Çarşamba, Mart 18, 2009

VAR OLDUKCA...


MySpaceDUR YOLCU BİLMEDEN GELİP GEÇTİĞİN BU TOPRAK BİR DEVRİN BATTIĞI YERDİR EĞİLDE KULAK VER BU SESİZ YIĞIN BİR VATAN KALBİNİN ATTIĞI YERDİR.

Salı, Mart 17, 2009

BU GÜNLERİDE BİZLERE YAŞATTILAR...


Engin Ardıç'ın yazısı;

Atatürk'ün pasaportu var mıydı?

Atatürk'ün yurt dışına hiç çıkmadığını hep biliriz... Bu, büyük bir erdem olarak pazarlanmıştır: Kendisi hiçbir yere gitmeden herkesi ayağına getirmiş!
Herkes dedikleri, İran şahı ve İsveç kralı gibi "kıyıdan köşeden" adamlar, bir de İngiliz kralı Edward tabii... Yanında da Mrs Simpson... Ama o da aşkı uğruna kısa bir süre sonra tacı tahtı bırakacağından, bu gezinin bir yararı olmamış.
Olamazdı da... İngiliz kralı ya da kraliçesi "hüküm sürer ama idare etmez" ... Meclise izinsiz giremediği, seçimlerde oy kullanamadığı gibi, dış politikaya da karışamaz!
Bunun dışında kim gelmiş Türkiye'ye? Hitler mi, Stalin mi, Mussolini mi, Roosevelt mi, Hirohito mu? Hiçbiri.
Keşke İspanyol başkanları Alcala Zamora ya da Manuel Azana gelselerdi de, "asi generallere" karşı İspanyol Cumhuriyeti'ne sahip çıkma onuruna kavuşsaydık yahu...
Ama niçin geleceklerdi? Türkiye önemli bir ülke değildi ki, kendi kabuğuna çekilmiş, yaralarını sarmaya ve Batılılaşma girişimini temele indirmeye çalışan, "dünya sahnesinin önünden çekilmiş" bir ülkeydi... Her türlü Osmanlı mirasını da reddettiği için (borçların bir kısmı hariç!), "beni kendi halime bırakın, karışmayın, bulaşmayın" der gibiydi dünyaya...
Atatürk'ün yurt dışına hiç çıkmamış olması niçin büyük bir başarı olarak değerlendirilmiştir?
"Kendi kabuğuna çekilmek, kendi yağıyla kavrulmak" erdem sayıldığı için!
Bu da memur zihniyeti değilse, memur zihniyeti başka nasıl olur acaba?
Ve de Atatürk'ün bazı Anadolu kasabalarını dolaşmış olması niçin büyük birer olay gibi pazarlanmıştır? Hele İstanbul'a her gelişi niçin "tarihi gün" sayılmıştır?
Yani tasavvur edebiliyor musunuz, Hitler'in Stuttgart'a gelişi bayramı, Mussolini'nin Venedik gezisi şenlikleri, Stalin'in Odessa'yı ziyaretinin bilmemkaçıncı yıldönümü kutlamaları... Var mı böyle bir yağcılık?
Toplum o kadar "donuk", ulaşım o kadar yetersiz durumdaydı ki, bir yerden bir yere gitmek başlıbaşına heyecan verici, serüven gibi bir şeydi o dönemde...
Keşke bu gibi çarçur gezilerle övüneceğimize, "Atatürk'ün uçağa binip Atina'ya gitmesi ve eski düşmanlarını kucaklaması, Atatürk'ün Cenevre'de yaptığı ünlü Milletler Cemiyeti konuşması, Atatürk'ün tarihi Beyaz Saray ziyareti, Atatürk'ün meşhur Moskova gezisi, Atatürk'ün unutulmaz Paris barış görüşmeleri" gibi hatıralar kalsaydı... Ayıp mı olurdu, günah mı?
Belki o zaman cumhurbaşkanlarımızın ya da başbakanlarımızın dış gezileri de memurlarımıza ve memur ruhlularımıza küfür gibi gelmezdi!...
Atatürk hiç yurt dışına çıkmadı dedik, bu hem doğrudur hem yanlış...
Atatürk yurt dışına çıkmadı ama, Mustafa Kemal çıktı!
Libya'ya gitti çarpışmaya ama orası yurt dışı sayılmıyordu... Bunun dışında Sofya'ya, Berlin'e ve batı cephesine de gitti görevli olarak, Viyana üzerinden Karlsbad'a da gitti (Karlovy Vary) sağlık nedenleriyle...
Ama o zamanlar bir "imparatorluk subayıydı" ...
Hani şu nefret kustukları Osmanlı İmparatorluğu vardı ya, onun ordusunda subaydı.
1919 yılında ordudan istifa edene kadar bir Osmanlı subayıydı.
Hadi kim hayır diyecekse desin de alnını karışlayayım!


Hıncal Uluç'un Engin Ardıç'a yanıtı

Atatürk'e dil uzatanlara...

Önce biri hafta sonu hiç yüzü kızarmadan saldırdı gene, "Atatürk'ün pasaportu var mıydı" diye.. ..
Ve çizdiği Atatürk portresine bakar mısınız?.. "Vizyonsuz.. Memur zihniyetli biri.."
Utanmazlığın ölçüsüne bakar mısınız?..
Yıkılmış, tükenmiş, bitmiş, işgal edilmiş Osmanlı'nın küllerinden, Avrupa'nın "Hasta Adam" dediği Türkiye'den, modern bir batı cumhuriyeti yaratan adam için çizilen tabloya, aşağılamaya bakar mısınız?..
"Memur zihniyetli, vizyonsuz!.."
Bu korkunç kafaya, bu örümcek düşünceye yanıtı, ayni günün gecesi, Rus Kızıl Ordu Korosu muhteşem bir yanıt verdi, tesadüfe bakın bu defa, TİM'de.. Ben ordayım üç kardeşimle, Öcal Serpil ve Kemal'le..
Salon son koltuğuna kadar tıklım tıklım doluydu ve herkes, Atatürk'ün neler yaptığını anlatan Kızıl Ordu korosuna hem de nasıl coşkuyla eşlik ediyordu..
"Bir hızla kötülüğü geriliği boğarız,
Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız.
Türk'üz bütün başlardan üstün olan başlarız;
Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız."
Türk'üz Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi,
Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri."
"Karanlığın üstüne güneş gibi doğmak" nedir bilir misin sen, karanlık adam?..
O senin memur zihniyetli, vizyonsuz dediğin adam, o yıllarda yepyeni bir devlet, çağdaş, bir cumhuriyet kuruyordu, bir ulusun kaderini değiştiriyor, dünyaya, hele de Müslüman dünyaya örnek oluyordu, öğretmediler mi sana?..
O vizyonsuz, o "Memur zihniyetli" dediğin adamın dünyadaki itibarını, saygınlığını bilir misin?..
Efendim "Kimse gelip gitmemiş Türkiye'ye Atatürk zamanında.."
İngiltere Kralı gelmiş ama, o sayılmazmış.. Çünkü adamın zaten yetkisi yokmuş..
Birleşik Krallık kralının ülkemize, Atatürk'e gelişini bir formalite sanıyor.. Peki o zaman "Pasaportlu" Abdullah Gül'ün iki günde bir yurt dışına gitmesi, bu ülkede devlet başkanları ağırlaması ne?.. Atatürk'e gelen İran Şahı adam değil de, Gül bugün İran'da ne arıyor peki?..
Adamın, Atatürk'e saldırma gözlerini öyle karartmış ki, ne dediğini bilmiyor, çelişkiler içinde..
İngiltere Kralı, İran Şahı, gelmemeliymiş de, kim gelmeliymiş?..
Hitler, Mussolini, Stalin.. Verdiği örneklere bakar mısınız?.. Hafazanallah.. Bunlardan biri gelmiş olsaydı kazara, bugün kimbilir neler yazardı, düşünebiliyor musunuz?.
İngiliz Kralı yetkisiz.. Peki yetkilisi, hem de azılı Türk düşmanı Lloyd George ne dedi, hem de Birleşik Krallık Millet Meclisinde..
"Arkadaşlar, yüzyıllar nadir olarak dahi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki o büyük dahi çağımızda Türk Milleti'ne nasip oldu. Mustafa Kemâl'in dehasına karşı elden ne gelirdi."
Atatürk uçağına atlayıp Yunanistan'a gitmemişmiş.. Venizelos'la kucaklaşmamış.. Ama Venizelos yenildiği düşmanı Atatürk'ü 1934 yılında Nobel Barış Ödülüne aday göstermiş.. Nasıl olmuş bu peki?.. Vizyonsuz, memur zihniyetli, içine kapanık adamdan başkasını bulamamış mı, Yunan Lideri, "Dünya barışına en hizmet eden kişi" diye seçecek?..
Atatürk Mussolini'ye gitmemiş. O da Türkiye'ye gelmemiş.. Ama Atatürk'ün süvarileri İtalya'ya gidip, zamanın en büyük binicilik kupasını, hem de Mussolini'nin adını taşıyanını Türkiye'ye getirmişler.. Bu müthiş spor hamlesinin ne manaya geldiğini bilir misin sen?.. O vizyonsuz, memur zihniyetli adamın, o sıralar nasıl bir Türkiye kurmakla meşgul olduğunu anlayabilir misin, bu örnekten yola çıkıp?.. Aklın erer mi?.
Erer.. Bal gibi erer de işine gelmez söylemek... Sen ve senden yüz bulup hemen ertesi gün Atatürk'e saldıran yamağın da bilir bunları, çok iyi..
Kilitleyin bilgisayarınızı gene de, size yağan e-mailler geri dönsün tamam mı?.. Yüreğiniz o kadar..
Bakın, bugün bu köşede, 20'inci Yüzyılın en önemli adamlarının Atatürk hakkında söylediklerinden bir derleme seçtim sizin için.. Okuyun, iyi okuyun ve iki günde bir saldırdığınız, sövdüğünüz, dalga geçtiğiniz Mustafa Kemal Atatürk'ün nasıl bir devlet adamı, nasıl bir deha, Türkiye için nasıl bir şans olduğunu iyi öğrenin..
Ne yazık ki, sizin için de büyük şans oldu Atatürk!.
O olmasaydı, bugün bu köşelere oturup bu saçmaları bu kadar özgür yazma imkânınız olur muydu?..

Alıntı.

Saygılarla.

Çarşamba, Mart 11, 2009

ÖLÜME KOŞANLAR



Son senelere baktığımız zaman, genç nesil arasında bunalımın arttığı görülmektedir.
Bir çok neden sayabiliriz.
Ortak noktalar ise, bu ölüme koşuş, çoğu zaman okul sınıflarında noktalanıyor.
Okuldan o veya bu nedenlerle uzaklaştırılan gençlerden çıkıyor.
Ruhsal olarak, analizi uzmanlara bırakmak isterim.
Toplumun zaman ayıramadığı üzerinde durmadığı, bu gençler ölüm koşusunda
içlerimizi yakarak, masum evlatlarımızıda yanında sürüklemektedir.

Bu günki haberler böyle bir ölüm koşususunu anlatıyor:

Okuldan uzaklaştırılan 17 yaşındaki bir lise öğrencisi. Bu koşuda; 9 öğrenci, 3 öğretmen,
1 okulda görevli bahçevan, kaçarken 2 yaya ve sonunda kendisı.
Toplam 16 can.
Bu sadece bu günün ölüm koşusunun rakamları.
Sadece bir kaç dakika haber olarak geçen bu koşuları biraz olsun hatırlamaya çalışalım.

23 eylül.2008 yer Finlandiya : 22 yaşında, meslek lisesinde 10 kişiyi,
14 şubat.2008 yer ABD : 5 ölü, 18 yaralı,
7 Kasım 2007 yer Finlandiya: 18 yaşında, 6 öğrenciyi, 2 yayayı,
16 Nisan 2007 yer ABD : 32 kişi, bunun 15'i ağır yaralı,
20 Kasım 2006 yer Almanya : 18 yaşında, 1 ölü çok sayıda yaralı.
2 Ekim 2006 yer ABD : 5 ölü, 5 yaralı,
21 Mart 2005 yer ABD : 16 yaşında, 5 öğrenci 1 koruma görevlisi, 2 kişi "dedesi ve arkadaşını",
26 Nisan 2002 yer Almanya :18 yaşında, 16 öğrenciyi,
Şubat 2002 yer Almanya : 1 öğrenci, 3 yayayı,
Haziran 2001 yer Japonya : 8 çocuğu, 1 yayayı,
Nisan 1999 yer ABD : iki öğrenci birlikde, 12 öğrenci, 1 öğretmen,

Bu vahşete neden olanların hepsinin müşterek tarafları, intihar veya güvenlik kollukları tarafından öldürülmesi olarak kayıtlara geçiyor.

Eğer eğitim sistemlerin verildiği bu kurumlarda nedenleri çok boyutlu olarak ele alınmadığı
taktirde ölüme koşan bu gençleri daha çok göreceğimizdir

Geride kalan ise acı, gözyaşı olacaktir.

Saygılarla.

Salı, Mart 10, 2009

ÇOCUK KADINLAR..





8.Mart.
Kadınlar günü kutlandı.
Yazıldı, çizildi.
Bir yıl daha geçmişdi. Neler değişmişdi ?

Geçen sene bir haberi taşımışdım bu sayfalara, aradan geçen bir yıl içinde bu haberin içerikliğinde değişen ne olmuşdu?

Zorla evlendirilmişdi; mücadele, kaçış, kazanılan zafer, devam eden acılar.

Daha on yaşında idi. Dünya onu tanıdığı zaman, zorla evlilik, yanında dayak ve tecavüze mağdur kalmak. Yaşadığı ülkede onun durumunda olanların bir parçasıydı. Baş kaldırdı, mücadele etti. Çocuk yaşındaki kadın.
Boşandı...
Ya bugün:
Kadın olmanın gerçeği ile karşı karşıya kaldı, esaret halkası ise hala boynundan çıkmamışdı.

Nojoud Nasser, geçen sene Nisan ayında Yemen'nin Sana şehrinde mahkeme salonunu, bir ilke imza atarak zaferle terk etmişdi. On yaşındaki bu kız kocasına karşı açtığı boşanma davasında "babası tarafından 1100 euroya satılan, kendisinden 21 yaş büyük kocasından" boşanmışdı. Mahkemenin verdiği karar Yemen gibi bir ülkede ses getirmışdi. Bütün dünya artık o çocuk kadını konuşuyordu. Manşetlerde "Ben artık hürüm bundan sonra yerim okul sıraları olacaktir."sözlerini taşıyordu.

Daha bir yıl bile geçmemişdi. Kadın hakları, daha doğrusu çocuk yaşındaki kadınlar dememiz gerekiyor, bu kazanılan zaferle hakikaten serbest kalmışmıydı ?

Viyana'da bulunan Dünya Kadınlar Birliği. Bu cesareti karşısında kendisine Ürdün Kraliçesi eliyle ödül vermeğe karar verdi. O hüriyetini eline almış Çocuk kadın kendisine verilecek ödülü almaya gelemiyecekti. Yaşadığı ülke kendisine böyle bir seyahati yasaklamışdı. Konuşmaması gerekiyordu.

New York'a, Paris'e seyahat etmişdi. Bu seferki ise daha başka bir önem taşıyordu."Kadın hakları"

Elinden pasaportu alındı. Yemen'nin Viyana büyük elçisi ise " reşit olmayan çocuklar ailelerin izini olmadan seyahat edemiyeceklerini söylüyordu"
Kadın Hakları Konumu öne çıkınca ailesi bile bu seyahate izin vermemişdi.

Tabii bu mücadele burada bitmiyecekti. Bu gün yaşadıklarını anlatan kitap Fransa'da yok satıyor. 10 yaşındaki bu Çocuk Kadının ülkesinde kazandırdıklarınıda bir kenara atmamak gerekir. Bugün Yemen'de çıkan bir kanunla evlilik yaşı 15 den 17 'ye çıkarılmışdır.

Her ne kadar bu kanun tam olarak uygulanamasa bile kadınların sesini dünyaya duyurmuşdur.

Madalyonun diğer yüzü ise soru işaretleri dolu.
Nojoud Nasser okula gidebilmekte mi ?
Seyahat, konuşma, maddi ve manevi hakları gene iki dudak arasından çıkacak kararlara kalmış mıdır?

Bu gerçek hikaye tesadüfen öğrendiğimiz bir haber. Ya bilmediklerimiz, daha doğrusu görmek duymak istemediklerimiz.

Saygılarla.

Perşembe, Mart 05, 2009

SAÇLARIMIZ AĞARDIĞI ZAMAN !!!



Saç boyama gelecekte gereksiz olacak...

Önce gri, sonra beyaz : Er ya da geç, saçımızın rengi kaybolur. Bilinen, zamanla saçlarımızdaki renk pigmenlerinin zayıflayıp kaybolduğu idi.Bu kayboluşun üzerinde bir çok tahminler yürütlmüş ama tam bir neden bulunamamışdı.Bu gün ise bu gizemi çözdüler.Geriye ise bunu önleyecek ilaça kaldı.

Bir zamanlar araştırmalar süper hidrojen-şarışınlar üzerinde yoğunlaşmışdı. Hidrojen peroksit (H2O2) li beyaz saçlı sarışınlar güzellik simgesi idi. Bugün saç rengini açmada moda eğilimi, kimyasal hidrojen peroksit sadece - bilimsel olarak ele alınmaktadır.
"Hidrojen peroksit". Bu kimyasal çok agresif oxidizers insanların saç görünümünden çok daha fazla rol aldığı tesbit edildi.

Mainz Üniversitesi ve Bradfordaki bilim adamları artık hidrojen peroksit'in saçlarımızdaki renk pigmenleri zayıflatarak saçlarımızın ağarmasında temel sorumlu olduğudur.Kadın ve erkekler üzerinde yapılan etüdler sonunda saç boyalarındaki kullanılan Melanini vücudumuz üretmekte olduğu tesbit edilmiş; hidrojen peroksit ise bu üretimi önlediği görülmüşdür.

Hidrojen peroksit çok küçük miktarda insan vücudun metabolizmasının bir parçasıdır. Genç yaşlarda bu kimyasal vücudda eritilmektedir.İlerleyen yaş ile birlikte, vücudun bu görevi daha fazla yerine getiremediği tesbit edilmişdir.Böylece Hidrojen peroksit , melanin yapımından sorumlu olan enzim tyrosinase, saldırdırarak renk pigmenlerimizin oluşunu önlüyorlar.

Şonucda saçlarımız kademeli olarak gri veya beyaz renk olarak geliyor.

Yaşlanma emareleri başlangıcı olarak da çoğu insanda depresyona neden olmaktadır.
Yapılan bu tesbit ile bu durumu önliyecek kimyasal üzerinde çalışıldığı; elde edilecek moloküllerin saç ve kıl köklerine ulaşarak renk pigmenlerimizin tekrar
eskisi gibi görevlerini yapabileceğidir.Araştırmacıların kısa bir zaman dilimi içersinde üretilecek ilaçlarla saç boymanında tarihe karışıcağını söylemektedirler.

Saygılarla.

Pazar, Mart 01, 2009

AYAKLARIM ŞİŞİYOR...


Mizah yazmak sanattır, diye başlamak istiyorum. Bu günlerde bu daha da zorlaştı.
Çünkü yaşamımız mizah gibi oldu. Neye gülmemiz gerektiğini bile şaşırdık. Garip tarafı alıştığımız için gülmüyoruzda.

İsterseniz size bir haberin nasıl mizah gibi hayatımıza girdiğini aktarayım:

Son günlerde ücüncü sayfa haberlerinde PTT şubeleri soyulmaya devam ediyor diye yazıyordu.

" PTT şubelerinde güvenlik sıfır. Ne koruma var, ne güvenlik kamerası. Bu yüzden paraya sıkışan PTT şubesine koşuyor. Soyguncuların çoğuda acemi ya hemen yakalanıyorlar ya da soygunu gerçekleştiremiyorlar."

İşin buraya kadar olan kısmı sıradan haber. Ancak bilinmeyen ve artan soygunlardan daha da çarpıcı bir yanı var.Bundan sonrasi fıkra gibi ...

Peki şubelerden çalınan paralar kimden tahsil ediliyor?

Şimdi sıkı durun!
Açıklıyoruz: "Soyulan PTT şubesinin çoğu kez tek kişi olan personelinden... Evet, yanlış okumuyorsunuz. Soygun yaşayan, güvenlik görevlisi olmadığından, güvenlik kamerası yokluğundan canı bire bir tehlikeye giren PTT çalışanından!"

"Mizah değil, İstanbul'da bir ay önce soyulan PTT şubesinin tek kişilik elemanı, soygundan sonra bir önlem alınıp alınmadığını araştıran muhabire aynen şunları anlatıyor:

"Bir ay önce silahlı soyguncu tarafından şubemiz soyuldu. Ben tek başımaydım. Soyguncu gelip, kasadaki paraları istedi. Panikle ayağa kalktım ve istediğini yaptım. Kasada bulunan 800 TL'yi kendisine verdim. Kaçıp gitti. Aradan bir ay geçti ancak hala şubemizde ne güvenlik görevlisi ne de güvenlik kamerası yok. Üstelik kasadan giden parayı da benden kestiler!"

"Soygun sırasında ayağa kalkmışım. O yüzden benden tahsil ettiler. 800 TL'yi iki taksit halinde maaşımdan kestiler. Birinci kısım 500 TL hemen soygundan sonra kesildi. Bu ay da 300 TL kesilecek. Olur mu böyle şey. Ben panikte ne yaptığımı bilemedim. Korktum... Ama şimdi kendi çapımda önlem aldım. Kasada toplanan paranın miktarı yükseldikçe ayakkabımın içinde saklıyorum. Yeniden soyulursak, hiç olmazsa kasada az miktarda para bulunsun. Paralar da çoğalınca ayağım ayakkabının içinde sıkışıp şişiyor!"

Dedim ya Mizah yazmanın ne kadar zorlaştiğını...

- Sayın soyguncu lütfen üç kuruşa çalışan memuruda düşün, git başka yeri soy. Belkide böylece günah işlerken sevaba girersin.

Saygılarla.