşam alanları olan Okaliptüs ormanlarının yok olması,bilinçsizce tarım ve inşa alanı için kesilmeleri en büyük faktörlerden biri olarak görülmektedir.
Koala'lar günlerinin 20 saatini uyku ile geçiren,geri kalan zamanlarını ise Okaliptüs
ağaçlarının yapraklarını yemekle geçiren sevimli bir memelidir.Seneler evvelinde de yok olma tehlikesi ile kalan Koala'lar bu şekilde popilasyon da gerilemesi devam ettiği taktirde 7 sene sonra onları ancak kitap sayfaların da görebileceğiz.Yapılan izlenimler karşısında 'Chlamydien'adlı cinsel hastalık onların yok olmaya doğru hız kazandırmaktadır.
Zoolog'ların raporların da, bir zamanlar bilinsizce kürkleri için avlanan bu kücük ayılar tamamen yok olma eşiğinden dönmüşlerdi.Hayatta kalan az miktar da koala tekrar yetiştirilmeye başlanmış.Alınan neticeler de yumurtaları olmıyan veya döförme olmuş türler ortaya çıkmıştır.Bu türlerden gelen neslin de, diğer faktörler karşısında yok olma yolundadır.Bu gün kıtada yaşıyan hayvanların 100 bin veya milyon olarak tahmin edilse bile bu durum karşısında kırmızı alarm 7 sene olarak noktalanmaktadır.
Saygılarla.

Pazar, Nisan 22, 2007

Pazarin Sohbeti.


Dün gece!..
Hayırdır inşallah.
Diye başlarız anlatmaya.Beynimizin içinde kurulan beyaz perde de oyuncusu,rejisörü,senaristi hepsi bizizdir.Bu bizim filmimiz daha doğrusu görmüş olduğumuz rüyamızdır.
Tarih boyu insanları meşgul etmişdir bu konu; neden, ne anlama gelir ?
Rüyaların, canlıların günlük deneyimleriyle geçmişteki bilgilerini güncelledikleri gecelik kayıtlar olabileceği ve bu durumda da yapmış olduğumuz güncellemeler sayesinde canlılar, hayatta kalma stratejilerinimi belirliyor...
Gördüğümüz rüyalar geçmişimize uyumlu bir şekilde duyulara, genelde görselliğe dayanıyor.
Rüyalar, gerçekliği, bildiğimiz doğa yasalarını alt üst eden, tuhaf, akıl dışı görüntülerle haşır neşir olduğumuz, yönetmenliğini kendi zihinlerimizin yaptığı gizemli filmler.
Bazen geleceğe yönelik işaretler olarak görür, kimi zaman hayra yormaya çalışiriz. Gerçekmiş gibi gelen, bazen kendimizi uyanmaya zorladığımız gecelik maceralarımız. Rüyaların anlamı ve rüya görmeye yol açan nedenler, pek çok araştırmanın konusu olsa da, akılları kurcalayan soruların yanıtı üstünde henüz fikir birliğine varılamamıştır. Rüya gördüğümüz zaman çok fazla enerji harcamamız; rüya görmenin kuşaklar boyu devamlılık gösteren bir deneyim olması, beyinimiz de yarattığımız etkinliğin önemli bir amaça hizmet ettiği düşüncesini bildirmiyor mu.

Peki diğer canlılar hayvanlar;araştırmalar,onların da rüya gördüğünü kanıtlıyor. Hayvanlarda, REM uykusu sırasında işleme koyduğu bilgiler de duyusal...


Rüyaların anlamlarına duyulan merak çok eskilere dayanıyor. Eski Mısır'da rüyaların kehanet aracı olduğu. Sümer kaynaklarında rüyalara ilişkin kayıtlar bulunuyor. Bu kayıtlara göre, M.Ö. 7. yüzyılda yaşayan Asurbanipal rüyalara büyük önem veriyordu. Diğer kültürler ise, rüyaları ilham kaynağı, şifa verici ya da gerçeğe alternatif olgular şeklinde yorumladılar.İncil'de de, Yusuf'un firavunun rüyasını açıklamasının yedi yıllık kıtlığı önlediği anlatılıyor. Tıbbın babası sayılan Hippokrates, "Rüyalar Üzerine" adlı bir eser yazmıştı. Ortaçağ'da ise rüyalar kimi zaman erdemli kişilere gönderilen tanrısal mesajlar, kimi zaman da şeytani kökenli olgular şeklinde algılandı.

Geçen yüzyılda, bilim insanları rüyalar hakkında, bir kısmı birbiriyle çelişen psikolojik ve nörolojik açıklamalarda bulundular. 1900 yılında Freud, "Rüyaların Yorumu " (Die Treaumdeutung) adlı kitabında, rüyaların bilinçaltına giden yol olduğunu, bireyin iç dünyasının derinliklerini açığa çıkardığını öne sürdü. Sonraki dönemlerde, Freud'un aksine, rüyalar, gelişigüzel sinirsel etkinliklerin sonucu ortaya çıkan anlamsız olgular şeklinde tanımlanmaya başladı. Kimilerine göre de rüyalar, beynin gereksiz bulduğu bilgileri sildiği "tersine öğrenme" etkinlikleri.
Rüyalar karmaşık ve geniş bir alana yayılıyor.
Amerikalı araştırmacı Jonathan Winson konuyla ilgili farklı bir bakış açısı sunuyor. Winson, kendi araştırmalarının ve diğer nörolojik laboratuvar çalışmalarının sonuçlarına dayanarak, rüyaların anlamı olduğunu öne süren bir bilim adamı. Beynin denizatı kıvrımı olarak da adlandırılan hipokampüs bölümü ile uyku sırasındaki hızlı göz hareketlerinin (rapid eye movement, REM) ve teta ritmi denilen beyin dalgalarının incelenmesinin, bellek işlemlerinde önemli noktaları aydınlattığını söylüyor.
Winson'ın primat-altı hayvanlarda yaptığı teta ritmi araştırmaları, rüyaların anlamına ilişkin evrimle bağlantılı ipuçları sunuyor: Rüyalar, memelilerin bellek işlemlerinin gecelik kayıtları. Onlar sayesinde, hayvanlar yaşamlarını sürdürebilmek için stratejiler geliştiriyor ve günlük deneyimlerini bu kayıtlar ışığında değerlendiriyorlar. Böyle bir işlemin varlığının, insanlarda rüya görmeyi de açıklayabileceği düşünülüyor.
1953 yılında yapılan bir buluş, rüyaların nörobiyoloji alanında incelenmesinin kapısını aralamıştı. İnsanda uyku döngüsünün ortaya konmasıyla, rüyaların fizyolojisinin anlaşılması yolunda önemli adımlar atılıyordu.
Peki bu durum karşısında dün akşam görmüş olduğunuz rüyanızı nasıl yorumluyorsunuz.
Bu gün sizlerle beraber bir seneyi tamamlamış oluyoruz.Burada yazi yazmamı destekliyen, yorumları ile beraber olan bütün dostlarıma teşekkür ederim.
Saygılarla

Cumartesi, Nisan 21, 2007

MANTARLAR..


Tehlikeli minikler.


En tanıdık olan ayak mantarlarıdir,tanıdık bir kaç mantar artı daha diğerlerini ise hiç dikkate almayız.Mantar hastalığı her zaman bizler için bir problem teşkil etmiştir.Tespiti ise esasında zor olan bir hastalıktır.Tanımı geç tespitlerde ölüme kadar gidebilir.
"kaşıntı ve yanma,derinin kızarikliği, kabuklanması." İle tipik bir mantar rahatsızlığının gösteren belirtilerdir.Bu gibi belirtilerle rahatsızlığı tanırız bu da daha çok ayak mantarların dan tanırız.Senelerce yapılan incelemeler de,cilt doktorlarının bu gibi rahatsızlıkların o kadarda basit olmadığını bu mantar rahatsızlıklarının bir çok bulaşıcı hastalıkları tetiklediğini bu durum karşısında da ciddi bir şekilde sıhhatimizi tehlikeye soktuğunun bilincine varmışlardır.
Bu gün bilinmektedir ki mantar hastalıklarının kan kanserine neden olması bir çok hastanın organ nakline kadar düşürebildiği görülmektedir.
Berlin Charite enstitüsünün yapmış olduğu çalışmalarda.Maya ve küf mantarlarının
iç organlarına yerleşerek çok büyük zararlar açtığı tespit edilmiştir.
Bu gün her yedi ölümden bir tanesi ise bulaşıcı hastalıktan geçtiği bilinmektedir.
ABD'de yapılan incelemelerde bu hastalıkların en büyük nedeninin de mantarlar olduğu görülmüstür.
Yapılan gözlemler neticesinde son 17 sene içersinde üç misli arttığı bu tehlikenin gittikçe artmakta olduğu bilinmektedir.
Antibiotiklerin bile fayda vermediği en tehlikeli mantarlardan Maya "Candida albicans"ve küf mantarı "Aspergillus fumigatus".Bu gün ülkemizde bulunan eksotik olmıyan bitkilerden geçebilmektedir.Bu mantarların hastalık taşımıyan barsaklarda,ağız içinde,nemli sıcak deri bölümlerinde buluna bilmektedir.Küf mantarları ise daha çok bio fıçılarında ve tahil ambarlarında.Saman yığınlarında,gıda maddelerinde, çay ve cevizde görülmektedir.
Bu iki mantar artı kana karışmadığı müddetçe zararsızdır.
Her iki mantar artı sağlığımız için büyük bir tehlike göstermez.Küf mantarı nefes alma organlarımızla çiğerlerimize gittiği taktirde.Derhal karşı elementler tarafından yok edilirler.Yok edilemiyenler ise beyaz kan partikilleri tarafından tamamen yok edilirler.Bu aynı zamanda salgı bezlerindeki karşılıyıcılar tarafından da kana karışması önlenir.Mantarların kan dolaşıma karışması daha çok koruyucu sistemimizin zayıflaması.Organ nakli geçirmek zorunda kalan hastalarımız ve kanser tedavisi gören hastalarımız da daha büyük tehlike teşkil ederler.
Kan dolaşım sistemine girebilen bu zararsız mantar artları değişime geçerek hüçre ve organlarımızı tehdit etmeye başlar.Bir kaç dakika içersin de genetik olarak değişime uğrayip.Hayatımızı tehdid etmeye başlar.Kan zehirlenmesi,diğer bulaşıcı hastalıkların bulaşmasına.Beyin ve Akciğer vereceği zarar ile ölümcül tehlike ile karsi karşiya kalabilir. Tıp bu durum karşısın da kısıtlı olan çarelere baş vurmaktadır.Mantar hastalığına yakalanmış bir hastanın tam bir tesbidi çok uzun bir zamana ihtiyacı olduğu için.Yapılan tespitlerin çoğu tahmini olamaktadır.Bazı bakterilerin de aynı mantar gibi değişim göstermesi ona karşı müacadelede kullanılacak ilaçları daha da kısıtlamaktadır.Bu gün Tıp bu konu da bir çok çalışmalar içine girmiş.Bu zarasız gibi görünen mantarlara karşı çalışmaları dikkatle incelemeye almışlardır.
Saygılarla.

Cuma, Nisan 20, 2007

GÜNÜN YAZISI..


Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasi bir fikre sahip olmak, seçtiği bir dinin icaplarını yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine sahiptir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hakim olunamaz.

Biz her görüş açısından medenî insan olmalıyız. Çok acılar gördük. Bunun sebebi dünyanın vaziyetinin anlamayışımızdır. Fikrimiz, düşüncemiz, tepeden tırnağa kadar medenî olacaktır. Şunun bunun sözüne ehemmiyet vermeyeceğiz. Bütün Türk ve İslâm âlemine bakın; düşüncelerini, fikirlerini medeniyetin emrettiği değişiklik ve yükselmeye uydurmadıklarından ne büyük felâket ve ıstırap içindedirler. Bizim de şimdiye kadar geri kalmamız, en nihayet son felâket çamuruna batışımız bundandır. 5-6 sene içinde kendimizi kurtarmışsak zihniyetlerimizdeki değişmedendir. Artık duramayız. Mutlaka ileri gideceğiz; çünkü mecburuz. Millet açıkça bilmelidir, medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki, ona kayıtsız olanları yakar, mahveder. İçinde bulunduğumuz medeniyet ailesinde lâyık olduğumuz yeri bulacak ve onu koruyacak ve yükselteceğiz. Refah, mutluluk ve insanlık bundadır.
1925

İnkılâbın temellerini her gün derinleştirmek, desteklemek lâzımdır. Birbirimizi aldatmayalım. Medenî dünya çok ilerdedir. Buna yetişmek, o medeniyet dairesine dahil olmak mecburiyetindeyiz. Bütün boş ve temelsiz sözleri ortadan kaldırmak lâzımdır. Şapka giyelim mi, giymeyelim mi gibi sözler mânasızdır. Şapka da giyeceğiz, Batının her türlü medenî eserlerini de alacağız. Medenî olmayan insanlar, medenî olanların ayakları altında kalmağa maruzdurlar.
1925

Ben, şimdiye kadar millet ve memleket iyiliğine ne gibi hamleler, inkılâplar yapmış isem hep böyle halkımızla temas ederek, onların ilgi ve sevgilerinden gösterdikleri samimiyetten kuvvet ve ilham alarak yaptım. Hedefimiz, gayemiz hep millet ve memleketimizin kurtuluşu, mutluluğu ve gelişmesidir.
1925

Şimdiye kadar yaptığımız işlerde ve aldığımız kararlarda bizi aldatan ve millet aleyhine neticelenen hiçbir şeyimiz yoktur ve gösterilemez. Milletimizi en kısa yoldan medeniyetin nimetlerine kavuşturmaya, mesut ve refahlı kılmaya çalışacağız ve bunu yapmağa mecburuz.
1925

Şu bilinsin ki, biz yabancılara karşı herhangi hasmane bir his beslemediğimiz gibi, onlarla samimâne münasebetlerde bulunmak arzusundayız. Türkler bütün medenî milletlerin dostlarıdır. Yabancılar memleketimize gelsinler; bize zarar vermemek, hürriyetlerimize güçlükler çıkarmaya çalışmamak şartiyle burada daima iyi kabul göreceklerdir. Maksadımız yeniden yakınlık meydana getirmek, bizi başka milletlere bağlıyan ilgileri arttırmaktır. Memleketler muhteliftir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin gelişmesi için de bu yegâne medeniyete iştirak etmesi lâzımdır. Osmanlı İmparatorluğunu çöküşü, Batıya karşı elde ettiği zaferlerden çok mağrur olarak, kendisini Avrupa milletlerine bağlayan ilişkileri kestiği gün başlamıştır. Bu bir hatâ idi, bunu tekrar etmeyeceğiz.
1923

Biz, Batı medeniyetini bir taklitçilik yapalım diye almıyoruz. Onda iyi olarak gördüklerimizi, kendi bünyemize uygun bulduğumuz için, dünya medeniyet seviyesi içinde benimsiyoruz.

Medeniyetin ne olduğunu başka başka tarif edenler vardır. Bence medeniyeti harstan ayırmak güçtür ve lüzumsuzdur. Bu noktai nazarımı izah için hars ne demektir tarif edeyim:

Bir insan cemiyetinin a- Devlet hayatında; b- Fikir hayatında yani ilimde, içtimaiyatta ve güzel sanatlarda; c- İktisadî hayatta yani ziraatte, sanatta, ticarette, kara, deniz ve hava'ya ait ulaştırma işlerinde yapabildiği şeylerin sonucudur.
1930

Bir milletin medeniyeti denildiği zaman hars namı altında saydığımız üç nevi faaliyet sonucundan hariç ve başka bir şey olamıyacağını zannederim. Şüphesiz her insan cemiyetinin harsı, yani medeniyet derecesi bir olamaz. Bu farklar, devlet, fikir, iktisadî hayatların her birinde ayrı ayrı göze çarptığı gibi bu fark üçünün sonucu üzerinde de görünür. Mühim olan sonuçlar üzerindeki farktır. Yüksek bir hars, onun sahibi olan millette kalmaz, diğer milletlerde de tesirini gösterir, büyük kıt'alara şamil olur. Belki bu itibarla olacak, bazı milletler yüksek ve şamil harsa medeniyet diyorlar. Avrupa medeniyeti, şimdiki çağ medeniyeti gibi.
1930

Zulüm medeniyetle uyuşamaz. İstidatsızlık taaffa lâyık bir şey olamaz. Çünkü milletler işgal ettikleri arazinin hakikî sahibi olmakla beraber beşeriyetin vekilleri olarak ta o arazide bulunurlar. O arazinin servet kaynaklarından hem kendileri istifade eder ve dolayısiyle bütün beşeriyeti istifade ettirmekle görevlidirler. Bu prensibe göre bundan âciz olan milletler yaşama ve bağımsızlık hakkında lâyık olamamak lâzım gelir.
1920

Medeniyetin coşkun seli karşısında mukavemet boşunadır ve o, gafil ve itaatsizler hakkında çok amansızdır. Dağları delen, göklerde uçan, göze görünmeyen zerrelerden yıldızlara kadar herşeyi gören, aydınlatan, tetkik eden medeniyetin kudret ve yüksekliği karşısında ortaçağa ait zihniyetle, iptidaî uydurma hikâyelerle yürümeye çalışan milletler mahvolmağa veya hiç olmazsa esir ve aşağı olmağa mahkûmdurlar. Halbuki Türkiye Cumhuriyeti halkı, yenileşen ve olgun bir kütle olarak ilelebet yaşamağa karar vermiş, esaret zincirlerini ise tarihte görülmemiş kahramanlıklarla parça parça etmiştir.
1925

Benim kanaatim o idi ki, ve daima o oldu ki dünyada insan diye yaşamak istiyenler, insan olmak vasıflarını ve kudretini kendilerinde görmelidirler... Bu uğurda her türlü fedakârlığa razı olmalıdırlar. Yoksa hiçbir medenî millet, onları kendi sırasında ve safında görmek istemez.
1926

Bilirsiniz ki dünyada her kavmin, varlığı kıymeti, hürriyet ve bağımsızlık hakkı, sahip olduğu ve yapacağı medenî eserlerle orantılıdır. Medenî eser vücuda getirmek kabiliyetinden mahrum olan kavimler hürriyet ve bağımsızlıklarından soyunmaya mahkûmdurlar. Medeniyet yolunda yürümek ve muvaffak olmak hayatın şartıdır. Bu yol üzerinde ileri değil, geriye bakmak bilgisizliği ve ihtiyatsızlığı gösterenler, umumî medeniyetin coşkun seli altında boğulmağa mahkûmdurlar.
1924

Medeniyet yolunda muvaffakiyet yenileşmeğe bağlıdır. Sosyal hayatta, iktisadî hayatta, ilim ve fen sahasında muvaffak olmak için yegâne olgunlaşma ve ilerleme yolu budur. Hayat ve yaşayışa hâkim olan hükümlerin zaman ile değişme, gelişme ve yenileşmesi zaruridir. Medeniyetin ihtirasları, fennin harikaları, cihanı değişiklikten değişikliğe sürüklediği bir devirde asırlık köhne zihniyetlerle, maziye düşkünlükle mevcudiyetin muhafazası mümkün değildir. Medeniyetten bahsederken şunu da kesinlikle söylemeliyim ki medeniyetin esası, ilerleme ve kuvvetin temeli aile hayatındadır. Bu hayatta fenalık, muhakkak sosyal, iktisadî siyasî acze sebep olur. Aileyi teşkil eden kadın ve erkek unsurlarının tabiî haklarına malik olmaları, aile vazifelerini idareye yetenekli bulunmaları lâzımdır.
1924

Bağımsızlığını ve değerini dünyaya tanıtmak özellikleri, liyakatı ve kudreti taşıyan milletleri, medeniyet yolunda da hızlı ve başarılı adımlarla ilerlemek istidatları, kabul olunmak lâzımdır. Gerçi bir toplumun zamanla kökleşmiş örf ve âdetleri, hisleri ve inanışları mühimdir. Bu itibarla, toplumlar, önayak olacak fertler üzerinde, âdeta âmir ve hâkim bir tesir gösterirler. Fakat, yaradılıştaki istidat ve liyakati, gelişme ve yükselmeğe erişmiş milletler; medeniyetin bugünkü gelişmelerinden feyiz ve ilham almış aydın evlâtlarının sevk ve rehberliğiyle, mazide kaçırdıkları fırsatların doğurduğu gecikmeleri, telâfi ç****ini bulmakta gecikmezler.
1928

Bugünkü Türk milleti, mâzinin en derin medeniyetlerinde kuruculuk iddia eden bu Türk kavminin bugünkü çocukları açık ve sağlam yolu bulmuşlardır.
1930

Memleket mutlaka asrî, medenî ve yepyeni olacaktır. Bizim için bu, hayat dâvasıdır. Bütün fedakârlığımızın faydalı bir sonuç vermesi buna bağlıdır. Türkiye, ya yeni fikirle donatılmış, namuslu bir idare olacaktır, ve yahut olamıyacaktır. Halk ile çok temasım vardır. O saf kitle, bilmezsiniz, ne kadar yenilik taraftarıdır.
1923

Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz. Bütün mesaimiz Türkiye'de asrî, binaenaleyh batılı bir hükûmet vücude getirmektir. Medeniyete girmek arzu edip de, batıya yönelmemiş, millet hangisidir? Bir istikamette yürümek azminde olan ve hareketinin ayağında bağlı zincirlerle güçleştirildiğini gören insan ne yapar? Zincirleri kırar, yürür.
1923
Başımızı önümüze eğdik batıya doğru yola çıktık.Bu gün başımızı kaldırdığımız zaman acaba nerelere ulaşmışız?
Batıdan doğuya yolculuk.
Saygılarla.

Perşembe, Nisan 19, 2007

TOKAT..



Dün haberlerde Malatya vahsetini duyduk ve seyrettik.Acaba bir seyler ögrenebildikmi ?
Hirsimizdan lanet okurken gözümüzden kacan seyler olmusmuydu.
Bunun cevabini bulabilmemiz icin yukarida ki haberi tekrar seyredin.
Nasil bulabildinizmi o ince cizgiyi.

Okumak icin tiklayin.

ELMALAR ARMUTLAR...


Uzun zamandır bloglar da yayınlanan İstanbul da dikilen laleleri zevkle okuyup, seyretmekteyim.Yazılı basından da öğrendiğimize göre 82 türü bulan 8 milyon lalenin şehri renk cünbüsüne çevirdiğini yazıyor.Bu tabii ki görsel tarafı devamla;
bunun mali yönü ise 2 milyon YTL yi tuttuğu belirtilmekte.
Mali yönü yazıldıktan sonra şehrin eksik yönleri kaleme alınıyor.Bunlardan bir tanesi de, en son ölümlerle sonuçlanan rögar kapakları.
İşte tam burada elmalarla Armutları bir arada toplamaya çalıştığımızı sanıyorum.
Birbirine tam zıt bir görüş.
İlk önce rögar kapaklarını ele alalım.Bu gün kanlizasyon veya ona benzer alt yapı çalışmalarında açılan çukur ve bağlantı noktalarındaki deliklerin kapakları.Bunlar yapım sırasında komple olarak yapılır.Bazı nedenlerle bu kapaklar açılır, çalışmalar yapılır vs.Bunların çoğu Belediye tarafından verilen taşaron firmalar tarafından yapılır.İşte tam burada bazı aksaklıklar başlar.Kapatılması unutulan kapaklar,çalınan kapaklar,denetleme belediyelerin yükümlügü içinde olamasına rağmen
bunun zaman zaman aksaması bu gibi felaketlere yol açmaktadır.Denetleme konusuna gelince her birey olarak bizlerde sorumlu olduğumuzu unutmıyalım.Bu gün hepimizin birer cep tlf.olduğuna göre böyle durumlarda yanından geçip söylenmektense gerekli yerlere bildirip bu sorumluluğu sonuna kadar paylaşmamız gereğini görüyorum.
Gelelim Lale çiçeklerimize bu bizim kültürümüzün içine girmiş bir çiçektir.Bunun Belediyelerce sürdürülmesini sokağa atılmış bir para olarak görmüyorum.Bu gün kültürümüz için yapılan her bir çalışma bize çok daha bir zenginlikle geri döner.
Saygılarla

Çarşamba, Nisan 18, 2007

ALMAN BASININDAN.

Christenfeinde ermorden Deutschen in Bibelverlag
Erst fesselten sie ihre Opfer an Händen und Füßen, dann schnitten sie ihnen die Kehlen durch: In der türkischen Stadt Malatya haben Attentäter drei Christen kaltblütig ermordet - auch ein Deutscher ist unter den Opfern. Die Bundesregierung verurteilt den Überfall und fordert Aufklärung.
Ankara/Berlin - Noch fehlen nach dem Mord an drei Christen in der Türkei genaue Angaben über die Täter, aber es kursieren bereits erste Gerüchte und Vermutungen: Im Sender CNN-Turk hieß es, die Attentäter könnten aus Kreisen der militanten Islamisten stammen. Möglicherweise stecke die Türkische Hisbollah dahinter, eine kurdische Organisation, die einen islamistischen Staat in der Türkei errichten will, hieß es.
Ihr Überfall auf den christlichen Zirve-Verlag in der Stadt Malatya, bei der ein Deutscher und zwei Türken ums Leben kamen, war vor allem eines: eine Tat mit grausamer Choreografie. Die Täter hatten ihre Opfer zunächst an Händen und Füßen gefesselt, dann schnitten sie ihnen die Kehlen durch.

Ein vierter Mann hatte sich bei dem Überfall nach Behördenangaben durch einen Sprung aus dem Fenster retten können. Er wurde verletzt im Krankenhaus behandelt und hat den Angaben zufolge ein Schädeltrauma erlitten. Ein weiterer Verletzter kam mit Schnittwunden ins Krankenhaus.

Die Polizei vernehme fünf Verdächtige, sagte Gouverneur Ibrahim Dasoz. Die mutmaßlichen Täter sind im Alter von 19 und 20 Jahren.

Berichten zufolge trugen sie einen Brief bei sich, aus dem ihre Motive allerdings nicht deutlich wurden: "Wir sind alle fünf Brüder. Wir gehen in den Tod und werden wohl nicht wiederkommen." Die jungen Männer sollen zusammen in einem Wohnheim gelebt haben, hieß es. Einer von ihnen sei während der Vorbereitung zur Universitätsprüfung nach einem Streit mit der Heimleitung hinausgeworfen worden.

Das Fernsehen zeigte Bilder von Polizisten, die einen Mann zu Boden drückten. Auf anderen Bildern war zu sehen, wie mehrere junge Männer aus dem Gebäude geführt wurden.

Der deutsche Botschafter Eckhart Cuntz erklärte, noch seien die Umstände des blutigen Überfalls nicht geklärt. Er sei betroffen und verurteile das Verbrechen auf das Schärfste. Die deutsche Botschaft stehe in ständigem Kontakt mit den türkischen Behörden.

Bei dem Deutschen soll es sich nach Informationen von SPIEGEL ONLINE um einen 46-jährigen Übersetzer handeln, der in Malatya lebte und dort ein Büro hatte. Der Vater von vier Kindern soll in der Schweiz studiert haben. Die Informationen sind allerdings noch unbestätigt.

Hochburg der Nationalisten

Das Auswärtige Amt in Berlin hatte zunächst keine zusätzlichen Erkenntnisse zu dem Zwischenfall im osttürkischen Malatya. Ein Sprecher bestätigte nur, dass ein Deutscher unter den Opfern sei. Die deutsche Botschaft habe einen Konsularbeamten und einen Dolmetscher entsandt, um die Umstände des Überfalls zu klären. Ersten Angaben zufolge lebte der Deutsche seit einem Jahr in der Türkei.

Malatya gilt als Hochburg der Nationalisten. Aus der Stadt stammte auch Mehmet Ali Agca, der 1981 das Attentat auf Papst Johannes Paul II. verübte. Mit ihren etwa 400.000 Einwohnern ist die 1838 gegründete Metropole Handelszentrum und Sitz der Inönü-Universität.

Gegen den Zirve-Verlag hatte es schon mehrfach Proteste gegeben. Die Mitarbeiter seien kürzlich bedroht worden, sagte Geschäftsführer Hamza Ozant dem Sender CNN Turk. Der im dritten Stock eines Hauses gelegene Verlag verkauft Bibeln, Kreuze und christliche Literatur.

Für den Istanbuler Sicherheitsexperten Gareth Jenkins schien der Anschlag ein Werk von Islamisten zu sein. Allerdings gebe es noch keine endgültige Gewissheit. Generell würden Christen in der Türkei vielfach bedroht. Besonders betroffen seien türkische Konvertiten. Der bislang letzte schwere Angriff habe sich 1997 ereignet: Damals seien bei einem Bombenanschlag auf einen Verkaufsstand für Bibeln ein Mensch getötet und Dutzende verletzt worden.

Im vergangenen Jahr war eine nationalistische Welle über die offiziell säkulare, aber überwiegend von Muslimen bewohnte Türkei hinweggefegt. Für zusätzliche Spannungen sorgt die Frage, ob Ministerpräsident Recep Tayyip Erdogan für das Präsidentenamt kandidiert. Erdogans Partei ist islamisch geprägt, der Regierungschef hat sich aber ausdrücklich zur Trennung von Religion und Staat bekannt.

***
Antichristians murder German in Bible-publishing house
First they bound her/its/their victims at hands and feet, then they cut them the throats: In the Turkish city Malatya, assassins have murdered three Christians in cold blood - also a more German is under the victims. The Federal government condemns the raid and demands enlightenment.



Ankara/Berlin - still is missing after the murder at three Christians in Turkey exact statements over the perpetrators, but first rumors and suppositions already circulate: In the station CNN-Turk, it was called, the assassins could come from circles of the militant Islamisten. Possibly that puts Turkish Hisbollah, that wants to erect an islamistischen state in Turkey, behind it, a Kurdish organization, it was called.



Her/its/their raid on the Christian Zirve-Verlag in the city Malatya, with which a more German and two Turks died, was before all one: an action with cruel Choreografie. The perpetrators had first bound her/its/their victims at hands and feet, then they cut them the throats.

A fourth man had been able to escape with the raid according to authority-statements through a jump from the window. He/it was injured treated in the hospital and was suffered the statements according to a skull-trauma. Another casualty came with gashes into the hospital.

The police hear five suspects, governor Ibrahim Dasoz said. The conjectural perpetrators are in the age of 19 and 20 years.



According to reports, they carried a letter on itself, from which her/its/their motives didn't become clear however,: " We are all five brothers. We go into the death and won't probably come back ". the young men should have lived in a hostel together, it was called. One of them has been thrown out during the preparation to the university-examination after a dispute with the home-management.

The television showed pictures of police, that pushed a man toward ground. On other pictures, it was to be seen as several young men were led from the building.

The German ambassador Eckhart Cuntz explained, still the circumstances of the bloody raid are clarified not. He/it is concerned and condemns the crime on the sharpest. The German message stands in continuous contact with the Turkish authorities.

The German should be a 46-year old translator, that lived in Malatya and had an office there, after information of SPIEGEL ONLINE. The father of four children should have studied in Switzerland. The information is however still unconfirmed.

Stronghold of the nationalists

The foreign ministry in Berlin first had no additional realizations to the incident in the osttürkischen Malatya. A speaker only confirmed that a more German is under the victims. The German message has sent out a Konsularbeamten and an interpreter in order to clarify the circumstances of the raid. According to first statements, the German lived since one year in Turkey.

Malatya is regarded as stronghold of the nationalists. From the city, also Mehmet Ali Agca came, that 1981 the assassination on pope Johannes Paul II. committed. Is trading center and seat of the Inönü-Universität the 1838 based metropolis with her/its/their approximately 400.000 inhabitants.

Against the Zirve-Verlag, there had been protests already many times. The co-workers have been threatened lately, manager Hamza Ozant told the station CNN Turk. The publishing house situated in the third floor of a house sells Bible, crosses and Christian literature.

For the Istanbuler security-expert Gareth Jenkins, the attack seemed to be a work of Islamisten. However, there is still no final certainty. Generally, Christians would be threatened in Turkey many times. Turkish converts are especially concerned. The heavy attack last up to now has occurred 1997: Is a human being killed with a bomb attack on a booth for Bible at that time and been injured dozen.

In the last year, a nationalistic wave was over the official secular, but mainly from Muslim lived in Turkey away-swept. The question provides additional tensions whether prime minister Recep Tayyip Erdogan runs for the Präsidentenamt. Erdogans party is shaped Islamic, the government head has himself/itself to the separation of religion and state known however expressly.
Spiegel Gazetesi haberi bu sekilde gecti.

ARILAR ve EINSTEIN TEORISI..


Dün havaların güzel olması nedeniyle amatörce arıcılıkla uğraşan bir arkadaşımı ziyarete gittim.
Kahvelerimizi içerken geçen sene kaybettiği arılarının yerine almış olduğu yeni arı topluluğunu bana gösterdi. Ne yazık ki yanımda makinam olmadığı için resim ve filim çalışması yapamadım.Bir başka güne bıraktık.
Sohbet esnasın da arılarla ilgili bir çok yazılıp çizilen konuları anlatırken ona Einstein'nın söylediği sözleri hatırlattım."eğer arılar yok olduğu zaman insan yaşamının 4 sene içersinde yok olacağı teorisı."Gülerek cevap verdi bu gün yaşamış olsaydı herhalde daha da başka bir gözle görürdü dedi.

Masanın üzerinde Arı mecmuasını karıştırırken.Arıların son yıllarda toplu ölümleri ile ilgili bir bölüm dikkatimi çekti.Toplu ölümlerin nedenleri sırayla söyle özetlenmiş:)
Son 100 sene içersinde Almanya da yaşıyan 2,8 milyon arı topluluğu bu gün 700 bin civarına kadar gerilemiş.
Senelerdir ölümlere sebep olan Varroa-Milbe iddaları bunun doğru olmadığını aksine,
tarım alanlarında kullanılan haşeratlara karşı kullanılan kimyevi ilaçların; ayrım yapmadan arıları da yok ettiği bilinci kuvvet kazanmıştır.

Bu gün 39 bin ton kimyevi maddenin ekim alanlarına püskürtüldügü düşünülürse!..
Bunun yanında kullanılan ekim alanlarıda ki endüstirel makinalar onların yaşam alanlarında ki bölümleride parçalıyarak ekolojik bir döngeyi yok etmektedir.
Fransa'da yasak edilmesine rağmen.Almanya da halen Raps.Pancar,sebze ve meyvelere en önemlisi de mısır tarlaların da kullanılan Pestizid Imidacloprid tehlikenin ne kadar büyük boyutlarda olduğunu göstermektedir.
Bizi bekliyen en büyük tehlikelerden bir tanesi de 34 hektarla başlıyan bu gün 2000 hektara ulaşan Gen teknik ile üretilen Mısır tarlaları.
Tarlalar da Gen teknik ile yetiştirilen mısırların polenlerinin arılar üzerin de yapmış olduğu etki toplu ölümlere yol açması tartışılan konuların başında gelmektedir.Bunun en büyügü ABD'de görülmektedir.
Yapılan araştırmalar da Arı yetiştirenlerin bu konuda almış oldukları balların içinde ki gen teknik den arınmış olmasını ispatlaması büyük maddi yükümlülük getirmesi;dışardan getirilen import balların da ucuzluğu nedeni ile imkansızlaştiriyor.
Gen teknik ile yetiştirilen tarlarda ki polenlerin doğa etkenleri ile "rüzgar,uçucular gibi" Bu tekniği kullanmıyan bölgelere de dağıldığı görülmektedir.
Özetlemek gerktığı zaman tek bi cümle ile anlatabiliriz.Arılar neden ölüyor.Einstein
teorisı!..
Tahmin ediyorum ki daha çok konuşucağımız ve yazıcağımızdır.
Saygılarla.

LALE DEVRI...


Son günlerde baharla birlikte bir çok beldelerimizde ki parklarımız.Lale' lerle süslenmeye başladı.Kocaeli Büyükşehir Belediyesi, Gebze'de D-100 ve TEM'e çıkış yoluna cepheli kavşakta diktiği lalelerle şehrin anahtarının simgesini belirtmeye çalışmış mıs.
Bilin bakalım şehrin anahtarı neyi simgeliyor!..
Bu günün Lale devri...
Saygılarla.

Pazartesi, Nisan 16, 2007

ACI GERCEK..



Allah kimseye böyle açılar tattırmasın.Acımız çok büyük.Geride kalanlara sabır ve hepimizin başı sağ olsun.
Gün geçmiyor ki gazeteler Tv.ler kazasız bir haber işlemesin.Kayıplar çok büyük tahmin edilemiyecek derece de.Bu durum karşısında bizlerin de bu yönde çok eksikliklerimiz olduğu görülüyor.Galiba bu konuyu yanlış algılıyoruz.
Dikkatle kazaları okuduğum zaman gün geliyor yolların standartlara uymadığı yönünde; suç o anda kara yollarına kesiliyor.Gün geliyor ki suç bunu meslek olarak seçen sürücü de.
Ya bizim zaaflarımız! Bunları saymakla bitiremeyiz.Suçlu kim ?..
"Trafik Canavarı" yani bizler.Bilmem haberleri dikkatlice dinledinizmi.Eğitmen söförü ikaz ediyor. Lütfen otobüsü bu kadar sürratli kullanmayın.Bizim acelemiz yok bu bir gezidir diye.Söfer ise o yolların fatihi misali tecrübelerine dayanarak aynı şekilde
yoluna devam ediyor.Netice de en ufak bir hata beklenen acı sonu getiriyor.Bu ilk ve son olmıyacak acı tecelli.
Bir an kendimi o otobüsün içinde varsaydım.Gelen tehlikeyi içimde sezdiğim an otobüsü durdurarak çocuklarımın hepsini indirse idim.Ve bir telefonla yeni bir söfer veya araç talebinde bulunsaydım.Beni nasıl suçlardınız.Kaderin önüne geçmeklemi,abartıcı,çocukları yol kenarında saatlerce bekleten sorumsuz bir kişi olarak mı ?
Her gün bir tiyatro seyreder gibi hangi sınıftan olursa olsun alkol alarak yollarda cana kasteden kişileri görmüyormuyuz.
Her şeyden önce aldığımız,kullandığımız aracı tanıyormuyuz.Kendi kendimizi tartarak ben bu düzene vakıfmıyım.O düzen içersinde ki ola gelebilecek her türlü hataları bir nebze olsun sorumlulukla paylaşabilirmiyim.Eğer kullandığım güzargah uygun değilse beni sürrate zorlıyan nedir.Trafik de yapılan her hatanın bir parçası da ben değilmiyim.Yurt için de yapmış olduğum geziler sırasında yollarda ki trafik ikaz levhalarının çokluğu dikkatimi çekti buların oralara bilir kişiler tarafından konmuş olduğunu düsünüyorum.Bu gün gazete de okuduğum bir habere değinmek istiyorum.
Sakarya Valisi Hüseyin Atak yaptığı açıklamada, “Aksaray'daki kaza bizi derinden üzdü. Bu kazaların bir daha yaşanmaması için Sakarya Valiliği olarak tüm okul gezilerini Pazartesi gününden itibaren yasakladık. Pazartesi gününden itibaren hiçbir yere gezi yapılmayacak. Zaten Milli Eğitim Müdürünü arayıp gereken talimatı verdim. Düzenlenecek tüm gezileri Pazartesi gününden itibaren ikinci bir emre kadar iptal ettirdim. Hiç bir okul, ilk ögretim okulu ve liselerde dış gezilere izin vermeyecegiz” dedi.
Bu yasakla bir şeylere ulaşılabilinecekse onu yasak olarak görmiyebiliriz.Böyle geziler de toplum olarak her bireyin sorumlulukları ve önlemleri ele alınanark incelenecekse takdirle karşılarım.Yok bunu böyle bir açıdan ele almayip;kazalara karşı bir önlem olarak görülüyorsa vay benim çocuklarıma.
Bu gün trafiğe çıkarken hangi vasıfları taşıyorsak lütfen onun bilinci ile hataları ve doğruları paylaşmaya çalışalım.Bu gün yaya olmamız bile bu paylaşımın bir parçası olduğunu unutmamız lazım.Yasaklar ve ya cezalarla bu problem cözülemez.Yoksa her zaman bir plaket veya Trafik Canavarı adı altında bir deyimden ileri gidemez.
Saygılarla.

Pazar, Nisan 15, 2007

PAZAR'IN SOHBETI.

SAHTE MASKE

Pazarın Sohbetinde gecen seneki yazımı bügün tekrarlamak ihtiyacını duydum.
Dün Ankara'da 100 binler yürüdü.Ellerde bayraklar yer taş kırmızı beyaz oldu.Orada olamıyanlar vatanın hangi köşesin de olurlarsa olsunlar pencerelerine,balkonlarına astılar bayraklarını. Içlerinden geçirdiklerini.Söylemek istediklerini bu şekilde anlattılar.Bu sessiz verilen bir mesajmıydı.Demokrasinin vermiş olduğu haklardan bir tanesinimi kullanılmışdı.Verilen bu mesaj yerine ulaşmışmıydı.Onu zaman gösterecek.
Zaman bize çok şeyler anlatmışdır.Ben de zaman tüneline girerek arşivlerden.Eski kuşağın bildiği,bir makaleyi buldum.Aynen buraya kopyalıyorum.

Yurdumuzda iktidara geçmenin en kolay ve en verimli yolunu din sömürücülüğünde bulan birtakım politikacılar, halk arasında diledikleri gibi çalışıp masum ve cahil vatandaşları avlayabilmek için durmaksızın insan haklarından söz ederler. İkinci Dünya Savaşı henüz sona ermek üzere iken, San Francisco'da, elli küsur milletin delegeleri huzurunda ilan edilen, bir müddet sonra da Birleşmiş Milletler Teşkilatı'na üye devletler tarafından resmen kabul olunan ''İnsan Hakları ve Temel Hürriyetler Evrensel Beyannamesi'' nin altında bizim de imzamız vardır. Bu beyannamenin 18. ve 19. maddeleri din, vicdan ve fikir hürriyetleriyle ilgilidir. İşte yurdumuzdaki din sömürücüleri bu maddelere dayanarak kendilerine siyasi faaliyet hakkının tanınmasını istemekte, bu hak tanınmadıkça Türkiye'de hürriyet var denemeyeceğini iddia etmektedirler. Atatürk devrimlerine karşı gelmenin bir suç olamayacağını söylemeleri, laikliğin tarifi üzerinde ısrarla durmaları bundan ötürüdür.

Atatürk devrimleri, yurdumuzda ortaçağ inançlarına sıkı sıkıya bağlı eski toplum nizamını yıkmış, onun yerine aklın hâkimiyetine dayanan, batıl itikatlardan uzak, ileri ve müspet bir hayatın temelini kurmuştur. Bu, şüphesiz serbest seçimlerle veya referandum usulüyle yapılmış bir devrim olmamıştır. Türk milleti, içeriye ve dışarıya karşı yürüttüğü amansız bir savaş sonunda yüz binlerce evladının kanı pahasına şerefini ve bağımsızlığını kurtarmış, iç ve dış düşmanlarını yok ettikten sonra da Batı uygarlık sistemine uygun bir toplum nizamına yönelmiştir. Din, vicdan ve fikir hürriyeti gibi serbest seçim müessesesi de bu uygarlığın eseridir.

Bizdeki din sömürücüleri, yurdumuzda kökleştirmeye çalıştığımız bu müesseseleri kendi çıkarlarına göre yorumlamakta, bunu bir politika taktiği olarak kullanmaktadırlar. Örneğin, İnsan Hakları Beyannamesi'nin 4. maddesi, ''Hiç kimse kulluk altında bulundurulamaz; kölelik ve köle ticareti her türlü şekli ile yasaktır'' dediği halde, bunlar, dört karı almanın propagandasına engel olanları vicdan hürriyetine karşı gelmekle suçlandırmaktadırlar. İlk önce,köy köy dolaşıp diledikleri gibi halkı zehirleyecekler, sonra da serbest seçimlere girecekler. Kazanırlarsa, ''Millet böyle istiyor'' diyerek ortaçağın şeriat düzenini yeniden yürürlüğe koyacaklar. Artık gelsin halif ...
Nadir Nadi'nin güncelliğini yitirmeyen 14 Şubat 1954 tarihli başyazısı.
Kaynak Cumhuriyet Gazetesi.
Ben o zamanlar 7 yaşında imişim.İlk okul birinci sınıf.Şimdi ise yaşlı emekli aradan seneler akmış geçmiş.
Yorum sizlerin. Sene 2007...
Saygılarla.

Cumartesi, Nisan 14, 2007

KALBIMIZ ANKARA'da ATIYOR...


Cuma, Nisan 13, 2007

O KÜRSÜDEN...


Dün beklenen basın toplantısı yapıldı.Bu toplantı hepimizin merakla beklediği bir toplantı idi.Basın kendi tarzı ile hazırlanmış.Sokak da ki insan merakla duymak istediği sözleri beklemekteydi.Radyolar, internetler Tv.kanalları ile içerikliği takip edildi.
Konuşan kimdi !.
Şöyle özetliyebiliriz.Bu Cumhuriyeti kuran Atatürk'ün en değer verdiği bir kurumun
bu günkü başkanı idi.
O kurum bizlerin hayatında ki en önem taşıyan bir parçasıdır.Onu tanırız,hepimiz o kurumun parçası olmuşuzdur.O kuruma fiilen hizmet etmiş;o kuruma evlat yetiştirerek manen içinde olmuşuzdur.
Dün ekranlar da ne gördüm!.
Dimdik ayakta sakin ne dediğini bilen.Ünüforması içinde Atatürk ilkelerini, içinde yaşatan bir komutan; çıktı ve günümüzle ilgili merak edilen her konuyu bizlere özetledi.Her gün içimizden kopan şehit insanlarımız dan tutunda.Ordunun tek bir komutla bu yarayı kazıyıp atabileceği konumda hazır olduklarına kadar.Basın sordu o da mevkisinin sınırları içinde kalarak cevabını verdi.
Merak edilen bir konu vardı o da Cumhurbaşkanlığı konusu idi.İşte tam o sırada ekranda iki komutan belirlendi.Biri asker diğeri ise sivildi.
Asker olanı o kurumun başkanı olarak söyle dedi :
Cumhurun başı olacak kişi.Bizim komutanımızdır.
Aynı anda bizlerin görmek istediğimiz kişi, biz siviller gibi sözüne söyle devam etti: Cumhuriyetin temel değerlerine sözde değil özde sahip olan bir kişinin Cumhurbaşkanı seçilecek olmasını umut ediyoruz,Cumhurbaşkanı Atatürk ilkelerini Sözde değil Özünde benimsemiş ve yaşamına katmış olmalı.
Esasında o sözler bir askere ait değil bizlerin özliyerek içimizde haykırdığımız sözlerdi.O anda o kürsüde komutan değil bizler vardık.
Saygılarla.

Perşembe, Nisan 12, 2007

Seks ve sosyal yapi.


Seks dediğimiz zaman aklımıza neler gelebiliyor? Bunu çok yönlü olarak değerlendirebilir.Birey olarak bir çok fikir üretebiliriz.Seks'in canlılar arasında algılanması çok yönlü olabilir.Bu gün sizlere bunu çok değişik bir tarzını anlatmaya çalışacağım.
Belgesel bir filmden gördüklerimi sizlerle paylaşmak istedim. :)
Cüce şempanze ya da Bonobo (Pan Paniscus), bugün nesillerinin tükenmesi tehlikesi ile karşı karşıya olan yüzlerce canlı türünden biridir.Bu gün Kongo'da 300 civarinda oldugu tahmin edilmekte ve koruma altina alinmistir. Cüce şempanzelerin ilginç hatta insanın genel bakış açısına göre "uçlarda" yaşam tarzı, kültür kavramının sadece insanlara ait olan bir olgu olmadığını ve yaşamın, sosyal boyutta bile nasıl çeşitlilik gösterebildiğine güzel bir örnek.

Demokratik Kongo Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan cüce şempanzeler diğer bir adıyla Bonobolar, ana erkil toplum yapısına sahipler. Dişiler arasında örgütlenme genel şempanze türünde olduğundan farklı olarak baskın bir özellik göstermekte. Erkekler arasındaki işbirliğinin düzeyi dişilere nazaran oldukça düşük. Öyle ki dişi bireye bir erkek tarafından saldırı olur ise dişilerden oluşan bir gurup, erkek saldırganı saf dışı etmekte hiç zorlanmıyor. Fakat erkek bireye yapılan bir saldırıya, erkek şempanzeler tarafından topluca bir karşılık verildiği gözlenmemiş. Bu örneğe bakarak şiddetin bonobolar arasında yaygın olduğunu düşünmeyin tam tersine bonoboların en az şiddete başvuran memeli olduğunu öne süren bilim adamları mevcuttur. Bunun nedenleri aşağıdaki gibi özetlenebilir:

Bonobo toplumunda seks, bir üreme aracı olmanın ötesinde sosyal bir davranış özelliği gösterir. Hatta sosyal yaşamın çok önemli bir parçası olduğunu söylemek mümkündür. Her ne kadar cinsellik bizim sosyal yaşantımızda da büyük etkilere neden olan bir olgu olsa da, bonoboların hayatında cinselliğin kullanıldığı boyut insalardakindan epey farklı, belki de başarılı demek daha doğru olur. Bunun ana nedeni, cinselliğin bizim hayatımızda aşırı bastırılmış içgüdülerin bir tezahürü olarak varolması. Oysa bonobolarda cinsellik, erkek ve dişi arasında sosyal dengelerin kurulmasında önemli rol oynayan sosyal bir davranış özelliği göstermekte.

Bonobolar insanlar gibi yüz yüze çiftleşebiliyor ve yine insanlar gibi seks yapmanın üreme dışında bir anlamı olduğu bonobo sosyal hayatında da gözleniyor. Seksin her cesidi bonobolar tarafından uygulanmakta. Seks veya cinsel içerikli hareketler her türlü anlaşmazlığı çözmekte yahut ödüllendirme amacı ile kullanılıyor. Ana-oğul dışında her birey birbiri ile çeşitli boyutlarda cinsel oyun oynayabiliyor.

Genel şempanze gruplarında şiddete başvurulan durumlarda bonobolar birbirine dokunarak hatta seks yaparak barışı sağlıyorlar.Bu yüzden genel şempanze toplumunda görülen şiddet eğilimi Bonobolarda görülmüyor.
Seks'in şiddete karşı bir alternatif alan bu topluluk acaba bizlere kavram ve yeni bir boyutlar içersinde sevgiyi göstermiyormu.
Saygılarla.

Çarşamba, Nisan 11, 2007

BU DA BIZDEKI SISTEM.


Mehmet Yılmaz ne yazmıştı ?
"Açıklamayı Ankara Emniyet Müdürlüğü Özel Kalemi'nden ve Basın Bürosu'ndan temin edemedim. Müdür Bey yerinde olmadığından izin almadan kimse açıklamayı bana gönderemedi. Basın Bürosu'ndaki bir görevlinin yardımcıma söylediğine göre, bürodaki faks şehirlerarası gönderilerde kullanılamıyormuş! Bu durum kamu kuruluşlarımızın, kamuoyunun bilgilendirilmesi konusunda ciddi bir eğitime ihtiyaç duyduklarını gösteriyor."
***
Suçlu :Polis memuresi Canan Usta.
Görev yeri :Ankara Emniyet Müdürlüğü Başın ve Halkla İlişkiler Şube Müdürlüğü.
Suçu : Hürriyet Yazarı Mehmet Y. Yılmaz'ın istediği bir faksı çekmemek.
Aldığı ceza : Görev yeri değiştırıldı. 'Sürgün' .
Konu : Polis memuresi Canan Usta, Ankara Emniyet Müdürlüğü Asayiş Şubesi tarafından bir cinayete ilişkin hazırlanan başın bildirisini Ankara'daki bütün gazetelere faksladı. Hürriyet'te yer alan haberin gerçeği yansıtmadığını belirten fakstan haberdar olan Mehmet Y. Yılmaz, yardımcısı aracılığıyla konuya ilişkin faksı istedi.
Polis memuresi Canan Usta da, telefon hatlarının şehirlerarasına kapalı olduğunu belirterek, faksı Ankara bürosuna geçtiklerini söyledi.Bu durumu da üst makamina iletti.
Köşe yazısı : Ankara Emniyet Müdürlüğü'nden istediği faksı alamayan Yılmaz, durumu köşesine taşıdı.
Cözüm : Ankara Emniyet Müdürü Ercüment Yılmaz da Personel Şube Müdürü'nü uyararak, ihmali olanlarını görev yerinin değiştirilmesi.
Ne öğrendik : Sistem harika çalışıyor.Hepimizi tebrik ederim.
Şahsi fikrim : Bundan sonra zora düstügüm de polis polis diye yardım istemiyeceğim.Nedeni o polis den yardım istemeye utanırım.
Haberi Sabah gazetesinde okudum.

Saygılar.

Salı, Nisan 10, 2007

LALE AGACI/LIREDENDRON TULIPEFERA


Dünyanın en eski çiçek açan fidanı yok olma tehlikesi ile karşı karşıya.
Her iki yabani Manolya'dan bir tanesi yok oluyor.Bournemouth Ünüversitesi 131 Manolya çeşidinin kırmızı çizgilerle kayda geçtiğini bildiiyor.
Bu tehlikenin başlıca nedenlerin den bir tanesi de yaşam bölgelerinin çoğunun tarım alanlarına açılması olarak gösteriliyor.
Dünya da % 40 ile 245 cinse sahip Çin de bile bu durum hissedilmekte.Tempel çevrelerini süsliyen 800 senelik bu ağaçlar eğer acilen bir çare alınmadığı taktirde tarih olacakları söylenmektedir.
Ormanların ekolojik bozulmaları nedeni ki, buna sera gazlarının da katkısı ile her iki fidan dan bir tanesi yok olmaktadır.
Saygılarla.

Pazartesi, Nisan 09, 2007

MIMAR SINAN...


Mimar Sinan (15 Nisan 1489 - 9 Nisan 1588)Mimar Sinan Kayseri’nin Ağırnas köyünde doğdu.Bu gün 9.Nisan.2007 yi gösteriyor.Aradan tam 419 yıl geçmiş o büyük mimarın aramızdan ayrıldığı.Bu gün dahi eserleri hala ayakta dimdik duruyor.Bizler Ulus olarak çok şanslıyız.Bütün dünyanın unutamıyacağı liderleri sanat büyüklerini yetiştirmiş olmakla.Onların eserleri üzerinde hala kitaplar yazılıp çizilmektedir.O büyük mimarın bizlere bıraktiği eserleri buraya yazmaya kalksam sayfalar da yer kalmaz.
Bazen düsünüyorum onun bu miraslarını bu günün insanı olarak hak ediyormuyuz.Daha doğrusu sahip çıkabiliyormuyuz.
Bunun cevabını verebilmek için bu gün hala ayakta dimdik duran bu eserlere nasıl sahip çıktığımıza bir bakalım.
Ben burada daha çok şey yazmak isterdim.Bu yazımın devamını duyarlı benim gibi içi yanan blog kardeşlerime bırakıyorum.
Saygılarla.

Dünyaya tekrar gelsem...


Bana sorsalar yeniden doğsan hangi bir millete ait olmak isterdin?
- Türk olmayı isterdim.
- Neden ?
- Neden mi; yaratılırken ilahi kuvvet o milletin ruhuna sabrı üflemiş.
- Sabırmı ?
- Evet sabır. Ruh onun ilk önce anlamamış ne olduğunu; bir hamur gibi yoğurmuş, parçalara bölmüş.Ondan asaleti çıkarmıs, merhameti yapmış.Etrafında kin düsmanlık varken nisbet olsun diye sevgiyi huzuru doğurtmuş.
- Peki bunun bir faydasını görmüsmü ?
- Pek görmüş sayılamaz.Dost düsman ayırımının ne olduğunu kavrıyamamış.Arkasından vurmaya kalksalar bile ona kucağını açmış.Zamanı gelmiş kendi kendini yemiş.Asla düsene el uzatmaktan vaz geçmemiş zararı hep içinde saklamış.
- Öğleyse neden diğer milletler onu ayrıcalık gibi görmüşler.
- Esasında görmemişler onlar kendilerin de olmıyan bazı şeyleri gördükçe hayret etmişler ! Yanların da olmuşlar öğrenebilmek için, zaman zaman kıskançlıklarından karşılarına geçmişler.
- Tarihi baktığımız zaman çok ama çok ülkelere yayılmışsınız.O kadar iyi idiniz de neden oralarda kalmadınız ?
- Biz oralara sabrı insanlığı göstermeye gittik.Onları yok etmeğe değil.Huzuru getirdik.Ayrıldık onların hiç bir kaybı olmadı.Aksine kazançları biraz olsun benliklerini buldular.
- Çok mu akıllı bir milletsiniz ?
- Akıllı olmakla neyi kast ediyorsunuz.
- Bak diğer milletlere aya bile gittiler..
- Aya gidebilirler.En büyük teknolojilere bile sahip olabilirler.Bir ucdan gelip diğer ucu istila bile edebilirler.
- Eee o zaman.
- Eee o zaman.Yaşamak zorun da kaldıkları dünya yı kurtarmak için kara kara düsünürler.Acaba bu gidişle ne kadar ömrü kaldı diye.Nelerden feragat edelim de eskiye başlangıca dönelim diye.Eğer sen buna medeniyet diyorsan şairin dediği gibi "tek dışı kalmış canavar" !

- Hı...
- Bak şu benim ayrılıp da bir şeyler öğretmeye çalıştığım milletlere.
- Demek ki o ruhunda ki sabrı o kadar güzel parçalara ayırmışsın öylemi.
- Evet beni korkutan da bu, o kadar çok parçalan di ki bir gün o sabır denen şey kalmıyacak elim de!
- O zaman.
- O zamanı hiç düsünme.
- Anlamaya çalışıyorum seni.
- Aman beni anlamaya çalışman uzun sürmesin.Elimde ki sabır çok az kaldı.

Saygılarla.

Pazar, Nisan 08, 2007

PAZARIN SOHBETI..


Güneş toprağı ısıtmaya çalışırken bende sanal bahçemde ki banka iliştim.Baharı tam olarak yaşamamıza rağmen üzerimizde ki kalın giyeceklerden vaz geçemedik.Arada esen soğuk rüzgar güneşe nisbet yapıyordu sanki.Tabiat uyanmış bahar çiçekleri her bir yanımızı sarmıştı değişen bir şey yoktu.Bahar yine kendine haz güzelliklerini sermiş, bizler de bir sene daha yaşlanmış bir şekilde onun kolları arasında kayboluyorduk.
Sanki hiç yazılıp çizilen İklim değişiklikleri ile karşı karşıya değilmiş gibisine.
Her şey bir anda unutulup gidiyor yazılanlar söylenenler çengeli olmaksızın boşlukta askıda kalıyordu.
Kafamda düsünceler fırıl fırıl dönerken yüz ifadem devamlı olarak değiştiğini fark bile edemiyordum.
Bir ara elim de tatlı bir kaşıntı beni kendime getirdi.
Bu bir ufacık karınca idi.Ne arıyordu; bu rengarenk sanal bahçede gezinmesi gerekirken, uzun bir zahmet verip yaşlı bir adamın eline tırmanması; elimi göz hizama getirerek onu incelemeye başlamışdim ki ince bir sesle bana seslendi.
- Önünden ikidir geçiyorum dikkatimi celp etti. Neden hüzünlü dertli dertli bakıyorsun?
- Bak baharın en güzel günü önüne serilmişken.
Nereden bilirdi benim bu dertlerimi!
- Bende ona yanıyorum zaten ya bu günleri bir daha yaşıyamazsak.
Güldü;
- onu şimdi mı söylüyorsun yıllardır bu güzel dünyayı inceliyorsunuz başından neler geçtiğini biraz olsun biliyorsunuz.Tecrübe sahibi oldunuz desem/demesem .
- Biz sizleri anlıyamıyoruz. Yapar yıkarsınız arkasından da böyle şikayet edersiniz.
- Keşke bundan ders çıkarıp öğrenebilseniz.Doğa da biz canlılar sizlere kendimizi feda etme pahasına örnek olmaya çalışıyoruz.O zamanda inat olsun diye gözlerinizi kapıyor uyuyorsunuz.Fakat bir konuda hakkınızı yememek lazım şikayet etmede birincisiniz.
- Abartma abartma pek de senin dediğin gibi değiliz.Şikayet etmiyenimiz çook.
- Zaten onlar sizlerin kafalarınızı karıştırmıyormu !.

-Bak sana bir sualım olacak? Yağmur damlaciğinin ne kadar bir büyüklükte olduğunu bilirmisin.
- Tabii... Senin kadar bir şey,
- Dediğin gibi olsun.Peki onun ne kadar yüksekten düstüğünü bilirmisin ?
- Sen nereye getiriyorsun lafı ?
- Hem diyorsun ki bir damlacık benim büyüklügüm de, hem diyorsun ki binlerce metre yükseklikten geliyor.
Hiç düsünmüyorsun ki bu damlaçıkların binlercesi bizlerin kafasına düstügü anı.Biz ne diyoruz bereket hayat diyip hiç şikayet etmeden seviniyoruz.
Ya sizler bu günde yağmur yağıyor diye şikayet etmiyormusunuz.Hem de kafanıza gelen damlaçıklar benim kadar olduğu halde.Ya bunlar senin büyüklügünde olsaydı !..

Daha da bir şeyler söyleniyordu ama elimden aşağı yoluna koyulunca o ince ses kayboldu gitti.
Nereden çıktı bu karınca acaba bir yerde haklımıydı.Doğayı kirletenler biz olduğumuzu bildiği halde neden yüzümüze vurmuyordu da bana yaşamın ne kadar güzel olduğunu söylüyordu.
Gitti benim güzelim Pazar günü ne günlere kaldık insanları bir kenara atıp arılara karıncalara daldık.
Saygılarla.

Cumartesi, Nisan 07, 2007

Ucu bitmiyen kayıp zaman !..


Her gün duş alın,temizlik yapın,kapıyı acaba kilitledim mi diye kontrol edin vs. Bunların hepsi yaşamımızdan giden enerji ve zaman.

İnanın arta kalan çalışma hayatımız ve özel hayatımıza ayrılan zamansa gittikçe kısalıyor.

Mecburmuş gibi her seferinde evini terkederken kıyı köşede ki tozu temizlemesi; Erkeğin tuvalette günde belki de 30 defa ellerini yıkaması, çoğunlukta tam iş yerine gelmişken,
acaba ocağın altını veya buna benzer gereçlerin altını kapadınmı diye geri dönmesi gibi.
Bu döngü bizleri dar bir korse içinde kalmış nefes alamıyan bir insana döndürüyor.

Normal bir çalışma saatleri içinde bu tip benzeri zaman kaybı bir gün arkadaş veya ailemize ayrılacak zamanı, ayıramıyacak duruma sokacak.

Kafamızda yaratmış olduğumuz bu zoraki hastalıklarla, ilerde bizleri çok daha zor durumlarla karşı karşıya kalacağımızı söylüyor pisikologlar.

Tabii ki duşunu alıp, çay ve kahvesini içerek işine gitmesi normal karşılansa da bazen bu durumu abartarak günlük dengelerimizi zora sokabiliyoruz.Pisikologlar bu durumu zoraki bir işlev haline getirdiğimiz zaman tehlikenin başladığını işaret ediyor.

Bilinçli olarak yukardaki günlük işlevlerin tam olarak yaşamamız da ne kadar bir zaman harcandığını biliyormuyuz ?

O gün yemek pişirmediğiniz halde neden ocağın kapalı olup olmadığını düşünmek zorunda kalıyorsunuz.Buna benzer alışkanlıklarınız için harcanan düşünme zamanı ve harcanan enerji kaybı ne kadar ?

Bu durumun zoraki bir hastalık olduğunu biliyormuyuz.

İki yönden ele alırsak birinin kendimize yaptığımız düşünce baskısı; diğeri ise düşünmeden yapılan alışkanlık altında ki işlemler.Bunlardan en önde gelenlerden bir tanesi abartılı olarak temizlik ve yıkanma.Bu arada buna kapı, pencere, kilitler,elektrikli aletlerlerin şalterleri diye detaylara girmek istemiyorum.

Zamanımızı çalan başka nelerimiz var.Devamlı olarak saymamız.Arabalar.Tasın içinde ki meyveler,kütüphanede ki kitaplar gibi.

Daha neler olabilir titizlik, simetri.Masamızın üzerinde ki gereçlerin dizimi,dolabımızda ki çamaşırların duruşu,masa çevresinde ki sandalyeler.

Bunlardan en tehlikeli olanı bilinç altı yerleşen alışkanlıklarımız.Kapımızdan çıkarken bile hangi adımı atmamız,masada nereye oturmamız,saç taramamıza kadar.Kaşınma dokunma isteklerimiz vs.

Peki beynimizle ne gibi zaman kayıplarımız olabilir.Hayatta yapmıyacak olsa bile bak ben bu adamı/kadını gebertirim.Yoo bu böyle arabayı kullanırsa arkadan bindirir ezer geçerim.daha neler neler.Yukarda verilen örnekler boşa zaman harcadığımız örneklerden binde biri .

Bu kısa değerli yaşamda bu kayıp zamanları denetlemekle, o zamanı daha güzel yerlerde değerlendirebilirmiyiz.

Tabii bu durum müzmin bir hastalık olarak bizi kendine bağlamamış ise.

Peki sizin aklınıza gelen boşa giden zamanlar nedir ?...

Saygılarla.