Cumartesi, Kasım 29, 2008

CIZGILER...


DIKKAT KORSANLAR

DOSTLAR YARDIM EDİN...


Türkiye'de neden reşitlik yaşı 18 dir.Hala anlamış değilim ?
14+ 1 yaşında bir çocuk neden ehliyet alamaz ?
14+ 1 yaşındaki çocuk neden bir marketten sigara içki alması yasaktır ?
14+ 1 yaşındaki çocuk evlenme dairesine gidip ben evlenmek istiyorum derse neden müsade edilmez ?
14+ 1 yaşındaki çocuk neden bu yaşadığı ülkede oy kullanması yasaktır ?
14+ 1 yaşındaki neden ısrarla çocuk olarak sayılır.Reşit sayılmaz ?

Ben bir cehl olduğum için bu konuda bilgi sahibi olmak istiyorum.Eğer içinizden birileri çıkar bu konuda beni aydınlatırsa; bundan sonraki yaşam süresi içinde ona hep müteşekkir kalacağım.

Saygılarla.

Dip Not : Sakın bana "18 yaşından küçükler psikolojik gelişiminin en hızlı olduğu dönemleridir. 18 yaş artık kişinin yaptıklarını kavradığı bir yaş olarak kabul edilmektedir. Artık sorumluluk üstlenebileceği düşünülmektedir." Diye felsefe üretmeyin.O kadarını algılaya + biliyorum.

15’lik kız razı ise alıkoyma suçu yok 29 Kasım 2008

YARGITAY Ceza Genel Kurulu, 15 yaşını doldurmuş çocukları rızasıyla kaçırıp cinsel ilişki kuranlara ceza verilmeyeceğine hükmetti.

Kahramanmaraş’ta bir genç 15 yaşını bitiren F.’yi rızası ile kaçırıp alkoydu. Kahramanmaraş Ağır Ceza Mahkemesi, sanığa lehine olan eski TCK’nın 430/2 maddesindeki, "Cinsel amaçlı olarak kaçırıp alıkoymak"tan bir yıl hapis cezası verdi. Yargıtay 5. Ceza Dairesi temyizde kararı bozdu ve sanığın beraatine hükmetti. Kızın 15 yaşını bitirdiği, rızası ile kaçırılıp alıkonulduğu vurgulandı.K.Hürriyet Gaz.Oya ARMUTÇU/ANKARA

Perşembe, Kasım 27, 2008

NE TESTI !!??


Her şeyin başı eğitim diyoruz.
İnsan hakları diyoruz.
Sizde toplanıyor; bizde toplanıyor ! Kanunlar çıkarıyor, evrensel haklara imzalar atıyoruz.
Sonra buna benzer haberlerle bir arpa boyu ilerlemediğimiz ortaya çıkıyor.
Önce söyle bir habere bakalım :

Kız yurdunda bekaret testi!

A.lar’daki E. Kız Öğrenci Yurdu, C.G’nin boynunda ve yüzünde kızarıklık olduğu gerekçesiyle bekâret raporu istedi. Kızına inanmayan ve test yaptıran baba, yargıya başvuracak.

İstanbul A.lar’daki bir kız öğrenci yurdunda kalan C.G.’nin (18) boynunda ve yüzünde kızarıklıklar bulunması nedeniyle, yurt yönetimi öğrenciden bekâret testi istedi.

Öğrencinin babasını arayan yetkililer, “Durum ortada. Kızınız bir erkekle ilişkiye girmiş, gelin alın” demesi üzerine C.G’yi babası muayeneye götürdü. Kontrolün ardından öğrencinin bakire olduğunun anlaşılması üzerine, baba yurt yönetiminin tavrını eleştirdi.

A.lar’daki E. Kız Öğrenci Yurdu’nda kalan üniversite öğrencisi C.G’den boynunda ve yüzünde bulunan kızarıklık nedeniyle yurt yönetimi bekâret testi istedi. C.G’nin boynunda ve yüzündeki kızarıklıkları gören yurt müdiresi N. D., C.G’nin babasını aradı. Babasının, iddiaların gerçekdışı olduğunu söylemesine karşın kendisine inanmadığını söyleyen C.G. müdirenin, babasına “Kızınız cinsel ilişkiye girmiş” dediğini söyledi. C.G. bunun üzerine müdireyi aradığını ancak müdirenin kendisine “Böyle bir şey demedim. Baban senin gözünü korkutmak istemiş, ben yalnızca ‘Buraya gelin, konuşalım” dedim” diyerek konuyu kapatmaya çalıştığını dile getirdi.

Durum ortadaymış!

C.G. olayı şöyle anlattı: “Olaydan 4 gün sonra yurt müdiresi D. ile bir görevli ve doktor olduğu iddia edilen kapalı bir bayan, yüzüme ve boynuma baktı.

Yurt müdiresi babamı arayarak ‘Yanımda 2 yetkili var. Durum ortada, kızınızı gelip alın’ dedi. Babam, doktorun kim olduğunu sordu ancak müdire cevap vermedi. Ertesi gün babamla Küçükçekmece K. Tıp Merkezi’ne gittim. Muayenenin sonucunda bakire olduğum belli oldu.”

C.G’nin babası ise, “Yurt yönetimi saçma sapan şeyler söyledi. Şok oldum. Yetkili birimlere şikâyette bulunacağız” diye konuştu. HÜLYA KESKİN / Cumhuriyet

YASALAR NE DİYOR?

Yeni TCK 287'nci maddesi Genital Organ Muayenesi:
Yetkili hakim ve savcı kararı olmaksızın kişiyi genital muayeneye gönderen veya bu muayeneyi yapan fail hakkında üç aydan bir yıla kadar hapis cezasına hükmolunur. Bulaşıcı hastalıklar dolayısıyla kamu sağlığını korumak amacıyla kanun ve tüzüklerde öngörülen hükümlere uygun olarak yapılan muayeneler açısından yukarıdaki fıkra hükmü uygulanmaz.


Olamazların içine olabiliri koyalım :

Elimizdeki yasaya göre suçlulara bakalım.
1. Yurt yönetimi.
2. Yurt Müdiresi ve sözde doktor olan kişi.
3. Kızın babası.
4. Bakire raporu veren doktor.

Bundan sonrası :

1. Şikayeti değerlendirecek savcı !
2. Şikayet işleme alınacak olursa, hakimin değerlendirmesi !!??

Gerçek :

Mağdur olan reşit bir kız.İleriye dönük toplumda yer alacak bu kızın bu topluma bakışı, hala kendi kendimizi aldattığımızın acı gerçekler.

Saygılarla.

CIZGILER....

Çarşamba, Kasım 26, 2008

SU DEDİĞİN ne ki !!!???

Su denildiği zaman eşit yaşam diyoruz.Onsuz bir yaşamı düşünmek bile imkansız.
Onu sesi ile, tadı ile görünümü, ile tanırız.Bazende hayatımızda yer alan diğer maddelerin oluşumunda yer alır.O olmasa, onlarda olmaz.Belki hiç aklı olmasada bu bir gerçektir.
Örnegin :

1 Hamburgerin oluşumunda 2400 litre suya ihtiyaç vardır.







Kimin aklına gelir sabah kahvaltısında yediğimiz bir yumurtanın
oluşumunda 135 litre suya ihtiyaç olduğu.





Eğer yumurtamızın yanına 1 dilim ekmek de eklemek istersek
40 litre suyu eklememiz lazım.







Daha bitmedi yanında 10 gr Peyniri de katalım.
50 litre de onun için hesaplamamız gerekir.






1 Fincan kahvemiz için : 140 litre.





Eğer böyle bir ufak kahvaltıyı seçecek olursak :

360 litre diyebiliriz.





Akşam Tv.karşısında atıştırdığımız 200 gr cips için ise
180 litre suya ihtiyacımız var.







Bilgisayarımızın içindeki 2 gr.lik cip için ise :
32 litre.






1 sayfa kağıdı için ; 10 litre.








1 T-Shirt için 4100 litre.






1 çift ayakkabı içinde : 8000 litre









Yeni bir araba için 450 000 litre.


Ya olmasaydı !!!
Saygılarla.

Salı, Kasım 25, 2008

ONUN ADI STEVIA...







Beslenmemizde çağ açacak bir bitki :
Çocukların hayalerini süslüyen, büyüdükleri zaman bu hayalleri gerçekleştirmeye çalışanlar; şekerli yiyecekleri, sınırsız olarak yiyebilmek.Aynı zamanda bu sınırsızlığın, vücudumuza bir zararının olmaması.Bilindiği gibi şekerin fazla kilolara ve karyes "dişlerde" yol açtığı.Paraguay'da keşf edilen bu bitki bizlerin hayalini gerçeğe çevirebilir.Onun adı Stevia veya Balotu.

Paraguay'da yetişen bu ot, yerliler tarafından asırlarca bilinmekteydi.Onu yiyeceklerini tatlandırmak için kullanıyorlardı."Tatlı şans" olarak adlandırdıkları bu ot.Çocukların severek yedikleri lakritze tadımını taşıyor.İçinde sakladığı şekerimsi tadı esasında, 1887 yıllarında Moises Giacomo Bertoni keşfetmişdi.1920 yıllarına doğru yetiştirme çiftlikleri kurulmaya başladı.

Stevia bitkisinin en güzel tarafıda tansiyonu düşürdüğü,ne kadar yenilirse yensin dişlerde "kariyes" ve kalori aldırmadığıdır.
Şimdi; uzun zamandır keşfedildiği halde neden tanımıyoruz diyeceksiniz.Bunun cevabı bu otun Avrupa'da yasaklı olması, satıldığı taktirde cezaya tabii tutulması idi.
90 yıllara gelindiği zaman bu yasak yavaş yavaş kaldırılmış; buna karşılık bu otun nereden geldiği ve ne şartlarla yetiştirildiği gibi bir sürü zorlıyıcı prosüdere bağlanmışdır.

Bu gün yaşadığım ülkede senede 34,3 kilo kullanılmaktadır.Buna karşın Cola üreten firma, şekere alternatif olarak bu bitkinin patentinin 24 tanesini elinde tutmaktadır.Bu konuda daha geniş bilgiyi, gıda uzmanı M.Holly www.frestevia.de açıklamaktadır.
Şeker her zaman elimizin altındaydı.Stevia ise yalnız sağlık nedeni ile şekeri kullanamıyanlar için enteresandı."Kanser,Pankras gibi rahatsızlıklar yüzünden şekerden vaz geçenler 90 lı yıllarda onu tanıdılar.

Bu gün ise onu gıda maddeleri arasında değilde vücut temizliği ve diğer bazı maddelerin içinde katkı maddesi olarak görüyoruz.Avrupa Birliği dışında ki ülkeler hariç.

Onu en çok kullanan ülke ise bu gün Japonya'dır.1969 yıllarında sentetik şekerin
yasaklanması ile Stevia piyasada yerini aldı.% 40'lık bir oranda, bir çok gıda maddelerinin içinde yerini aldı.Balık, çıklet, dondurma, diyet çolalarda.Bu ülkelere
İsrail,Kore ve Brezilya'yı da ekleyebiliriz.Dünya da 150 Milyon insan şeker'in alternatifini kullandığı göz önüne getirlirse, değeri daha da artmaktadır.Çin bu bitkiyi yetiştiren en büyük ülke konumuna da geçmiş bulunmaktadır.

Stevia'nin daha bir çok özellikleri arasında bağışıklılık sistemimize yardımcı olduğu
için dış macunları veya gargaraların içinde de kullanılmaktadır.
İnşallah bir gün Avrapa birliğinin yasaklı zincirini kırabilir.Şeker yetiştiricilerinin kabusu olmaya devam edecektir.Kullanılmıyan tek yer bu gün itibari ile hamur işlerinde pişirilmediğidir.
Bakalım zaman bu bitki hakkında daha ne gibi yenilikleri gösterecek.
Saygılarla.

Pazartesi, Kasım 24, 2008

24.KASIM.2008


Öğretmenler! Erkek ve kız çocuklarımızın eşit olarak, bütün öğrenim basamaklarındaki eğitim ve öğrenimlerinin iş ilkesine dayanması önemlidir. Yurt çocukları ,her öğrenim basamağında, tutumsal alanda yapıcı, etkili ve başarılı olacak biçimde donatılmalıdır. Ulusal törelerimiz, uygarlık ilkeleriyle ve özgür düşüncelerle geliştirilmeli, güçlendirilmelidir. Bu, çok önemlidir; özellikle dikkatinizi çekerim. Korkuya dayanan ahlak, bir erdem olmadıktan başka, güvenilir de değildir. Baylar, bu görüşümde sizin yüzde yüz benimle birlikte olduğunuzdan kuşkum yoktur. Genel eğitim ve öğretim programımız da bu ilkeleri kapsamaktadır. Gene de biliyorsunuz ki, bu görüşlerin, bu programların kesin ve açık olması, çok önemli olmakla birlikte, yararlı ve verimli olabilmesi, onların, yeterli, anlayışlı ve fedakâr öğretmenlerce okullarımızda çok büyük bir özen ve çaba ile uygulanmasına bağlıdır. İşte, özellikle sizden rica edeceğim şey budur. Sizin başarınız, Cumhuriyetin başarısı olacaktır. Arkadaşlar, yeni Türkiye'nin birkaç yıla sığdırdığı askerlik, siyaset ve yönetim alanlarındaki devrimler, sizin; sayın öğretmenler, sizin toplumda ve düşünce yaşamınızda yapacağınız devrimlerdeki başarınızla gerçekleşecektir. Hiçbir zaman unutmayın ki, Cumhuriyet sizden "fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür" nesiller ister.

Mustafa Kemal ATATÜRK 25 Ağustos 1924

Pazar, Kasım 23, 2008

BİZLERDE ÇOCUKTUK...


ERDIL



Bu günün çocukları sanal dünyasında; anne ve babalarının çocukluk günlerini görmek isterlerse !!??
Sadece bu filmi seyretsinler onlarda bir zamanlar çocuk idiler.
Hayırlı Pazarlar.
Saygılarla.

Çarşamba, Kasım 19, 2008

ORTA KULAK İLTİHAPLANMASI


Başına gelmiyen aile yok gibidir.Çocuk hastalıklarının başında gelen rahatsızlık; orta kulak iltihaplanması...
Ağrılı geçmesinin yanında açabileceği komplikasyonlarıda çabası.Bebek ve kücük çocuklarda çoğu zamanda tanınmamasıda ayrı bir problem.

Ortada yapılan bir istatislik var.Yeni bebekleri olan anne ,babaların çocuklarının ilk altı ayında bu rahatsızlıkla tanışmışlardır.Her dört çocuktan bir tanesin de bu rahatsızlıklık görülmüşdür.Bu durum % 60 oranında olduğu Sağlık kurumlarca söylenmektedir.İstatislikler aynı zamanda % 90 oranında çocukların bir kere bu rahatsızlıkla karşı karşıya geldiğini söylemektedir.Hatta bu rakkamların yarısı kadarıda üç defa yaşamıştır.Tedavi yönteminde de çeşitli yöntemlere baş vurulduğu da bir başka gerçekdir.

Akut orta kulak iltihabında ki; bu sıkça karşılaşılan durum.Doktora götürülen çacuklara, antiboitik tedavi uygulanmaktadır.Bir çok ebeveyn bu tür tedaviye karşı çıktıkları daha başka metodlarla tedavi görmesini istemektedikleri görülmüşdür..

Niçin! Orta kulak iltihaplanır ?
Bazı ailellerde bu rahatsızlık sıkça görülür.Kulaklarda ki anatomik yapı, nedenlerden bir tanesidir.Genetik olarak ebeveynlerden geçmiş olabilir.Oğlan çocukları, kızlara nisbeten daha hassasdır.Biberonla beslenen çocuklar, emzirilen çocuklara göre daha eğilimlidir.
Yuvaya giden çocuklarda daha çok görülmektedir.Nefes yolu ile bir çok gribal enfeksiyon neden olabilmektedir.Çocukların ebeveyn ortamında, pasif sigara içici olması da bu rahatsızlığı tetiklemektedir.Bu durum yalnız evde olmasa bile.En büyük tehlike anne sigara içiyorsa.

İltihaplanma :

Başlangıç da virus kapma ile başlar.Örneğin gribal veya anjin, ağız ve burun içersinde ki koruyucu salgıları zayıflatır.Bu durum badenciklerin iltihaplanması genişliyerek orta kulağa kadar ulaşarak orada yerleşmesi ile görülür.Böylece orta kulağın havalanmasını önler.Çocukların yutkunması veya dışardan yapılacak hafif bir baskı ile, çocuğun bu durum karşısında duyduğu acıyı belli eder.

Bebekler ve kücük çocuklarda bu rahatsızlığın tanınması biraz daha zordur.Nedeni ise onlarda ateş olarak görünmemesidir.Daha çok bitkin ve asabi olmasına, karın ağrısı ve ishal olarak belirtilerini gösterir.Her ne kadar kucağınıza alsanız bile huysuzluğa devam eder.

Böyle durumlar karşısında gözliyeceğiniz noktalar.Kafasını daha çok hareket ettirmesi,elleri ile kulağına doğru hareketler yapması.Yatağında acı duyduğu tarafa doğru yatması.Kulaklarının civarında hafif bir baskı yaptığınız zaman çığlık atması gibi.


Niçin kücük çocuklar ?

Orta kulak küçük bir boşluğun bulunduğu kulak zarı ile kapanmış bir yer.Burası sıkça havalanması gerekir.Buda ağzımızın boşluğuna bağlı bazı kanallar sayesinde olur.Kulak zarında ki baskının dengeli olmasını sağlar.Ağız ve burun kanallarının büyüklerde orta kulağa uzun çocuklarda ise daha kısadır.Böylelikle bakterilerin çocuklarda ulaşımı daha çabuk olmaktadır.
Tahlike; duyum ve konuşmada :

Problem sadece verdiği acı ile sınırlamak komik olur.Beraberinde bazı rahatsızlıklarada yol açabilir.Örnek vermek gerekirse duyma zayıflığı gibi.Biliyoruz ki çocuklarda yetişme zaman mevfumu içinde çok önemlidir.Dört haftalık bir zaman dilimi bile onun konuşma gibi bir çok bazı dengelerini de alt üst edebilmektedir.
Böyle durumlarda doktor tedavisi için gecikilmemesi en önemli faktördür.

Daha da derinleştirmeye kalktığımız zaman kulak içi kemiklerin zarar görmesi,iltihaplanmanın ilerlemesi beyin zarının zedelenmesine kadar da gidebilir.(Menenjit gibi)

Antibotik ile tedavi halen sorgulanmaktadır.Amerika,Almanya,İngiltere'de kullanılmasına rağmen diğer ülkeler bu tedavi metodu % 32 olarak görülmektedir.
Antibiotik kullanımı bazı nedenler karşısında uygulanması zordur !
Doktorların antibiotik kulanılması bakteri ve virüs'un ortadan kalkmasına yardımcı olamasına karşın yan tesirlerin çokluğu ve gerçektde bu rahatsızlığa neden olan bakteri ve virüs'u ortadan kaldırmadığı kanısındadırlar.
Doktorların sevindirici tarafı olarak söyledikleri orta kulak iltihapların 2 gün en geç 2 hafta içersinde dikkatli kontrol edildiği taktirde iyileştiğini söylemektedirler.
Ortak değerlendirmede antibiotik tedavide verilecek kararlarda çok iyi düşünülmesi gerektiğidir.
Biraz yetişkin çocuklarda daha da bu metod hakkında dikkatlı olunmalıdır.
Tedavi süresinde kulak damlası karşısında, burun damlasının seçilmesi,burun spreylerinin yerine, damlası kullanılması da bir başka müşterek görüşdür.
Ninelerimizden gelen tedavi metodlarıda bulunmaktadır.Örneğin soğanın ezilerek bir torba içersinde konulması gibi.Soğanın içersindeki bazı maddelerin bakteri ve virüsla mücadelede faydalı olduğu görülmüşdür.Tabii ki en iyi metod, doktor tarafından yapılan tedavi metodudur.
İyi bir Burun Boğaz uzmanı bu durumun olasalığı nedenlerini tesbit ederek önlemler alabilir.Bazen bu önlemler ufak operatiflere kadar da gidebilir.Bademcik ameliyatı,hava yollarında tıkanıklıkların açılması,burun boşluklarında ki deformeler gibi.
Saygılarla.

Salı, Kasım 18, 2008

İLK BEBEKLER !!!


İnsangillerin atası sayılan Homo erectus (Latince’de "dik insan"), soyu tükenmiş insangil türüdür ve modern insanların (Homo sapiens) atası olduğuna inanılır.
Etopya'da bulunan Homo erectus kadınına ait kalça kemiğinden, o devirde yeni doğan bebekler hakkında şaşırtıcı bilgilere ulaşılmışdır.Modern insanın bebeklerine karşın
Homo erectus bebeklerinin doğumdan sonra tutma ve oturma yeteneklerine sahip olduğunu
tahmin etmektedirler.
Ateşi bulması ve onu kendi yararları çerçevesinde kullanması,taştan el aletleri yapması,korunmak için çitler kurması,kendinden çok daha büyük canlı hayvanları avlaması ve bunları 2 milyon sene önce yapması dikkat çekicidir.Ana vatanı Afrika olmasına rağmen bu yeteneklerini önce Asya'ya daha sonrada Avrupaya kadar yaymışdır.
Ateş ve el aletlerinin kullanımı bu günün modern insanına kadar ulaşmış ve kullanılmaktadır.
Bütün bu insani buluşların sahipleri Homo erectus, nasıl yaşardı?Dahası biz modern insanla benzerliği ne kadardı?
Son bulunan bir kadına ait kalça kemiği bu konum hakkında şimdiye kadar bilinmeyenlere ışık tuttu.Vücut yapısı ve doğumla ilgili yeni bilgiler vermektedir.
Bulunan kalça kemiğinin geniş olması,şimdiye kadar yapılan teorileri tamamen değiştirmektedir.Bu durum karşısında doğan bebeklerin beyinlerin bilinen büyüklükden % 30 daha gelişmiş ve büyük olduğudur.
Kalça kemiğinin 1,2 milyon senelik olduğunu,bu yapı içersinde aklı derecesininde yeni devrimlere doğru büyük katkıları olduğu kanısına varmışlardır.Maymun insan olarak adlandırılan bu nesilin bu günkü modern insanın beyni gibi olması artı olarak da dahada büyük olduğudur.

Tabiki bu durumun bazı rizokalarıda beraberinde getirmişdir.Bu büyüklükde beyin bebeğin kafasında daha fazla bir yere ihtiyaç göstermektedir.Buda anne ve bebekde doğum esnasında büyük riziko olmakda hatta ölüm ve sakatlıklara yol açmaktaydı.Zaman içersinde bu durum devrimlerle bu günkü forma ulaşmışdır.
Her ne kadar bu devrimler bu günkü modern insanın doğum esnasında canlılar arasında tek acı çekerek doğum yapan varlık olmasını önliyememiştir.
Bu da anne ve bebek arasında bağlılığı perçinlemiştir.Bu durum Homo erectusda da görülmektedir.Tek farkın o bebeklerin beyinlerinin daha büyük olması,doğumla birlikde gelişmiş bir beyine sahip olması demektirki bu da bebeğin bazı şeyleri yapabilmesi için beyninin gelişmesi beklemek zorunda kalmadığıdır.Bir yerde yeni doğan çocuklar bir çok konumda annelerine ihtiyaç görmeden kendi kendisini idare etmektedir.Bu demek değildir ki doğan çocuğun hemen konuşması veya yürümesi gibi.
Fakat kendi başına oturabilme veya her hangi şeyi tutabilmesi algılaması anneye daha çok serbestlik bırakabildiğini araştırmacı Simpson söylemektedir.
Bu durum göz önüne alındığı zaman, modern insanın doğduğu zaman yabancı yardım olmadığı taktirde yaşama şansının olmadığı buna karşın Homo erectus bebeğinin yaşıyabildiği görülmüşdür.Bu durum şimdiye kadar bilinen bir çok teoriyide ortadan kaldırmıştır.
Şimdiye kadar yapılan araştırmalar tropik klimaya paralel o devirdeki insanın büyük ve zayıf bir yapıya sahip olduğuydu.Bulunan kemikler neticesinde kadınların kısa ve büyük kalçaya sahip oldukları görülmüşdür.Aynı zamanda modern insana nazaran klima Homo erectus'un vücud yapısında bir değişime uğratmamışdır.
İlk insan hakkında bilinen bilgiler Çin'de bir mağrada bulunan bulgulara dayanmakta idi.
Saygılarla.

Pazartesi, Kasım 17, 2008

TERS mi YÜZ mü !!!


ANTALYA'da 32 yaşındaki M.Ü, 6 yıllık eşi S.Ü ile istemediği halde ters ilişkiye girmek, daha sonra da namluyu temizlemeye yarayan çubukla (harbi) tecavüz etmek suçundan yargılanıyor. Bir yıldır süren davanın duruşması, harbinin gönderildiği Adli Tıp 6'ncı İhtisas Dairesi'nden rapor gelmediği için ertelendi. Olaydan sonra bağırsaklarından 6 operasyon geçirdiğini söyleyen S.Ü., davanın sonuçlanıp tutuksuz yargılanan kocasının ceza alması için gelecek raporu bekliyor.
Güvenlik Mahallesi'nde oturan bir çocuk babası M.Ü, bir yıl önce 27 yaşındaki eşi S.Ü'ye ters ilişki teklif etti. Reddedilen koca, eşini dövüp amacına zorla ulaştı. Olaydan sonra bağırsaklarından 6 operasyon geçirdiğini söyleyen S.Ü., davanın sonuçlanıp tutuksuz yargılanan kocasının ceza alması için Adli Tıp 6'ncı İhtisas Dairesi'nden harbi ile ilgili gelecek raporu bekliyor.
Antalya'da bir Alman çocuğu yaşı 17' di 15 yaşında bir kız çocuğu ile sevişmeye kalktığı için 7 ay hapse girmiş daha sonra yapılan baskılar karşısında da tutuksuz olarak yargılanmak üzere serbest bırakılmış.Bir tv.kanalı sayesinde alel acele evine döndürülmüştü.Kanun kanundur kız resit olmadığı için ailesi şikayette bulunmuş.Adalet de madurun yanında, gereğini yapmışdır.
Daha sonra aynı filmi bu sefer 74 yaş ile 14 yaş arasında seyrettik.6 ay sonra tutuksuz yargılanmak üzere maktul gene dışarda.
Filim gene devam etmekde sanaryo biraz değişik.Suçlu şikayet üzerine kaçıyor 10 gün sonra gelip teslim oluyor.Her şeyi inkar ediyor.Mağdur yalan söylüyor barsaklarından zaten rahatsızdı diyor.
Adalet şimdi makad dan giren harbiye kaldı.Harbi eğer bu işlemi yaptıysa !!!
Sahi yasa yapıcısı ne gibi kanunlar çıkarmıştı? Bırak tersi yüzü, karı koca arasında bile tarflardan bir tanesi istemedikten sonra ilişki tecavüz olarak geçmiyecek-miydi ...
Yasa da bir eksiklik var galiba; şey oldumu tecavüz, harbi oldumu !!!
Ben işin altından çıkamadım.
Bu memleketde kadın olmak bu kadar mı zor yahu.
Saygılarla.

Pazar, Kasım 16, 2008

EĞER HABERCİ FANATİK OLURSA !!!


Eğer haberci Fanatik olursa bir maçın neticesini bile yazamaz.Yukardaki haber Vatan Gazetesi
nin Internet Sayfasından.Dakika dakika maçın yorumu yapılmış.
Son olarak dakika 90 maç sona erdi yazıyor.Her ne kadar sonuç 2-0 olmasına rağmen 1-0 olarak görülüyor.Olabilir yazım hatası diyebiliriz.Dakikalara bakıyorum. 39 Dakika ilk gol.83 Dakika da 2.nci golü yazmayı unutuyor.Sonradan tamamlıyor.Ama eli bir türlü başlığı düzeltmeye gönlü varmıyor.
Pazarın Fıkrasi Olsun.
Saygılarla.

Cuma, Kasım 14, 2008

BIR KITAP...



Uzun zamandır baba dostu ile görüşemiyordum.Telefonlara da cevap alamıyordum.Dün akşam o tatlı sesini duydum.Biraz sitem ederek nerelerdesin diye sordum.10.Kasımda ailecek Ata'nın evi Selanik'deydim dedi.Birazda kırıldım neden benide almadın diye; gideriz Alev'im gene gideriz dedi.Unutmadan da son gelişinde yarım bıraktiği Konyağı'ni sordu.Valla hala duruyor dedim.1 saat kadar oradan buradan konuştuk.
Sonra merakla kitabının bitip bitmediğini sordum.Son rutuşlarını İstanbul dışında şirin bir kasaba da yaptığını biliyordum.Piyasaya çıktı dedi adresine de bir kaç kitap gönderdim.Hatta bu gün Cumhuriyet'den Mehmet Çakır ile bir röportaşım çıktı dedi.Bende o yazıyı alıntı yapıp aşağıda yazdim.Zaman zaman aramızda ki bazı anıları aktarıyorum.İlerde ki günlerde bazı anılarıda aktarmaya çalışacağım.
Saygılarla.

Türklük bilinci kimilerini rahatsız ediyor
Gazeteci Orhan Karaveli, Tanıdığım Nâzım Hikmet'le başladığı biyografi niteliğindeki araştırmalarını, aynı titizlikle sürdürüyor. Yazarın son yapıtı: Ziya Gökalp'i Doğru Tanımak. Kitap, Ziya Gökalp'in pek bilinmeyen yanlarını ve yanlış bilgilerin doğrularını gün yüzüne çıkarmayı amaçlıyor.


Kitap- İstiklal Savaşı'nda Ziya Gökalp'in fikirlerinin yeri? Anlamsız bir tartışma: Ziya Gökalp, Kürt mü, Türk mü? Bugün hâlâ gündemde yer tutan 'tesettür' konusunda Gökalp'in düşüncesi? 'Minareler süngü, kubbeler miğfer' sözü, iddia edildiği gibi Gökalp'in mi? Karaveli'yle yeni kitabını konuştuk...

-Neden Ziya Gökalp?

- Son zamanlarda, özellikle Aydınlanma açısından, Türk Aydınlanması açısından eksik ve yanlış tanınan Türk büyükleri üzerinde çalışmayı, onların biyografilerini yazmayı, eksik tarafları varsa bunları tamamlamayı veya yanlış bilgileri düzeltmeyi kendime görev saydım. Beni bu konuda çalışmaya iten, başlıca Nâzım Hikmet olmuştur. Ona 'vatan hainliği'ni yakıştırmışlardı. Bu yakıştırmayı hiç aklıma sığdıramadım. 27 Mayıs'ın hemen ertesinde, Vatan'da dış politika yazarı olarak çalışırken, Moskova'da düzenlenen Uluslararası Doğu Bilimciler Kongresi'ni izlemek için Rusya'ya gittim. Kongrenin ilk gününde Nâzım Hikmet'le tanıştım. Arkadaşlığımız her gün artarak devam etti. Yemekler yedik, sohbetler edik. Hatta bu sohbetlerden rahatsız olanlar oldu. On beş günlük dostluğumuz sırasında Nâzım Hikmet'in çok yanlış tanındığını anladım. Onun ne büyük bir yurtsever olduğunu yakından görmek fırsatını buldum. Buradan yola çıkarak Tanıdığım Nâzım Hikmet'i yazdım. Bu kitap çıktıktan sonra pek çok kişi bana şöyle dedi: 'Biz Nâzım Hikmet'i vatan haini olarak tanıdık, ta ki sizin kitabınıza kadar.' Bir gazeteci bundan daha büyük ödül olur mu? Bu bende bir ufuk açtı; beni yeni kitaplar yazmaya teşvik etti ve arkasından Sakallı Celal'i yazdım. Nâzım Hikmet, Sakallı Celal, Atatürk'le gelen Aydınlanma'nın emekçileriydi. Başka kimler vardı? Aklıma Tevfik Fikret geldi. Tevfik Fikret, Namık Kemal'le beraber Türk Aydınlanması'nın en önemli unsurlarından ve Atatürk'ü çok etkileyen birkaç kişiden biridir. Diğerleri Namık Kemal ve Ziya Gökalp'tir. Ben Tevfik Fikret ve Ziya Gökalp'i yazmış oldum. Belki bir gün Namık Kemal'i de yazmaya çalışırım. Bu kişiler, Türk gencinin, Türk halkının mutlaka bilmesi gereken hem de doğru bilmesi, iyi bilmesi gereken insanlar. Oysa yanlış biliniyorlar.Ziya Gökalp'in bugüne ışık tutan fikirleri var. Atatürk'e, 'Fikirlerimin babası Ziya Gökalp'tir' dedirten bir adam. Bu adam, Türk ulus-devlet fikrini ilk kez ortaya atan insandır. Peki nesiyle anılıyor şu an? Ziya Gökalp mi, ha şu Turancı şair... 'Turan' şiirinde şunu söylemek istiyor: Hey Türk halkı! Kendinize gelin. Sizin binlerce yıllık bir tarihiniz var. Büyük bir ulussunuz. Bunları hatırlayın! Böyle söylemekte haklıydı. Çünkü Türkler, Türklüklerini unutmuşlardı. Osmanlı'ydı onlar. Türküm, demek kimsenin aklına gelmiyordu. Öyle bir dönemde Türkçülük fikrini atmıştır ki, biraz da bu sayede Atatürk, İstiklal Savaşı'nda başarıya ulaşmıştır. Türklük bilinci! Bugün o bilinç bazı kimseleri rahatsız etmeye başladı. Ziya Gökalp'i kötülemeye başladılar. Hırsız diyemediler, arsız diyemediler; ne dediler? Turancı. Başka? Kürt. Kürt olmak, bir defa ayıp değil. Sonra, beni, eylemleri ilgilendirir... Sırf Diyarbakır'da doğdu diye Ziya Gökalp'i Kürt yaptılar...- Kitabın ilk bölümünü bu soruna ayırmışsınız. Nasıl bir sonuca vardınız?



Türk mü, Kürt mü tartışması


- Ziya Gökalp diyor ki: 'Bir insanın aidiyetini oluşturan onun yaşadığı ülke değildir, yaşadığı coğrafya değildir, kanı, ırkı da değildir; aldığı terbiye ve duygularıdır. Bir insan kendisini hangi ulustan hissederse o ulustandır ve bunun tartışılması gereksizdir. Bilimsel bir araştırma yapmaksızın, ben kendimi Türk bilirdim. Ama Selanik'e geldikten sonra araştırdım ve Türk olduğumu öğrendim.' Nasıl öğreniyor? Soyağacına ulaşıyor. Ziya Gökalp hakkında yazılmış çok sayıda kitap var. Bu kitaplardan yüzden fazlasını inceledim; sanırım yüz yirmi beş kitap kadar. Buna dergileri, belgeleri ve yabancı yayınları da ekleyebilirsiniz. Bunların pek azında soyağacından söz ediliyor; kargacık, burgacık, çoğu da eski harflerle olmak üzere. Düzgün bir soyağacı ilk kez bu kitapta yayımlanıyor. Ben bunu nasıl yayımladım? Yine gazetecilik devreye giriyor. Ailesinden kim varsa arayıp buldum. Özbeöz kardeşi, emekli bir subay olan Nihat Topçu'nun çocuklarını buldum. Bunlardan biri de generaldi, emekli general. Bir diğeri eski bir maliyeciydi, maliye uzmanıydı. Kızını buldum. Kızının kızını buldum. Onlarla yaptığım konuşmalardan, ailenin kendisini tamamen Türk hissettiğini anladım. Kendilerinin Horasan'dan, Buhara'dan gelen bir Türk aşiretine ait olduklarını söylüyorlar. Ziya Gökalp de 'Türklük hem mefkûrem (idealim), hem de kanımdır' diyor. Türk olduğuna böylesine inanan bir adama, 'Sen ille de Kürtsün' demenin anlamı var mı? Birinci çıkış noktası...İkincisi... Araştırınca, bizim güneydoğumuzun tam bir Babil Kulesi olduğunu gördüm. Binlerce yıldır, Kürtlerden de önce, Türklerden de önce nice kavimler gelmiş geçmiş buradan. Bu kadar çok insanın kaynaştığı bir başka belde dünyada yok. Böyle bir bölgeyi tek ulusa bağlayabilir misiniz? Diyarbakır Kürtlerindir diyebilir misiniz? Bunun imkânı var mı? Yok. Peki Ziya Gökalp'in Kürt olduğunun çıkış noktası ne? Diyarbakır'da doğmuş olması... Kaynaklara baktım. 1901 senesine ait salnameleri buldum, hem de yabancıların yazdığı, Diyarbakır'da Kürtlerin neredeyse ismi geçmiyor. Sosyal hayat, bilimsel hayat -yirminci yüz yıl başlarında- büyük ölçüde Ermenilerin hakimiyetinde. Ticaret onların elinde, doktorlar onlar, avukatlar... Kürtler aşiret hayatı yaşadıkları için büyük kentlerde toplanmamışlar. Genellikle aşiretler çerçevesinde toplanmışlar ve Arap bölgelerine yakın oldukları için -Araplar sürekli saldırı halinde olduğundan- savunma güdüsüyle yaşamışlar. İki sene uğraştım, Ziya Gökalp'in nereden Kürt olduğunu bulamadım. Sadece anne tarafının nispeten Kürt bir aileden geldiğini bulabildim. O da tamamen Kürt sayılmıyor. Aile mensuplarının sözlerine yer verdim kitapta; annelerinin Çerkes, babalarının Kürt olduğunu bildiklerini söyleyen, 'Ama biz Türküz' diyen insanlar. Dolayısıyla tüm araştırmalarımın sonunda, 'Ben Türküm' diyen Ziya Gökalp'in doğruyu söylediğine inandım.- Sunu'da, Gökalp hakkında az bilinen, hemen hiç bilinmeyen konulara ulaşmaya çalıştığınızı yazmışsınız. Neler buldunuz?- Ziya Gökalp'in çok sakin yapısı içinde adeta bir volkan sıcaklığı var; zaman zaman patlıyor. Onun dışında çok sakin, az konuşan, sessiz bir insan. Öte yandan çok bilgili ve inanılmaz bir hafızaya sahip. Gökalp'in hayatında iki senelik bir sürgün dönemi var. Kendisi İngilizler tarafından 145 Türk aydınıyla birlikte Malta'ya sürüldü. Buradaki bazı eylemleri, ne yazık ki çok az biliniyor. Birincisi, yol gösterici kişiliği, orada ortaya çıkıyor. Sürgünler arazında Said Halim Paşa gibi sadrazamlar var, Fahrettin Paşa gibi kumandanlar var, valiler, vekiller, Hüseyin Yalçın, Ahmet Emin Yalman gibi tanınmış gazeteciler var... Hatta Atatürk de Malta'ya gönderilecekler listesindedir, ama Samsun'a gittiği için sürgünden kurtulmuştur. Tamamen seçkinlerden oluşan böyle bir topluma Ziya Gökalp, iki yıl boyunca felsefe, psikoloji va sosyoloji dersleri vermiş. Malta'dayken sürekli kütüphaneye gitmiş, bilgilerini takviye etmiş. Türkiye'den kitaplar istemiştir ve iki yıl boyunca her hafta, haftanın birkaç günü Malta sürgünleri, ellerinde kalem kâğıt, onun derslerini izlemeye gelmişler. Ara sıra da 'Hocam bize birer diploma verecek misiniz' diye yarı şaka yarı ciddi sorarlarmış. Düşünün, esaret hayatı içinde ders veriyor. Bu dersler kalın bir kitap halinde yayımlanmış yakın zamanda. Ama neredeyse kimsenin haberi yok.




Sürgün mektupları

- Gökalp'in Malta sürgünlüğü sırasında eşine ve kızına yazdığı mektuplar, Malta'daki koşullar hakkında bilgi vermeleri nedeniyle anılırlar genellikle. Bunun dışında neler söylenebilir mektuplar hakkında?- Malta'dan yazılan 572 mektup, 600 küsur sayfalık büyük bir kitabı oluşturuyor. Bunu Türk Tarih Kurumu yayımlamış. Aradığınızda bulamıyorsunuz. Mektuplarla ilgili bilgiler bazı kitaplarda geçiyor. Özellikle büyük kızının eşi olan Ali Nüzhet Bey'in kitabında iki üç tane mektuba yer veriliyor. Onun dışında mektupların sadece adı geçiyor kitaplarda. İlk kez ben, 572 mektubun tamamını okuyarak yaklaşık 70 sayfada ele aldım. Ziya Gökalp'in mektupları, bir tür otobiyografisini ortaya çıkarıyor. O, kendisinden çok az söz eden biri. Bazı özelliklerini ancak bu mektuplardan öğrenebiliyoruz. Bu nedenle mektuplar, bir kilit durumunda, anahtar durumunda; Ziya Gökalp'i, zaaflarıyla, tercihleriyle, duygularıyla beraber gösteriyorlar. Kızlarına yazdığı mektuplarda, Aydınlanma'nın, ilericiliğin, kadınların toplumsal katılmalarının ne kadar önemli olduğunu anlatıyor. Çok iyi eğitim almaları gerektiğini, yükseköğrenim görmeleri gerektiğini söylüyor. Kadınların devlet katında önemli görevler almaları gerektiğini yazıyor... Henüz cumhuriyet ortada yok, Milli Mücadele yeni başlamış. Küçük kızına, kundaktaki kızına yazdığı mektuplar İstanbul basınına nasılsa yansımış ve alay konusu olmuş; kundaktaki çocuğa mektup yazdığı için. Büyük kızını bu konuda uyarmış, basına güvenmeyin demiş. Bunların mahrem mektuplar olduğunu söylemiş. Yaşasa bu kitaptan rahatsızlık duyardı kuşkusuz. Ama bu kadar sene geçtikten sonra mahremiyet perdesinin kalktığını düşünüyorum. Böylelikle bütün siyasi gerçekler de ortaya çıkar. Mektuplarda tesettürle ilgili sözler var. 'Tesettür' diyor Ziya Gökalp, 'İslamla alakası olmayan binlerce yıl öncesinden kalma bir tabudur ve kadına yapılmış en büyük hakarettir. Camiler namaz kılmak için değildir. Camiler, kadınlarla erkeklerin yan yana koltuklarda oturarak memleket meselelerini tartıştıkları yerler olmalıdır. İbadet, mescitlerde yapılmalıdır. Ezan Türkçe okunmalıdır. Herkes Kuran'ı anlamalıdır...'Ziya Gökalp'in çok iyimser olduğunu görüyoruz mektuplardan. 'Biz burada, siz orada acılar içindeyiz. Ama bu, bizim için kurtuluşun başlangıcıdır. Acı çekmeden başarı olmaz' diyor. Asla kötümser bir insan değil. Her koşulda bir iyimserlik payı bulabiliyor ve hep iyimserlik aşılıyor çocuklarına. Malta'da iyi olduğunu söylüyor. Diğer sürgünler yemeklerden, yataklardan sık sık şikâyet ederken, o hiç şikâyette bulunmuyor. Son derece onurlu da. Yurda döneceği zaman karısına yazdığı mektupta, 'Dönünce bir köye gideceğiz, dere kenarında oturacağız. Arkamızda ormanlar olacak. Ben o köyde öğretmenlik yapacağım' diyor. Ne var ki İstanbul'a döndüğünde evinde bir gece geçiriyor, sonra Samsun'a hareket ediyor. Oradan da Ankara yollarına düşüyor. Bu kadar vatansever.- Erişkinliğinde böylesine iyimser olan Ziya Gökalp, 18 yaşındayken intihara teşebbüs ediyor. Bazı kaynaklarda kalbine ateş ettiği yazıyor; siz kafasına ateş ettiğini belirtmişsiniz, doğru olan hangisi?- Ziya Gökalp'in kalbine kurşun sıkması söz konusu değil; kafasına kurşun sıkmıştır. 18 yaşından 48 yaşına kadar da otuz sene o kurşunla beraber yaşamıştır. Şu anda Cağaloğlu'nda, II. Mahmut Türbesi'nin haziresindeki kabrinde de kafasındaki kurşunla yatıyor. Silahı yakından ateşlediği için kurşun hız alamamış ve kafatası kemiğini delmiş, fakat beyne zarar vermeyeceği bir noktada kalmış.- Ziya Gökalp'in Türk edebiyatının ve Türk siyasetinin ünlü isimleriyle akrabalıkları olduğunu saptamışsınız. Kim bu kişiler?- Örneğin Feyzi Pirinççioğlu. Gökalp'in dayısı. Feyzi Bey Mustafa Kemal'in ilk kabinelerinden birinde bakandı. Daha sonra Refik Pirinççioğlu, İnönü döneminde bakanlık yapmıştı. Akrabalarından en önemlilerinden biri Orhan Asena. Orhan Asena çocuk doktorudur. Ama onu topluma tanıtan başlıca yanı, çok iyi bir oyun yazarı olmasıdır. Beni en çok etkileyen yakınlarından biri de şair Cahit Sıtkı Tarancı'dır. Cahit Sıtkı da Diyarbakırlıdır. Oradaki evi müze halindedir. O da çok genç yaşta vefat etmiştir. - 'Minareler süngü, kubbeler miğfer' sözü iddia edildiği gibi ona mı ait?- Bu ünlü dörtlüğün tamamı şöyle: 'Minareler süngü, kubbeler miğfer/ Camiler kışlamız, müminler asker/ Bu ilahi ordu dinimi bekler/ Allahüekber, Allahüekber.' Birkaç gün önce de Fazıl Hüsnü Dağlarca ile Faruk Nafiz Çamlıbel'i karıştıran Başbakan, Türkiye'yi yönetmesi arifesinde okuduğu ve savunmasında Ziya Gökalp'e ait olduğunu ileri sürdüğü bu sahte dörtlükle 'halkı kin ve düşmanlığa tahrik ettiği' gerekçesiyle cezaevine gönderilmişti. Ziya Gökalp'in böyle bir şiiri yoktur. Bu dörtlüğü hangi militan densizin yazdığı da belli değildir. Bu dörtlük, Gökalp'in, gönlü yurt sevgisiyle dolu Mehmetçiği, Balkan Savaşı sırasında yüreklendirmek için kaleme aldığı 'Asker Duası' manzumesine utanmazca yapıştırılmıştır. Şiirin aslını kitabıma aldım.



Kaynak .Ziya Gökalp'i Doğru Tanımak/ Orhan Karaveli/ Doğan Kitap/ 248 s.Cumhuriyet /Mehmet Çakır

Perşembe, Kasım 13, 2008

BİR GÜN GERÇEK OLABİLİRMI !?


Magazin "Cell Press"in yayınladığı bir yazıda araştırmacı Joe Tsien ve arkadaşları;
beynin hatırlama bölümünden istenmiyen detayların silinebileceğinin mümkün olabileceğini söylemektedirler.Simdilik fareler üzerinde yapmış oldukları çalışmalarda olumlu neticelere ulaştıklarını söyliyebiliyorlar.İlerde bu çalışmalar
neticesinde insanların yaşamları içinde kötü anılarının silinebileceğinin kanısındalar.Bu gibi çalışmalara harpden dönen askerlerin yaşadıkları kötü travmatik olayların silinebilmesi teorisinden yola çıkmışlar.

Hayvanlar "fareler" üzerinde yapılan bu araştırmalar.Bir gün insanlar üzerinde de yapılabileceğini, istenmiyen acı veren anıların.Diğer yaşanan anılara zarar vermeden cözülebileceği yönündedir.Bu çalışmanın daha başında olduklarınıda üstüne basa basa söylemektedirler.
Araştırmacılar düşünce zantralini dört bölümde ele aldıklarını bunu sırayla; şahsa özel düşünceler,sabit düşüncelerimiz,kaydettiklerimiz,çağrıştığımız düşünceler olarak.
Tsien ve arkadaşları bazı proteinler yardımıyla farelerde genetik calişmalarla manipolesyon yolunu denemişler.Bu durum karşısında büyük oranda düşünce merkezinde değişimlere ulaşabilmişlerdir.Uzun ve kısa süre gelen korku ve depresyonlara yol açabilecek düşüncelere ulaşabilmişlerdir.Bu düşünceleri silebildiklerini bu arada diğer olumsal düşüncelerin her hangi bir etki görmediklerini tesbit etmişlerdir.

Yapmış oldukları genetik çalışma karşısında istenmiyen düşüncelerin silinebileceği bir gerçek olabilmektedir.
Tabiki bu çalışma daha Everest'in tepesine ulaşabilecek dağcının çıkmadan önce attığı ilk adım olarak niteliyorlar.Zirveye ulaşabilmek için çok daha evrelerin geçmesi gerektiğide bir gerçek olarak gözler önüne seriliyor.
Bu gün Münıh'li araştırmacıların hayvan ve insanlar üzerinde çeşitli araştırmalar neticesinde beyni bir eleğe benzetmektedirler.Beynin her kayıdı hiç bir zaman silinmediği, sadece beklemeye alındığını söylemektedir.Öğrendiğimiz her şeyin kayıtları hiç bir zaman silinmemektedir.Tıpkı bisiklete binmesini öğrenen bir kişi veya yüzmeyi öğrenen bir kişinin uzun yıllar bu iki işlevi yapmasalarda kayıtlardan
silinmediği.İhtiyaç karşısında tekrar aktivleşebildiği görülebilmektedir.

Saygılarla.

Salı, Kasım 11, 2008

Fikriye'yi kim öldürdü?




Toktamış Ateş: "Atatürk’ün etrafında çok şövalye vardı, onlar öldürmüş olabilir"



Dünkü konuşmamızda ‘Atatürk hilafeti kaldırmasa iyi olurdu’ demiştiniz. Atatürk’ün başka eleştirecek tarafı var mı?

Bir sürü var.

Mesela?

Mesela özel hayatında biraz daha özenli olabilirdi. Bazı ciddi kararları sofrada almayabilirdi.

Başka?

Mesela düzenli bir aile hayatının olmamasını ben eleştiriyorum. Sonra Fikriye’ye yaptığını hiç içime sindiremedim hayatım boyunca. Çok sıcak bir kadınmış anladığım kadarıyla...

Çok da güzelmiş!
Öyle...

Atatürk de sonra çok pişman olmuştur sanırım...

Bir Latife Hanım’a bakmıştır, bir de Fikriye’yi düşünmüştür. Çok canı sıkılmıştır.

Hastanede ölüm döşeğinde ziyaret edemez miydi Fikriye’yi?

Ama zaten hastaneye gönderen kendisi.

Hayır, intihara kalkıştıktan sonra... Hoş orada da hâlâ soru işaretleri var. ‘İntihar mı etti, öldürüldü mü?’ diye...

Evet. ‘İntihar mı, öldürüldü mü?’ orası biraz karışık.

Sizin kafanızda da karışık mı?

Karışık.

Kim öldürmüş olabilir?

Atatürk’ün etrafında şövalye çok!

Atatürk bizzat istemiş olamaz değil mi?

Hayır. Zannetmem isteyeceğini. Bir de tabii öyle hastaneye falan gitmemiştir. Fikriye orada ölmüştür.

Ama öyle yazıldı...

Laf!

‘Yahya Kemal gibi yalnız değildi...’

Latife Hanım hakkında ne düşünüyorsunuz?

Latife Hanım’ın bir yönü vardır ki çok büyük bir yöndür. Atatürk’ten ayrıldıktan sonra kendisini hapse mahkum etmiştir. Asla tek kelime söylememiştir, ki servetler vaat edildiğini biliyorum.

Atatürk’ü ne kadar sevdiği, ne kadar saygı duyduğu anlaşılıyor...

Hiç kuşkusuz. Latife Hanım’a da yazık, Fikriye’ye de yazık. Atatürk’e de yazık. Düzenli bir aile hayatı olamadı bir türlü...

Yalnız mı öldü?

Yalnız tabii... Ama onun yalnızlığı öyle zavallı bir yalnızlık değil. Yalnız bir adamdı, çünkü bekar bir adamdı. Ama bir Yahya Kemal’in yalnızlığı yoktu onda. O ayrı bir şey...

SOVYETLER’DEN YARDIM GELMESEYDİ KURTULUŞ SAVAŞI BAŞARILAMAZDI

Mustafa filminde Atatürk, ’Müslümanlar ve komünistler emperyalizme karşı birlikte savaşmalı’ diyor...

Yalnız bir yanlışlık var Atatürk Sovyetler’den yardım istiyor. 5 milyon altın geliyor. 23 Nisan 1920’de Meclis açılmıştır. 24 Nisan’da, 15. Kolordu Kumandanı Kazım Karabekir, TBMM adına Sovyetler Birliği’nden yardım talebinde bulunmuştur. Daha o gün. Yani öyle Sakarya Savaşı öncesinde değil. Uzun tartışmalar olur Moskova’da. Sovyet Dışişleri Bakanı Litfinof, Anadolu hareketinin sosyalist bir hareket olmadığından hareketle ‘Yardım etmeyelim’ der. Buna karşılık Lenin’in kesin tavrı vardır. ’Bizler ortak bir düşmana, İngiliz emperyalizmine karşı savaşıyoruz. Onun için yardım edelim’ der. Ve çok yardım ederler. Özellikle Sakarya Savaşı öncesinde... Böylece ordu bir nefes alır. Ama bunu öyle bir anlatıyor ki Can Dündar, savaş başlamış, devam etmiş, Sakarya Savaşı’dan önce yardım istemişiz gibi... Hayır, biz ilk günden yardım istemişiz.

Peki yardım gelmeseydi?

Onlardan yardım gelmeseydi işi götüremezdik. Bizim o dönemde en yakın dostumuz Sovyetler Birliği. Taksim’deki anıtın her iki yüzünde de, Atatürk’ün arkasında Sovyet generalleri vardır. O bakımdan Atatürk’ün ‘Komünistler ve Müslümanlar hep birlikte savaştık’ demesi yanlış bir şey değildir, doğrudur.

O zaman Atatürk bu sözü biraz vefa borcuyla söylemiş olabilir....

Olabilir. Mesela Litfinof’un İstanbul’a gelişinde çekilmiş bir film izledim Soyvetler Birliği’nde. Binlerce kayık karşılamaya geliyor. Öyle ki Sarayburnu açıklarında denizden yürüyerek gidebilirsiniz. Tabii devlet örgütlemesiyle olan bir şey. İşler ikinci Dünya Savaşı’na kadar iyi gidiyor.

NAZIM, ATATÜRK’E ‘SENİN YAPTIKLARINI GÖREMEYECEK KADAR KÖR MÜYÜM?’ DİYOR

Ama Türk komünistler mesela Serteller çok eleştiriyor Atatürk’ü?

Demokrasi istiyorlar tabii...

Acaba Atatürk yoksulluk gibi bazı gerçekleri göremiyor mu?

Sabiha Hanım da, Zekeriya Sertel de mevcut olmayan Türk burjuvazisinin insanları. Halktan çok kopuklar. Zaten daha sonraki hayatlarında da bunu görüyoruz. Ama bence bu konudaki en iyi referans Nazım Hikmet’tir. Biliyorsunuz affedilmesiyle ilgili yazdığı bir dilekçe var. Mustafa Kemal’in eline ulaşmadğı söylenir. Nazım Hikmet, ’Ben senin yaptıklarını görmeyecek kadar kör müyüm?’ diyor. Yani ‘Ben asla sana karşı bir isyan hareketine öncülük etmem. Sen bu ülkeye çok şeyler kattın’ diyor, ki bu samimi bir Türk komünistinin Mustafa Kemal’i değerlendirişidir.

Zaten başka türlü düşünülebilir mi? Bugüne kadar yazılmış en iyi Mustafa Kemal şiirini yazdı Nazım Hikmet...

Evet. (Şiirden dizeler okuyor)

Sarışın bir kurda benziyordu.

Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.

Yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi durdu.

Bıraksalar

İnce uzun bacakları üstünde yaylanarak

ve karanlıkta akan

bir yıldız gibi kayarak

Kocatepe’den Afyon ovasına

atlayacaktı.

-BİTTİ-
Mine Şenocaklı



ŞÖVALYE : Derebeylik düzeninde soyluluk unvanlarının en alt basamağı. Eski Roma'da üç sınıftan ikincisinin üyesi olan yurttaş.

Yorum yapmiyacagim !!!

Atatürk yaşasaydı !!?





"ABD’li Prof. Lowry’den “Atatürk bugün yaşasaydı ne yapardı?” sorusuna yanıt: AB’ye tam üyeliğe kuvvetli destek verirdi. Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı sorunlar için 21. yüzyıl çözümleri arıyor olurdu."

Sn.Profesör bu konuda çok yanılıyor.Bir defa Türkiye'nin konumu çok başka şartlar altında olacaktı.
AB Demokratik atılımlar da Türkiye'nın arkasında kalacağı için Atatürk AB içinde olacağını sanmıyorum.Onun ufkunda ki Türkiye'yi yapmış olduğu ileriye dönük idolojilerin çok arkasında kalacağı bir gerçekti.AB ise onun hızına ayak uyduracağını da sanmıyorum.Belki ilişkileri devamlı sıcak tutacaktı ama Dünya'nin sadece Avrupa olmadığını ülkesi çıkarları icinde Avrupa ve Asya'yi birbirine bağlıyacak bir köprü görevini alacağı bir gerçekti.Onun liderlik yapısına bu günkü AB kriterlerinin çok gerisinde kaldığını görecekti.

"ABD’nin en saygın eğitim kuruluşlarından Princeton Üniversitesi öğretim üyelerinden tarihçi Prof. Heath Lowry, dün Atatürk’ün ölüm yıldönümü dolayısıyla Washington Büyükelçiliği’nde düzenlenen bir törende “Atatürk Günümüzde Yaşıyor Olsaydı” başlıklı bir konferans verdi. ABD’de önde gelen Türkiye otoritelerinden biri olarak kabul edilen Prof. Lowry, konferansında Atatürk’ün bugün yaşasaydı Türkiye’nin Batı dünyasıyla bütünleşmesine ve bu çerçevede AB’ye tam üyelik hedefine kuvvetli bir destek vereceğini savundu."

O günkü şartlar göz önüne getirildiği taktirde devrimlerin yapıldığı süreyi de hesaba kattığımız taktirde.AB'nin çok gerilerde kaldığını görecekti.Bu durumda onun yaşam felsesine ters düşecekti.

"Washington’daki Türk Amerikan Dernekleri Asamblesi tarafından düzenlenen toplantıda konuşan yapan Prof. Lowry, kendisini “son 45 yıldır Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün taviz vermeyen bir hayranı” olarak tanıttı ve “vefat ettiği tarihten tam 70 yıl sonra neredeyse tek başına yarattığı ülkeye geri dönse idi, aklından acaba neler geçerdi?”, “Atatürk günümüzde yaşıyor olsa idi, Türkiye nerede olurdu?” sorularına yanıt aradı. "

Onun yaratmak istediği Türkiye bu günkü konumda olmıyacağı için.Yapmış olduğu devrimleri göz önüne alırsak, böyle bir toplantıda konunun çok daha başka bir içeriklik taşıyacağı bir gerçekdir.

"Prof. Lowry, konferansında özetle şunları söyledi:

KIBRIS’IN ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜNE İÇERLERDİ
Atatürk’ün beni her zaman hayran bıraktıran tarafı, uzun vadeye odaklanabilme yeteneği ve daha önemsiz meseleler yüzünden konudan sapmaması. Bu konuda bir örnek vermek gerekirse, günümüzde yaşıyor olsaydı, şüphesiz, Türkiye’nin dünyadaki rolünün, hâlâ çözüme kavuşmamış ve son 34 senedir çözüm bekleyen Kıbrıs sorunu ile rehin tutuluyor olmasından kaygı duyardı
."

Yaşamış olsaydı Kıbrıs diye bir problemin olmıyacağı bir başka gerçek olacaktı Kıbrıs'da iki toplum arasında ki ilişki onun idolojisi altında hiç bir zaman bozulmaya gitmiyecekti.Kıbrıs; her iki ana vatan parçasının göz bebeği durumunda olacaktı ki.Bu da Türk-Yunan ilişkilerini çok daha yakınlaştıracak.Her ülke geçmişe
kin yerine, dış odaklarının oyunlarının ne kadar büyük acılar yaşatacağını daha da iyi görecekdi.

"ASKERİN SİYASETİ ETKİLEMESİNE KARŞI ÇIKARDI
Karakterinin en dikkate şayan taraflarından biri de, insanın aynı anda birden çok rolü üstlenemeyeceği konusundaki ısrarlı tavrı idi. Böylece, siyaset dünyasına atıldığında, üniformasını çıkarmakla kalmadı, kendinden sonra siyasete girmek isteyecek tüm askeri erkânın da aynı şekilde davranması hususunda ısrar etti. Atatürk’ün bu konuda çizdiği rota takip edilmiş olsa idi, 1960, 1971 ve 1980 yıllarındaki askeri müdahalelere yol açan kargaşa, kutuplaşma ve şiddet olaylarının önlenebilir olup olmadığını merak etmemek elde değil
."

Bu yorumu kabullenmemek Tarihe karşı yapılmış hakaret olurdu zaten.

"MİRASINI KORUYANLARDAN HAYAL KIRIKLIĞI
Atatürk günümüzde yaşıyor olsa idi, mirasını koruduğunu iddia edenler kadar, aynı şekilde, kurmuş olduğu ülkeyi halihazırda idare edenlerden dolayı da hayal kırıklığı içinde olacağına yürekten inanıyorum. Her şeyden evvel, vefatından yarım yüzyıl sonra dahi, hayatta iken çözmeye çalıştığı iki meselenin, yani, Türkiye’nin toprak bütünlüğünün ihlal edilemez olması ve dinin devletteki rolünün hâlâ Türkiye gündeminde en üst sırada yer alıyor olmasından büyük rahatsızlık duyardı. Mustafa Kemal için din, siyasi hesaplar uğruna kullanılmayacak şahsi bir mesele idi. Dini bu şekilde kullanma peşinde olanlar ise, devletin bütün güçlerini karşılarında buldular.
"

Devrimlerinde ve yapmak istediklerini zamana mükemmel bir şekilde yaymışdı.Onun için Türkiye saygınlığı ve ilerleme yolunda ilerlediği müddetçe gelecek hükümet ve partiler onun arzu ettiği Türkiye için bir problem teşkil etmiyecekdi.

"AB’YE TAM DESTEK VERİRDİ
Bardağın dolu kısmına bakacak olursak, Atatürk günümüzde yaşıyor olsa idi, ülkesinin modernleşme hedefini gerçekleştirme yolunda attığı dev adımlardan son derece gurur duyacağından en ufak bir şüphe dahi olamaz. Bu çerçevede, Türkiye’nin, AB’nin tam üyesi olarak, Batılı uluslar ailesi ile nihai anlamda bütünleşmesi için kesinlikle tüm gücüyle destek verirdi. "


Destek vericeğine hiç inanmıyorum.Bu gün AB.nin onun gözünde daha olgunlaşmadığını görecekdi.Ancak AB laiklik ilkesini tamamen sindirdiği zaman Atatürk için ilgi odağı olabilirdi.Her ne kadar o görünümde olmaya çalışmakta ise, hala o olgunluğa ulaşamamıştır.

"HEM AKP HEM CHP’YE SORU İŞARETLERİ
Mevcut hükümetin Avrupa tarafından ortaya konulan üyelik kriterlerine uyum sağlama konusunda ilerleme kaydedememesinden ötürü şüphesiz sabırsızlanırdı. Aynı noktadan hareketle, kurmuş olduğu CHP’nin mevcut lider kadrosunun, Türkiye’nin Batılılaşma hedefinin nihai anlamda gerçekleşmesini, kendi içinde çelişen bir şekilde, Türk devletinin laikliğe olan bağlılığını bir şekilde zayıflatmak üzere tasarlanmış İslamcı bir senaryo ile eşdeğer tutmasından son derece mutsuzluk duyardı. "


Böyle bir durumun ilkeleri çerçevesi içersinde oluşumuna müsade etmiyeceğini geçmiş tarihimize baktığımız zaman görebiliriz.CHP 'nin bu yarışda hakikaten çaba göstermesi için karşısında daha çok partilerin olmasını istiyecekti.Bu da demokratik / ekonomik olarak ilerlemeye hız kazandıracakdı.

"21. YÜZYILIN ÇÖZÜMLERİNİ ARARDI
Mustafa Kemal günümüzde yaşıyor olsaydı, her fırsatta, yurttaşlarına, birbirlerine görüşlerine saygı duymaları gerektiğini hatırlatmanın yanı sıra, 21. yüzyıl sorunlarına, 1920’lerin, 1930’ların şartlarına uyacak şekilde tasarlanmış çözümlere geri dönmek suretiyle çözüm bulamayacakları gerçeğini kabul etmeleri gerektiğini de hatırlatırdı. Değişen zamanlara ve değişen şartlara uyum sağlama yeteneği, Mustafa Kemal’in gerçek dehası idi. Mustafa Kemal Atatürk’ün hiç yapmadığı bir şey varsa, o da, bugünün ve yarının pahasına, geçmişe saplanıp kalmaktı. Başka bir açıdan bakılacak olursa, Atatürk günümüzde yaşıyor olsaydı, Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı sorunlar için 21. yüzyıl çözümleri arıyor olurdu."


Bu zaten Atatürk'ün ilkelerinin başında gelen en büyük unsurdu.Arkasına hiç bir zaman bakmadı.Tarihini çok iyi biliyordu, geçmişde yakalamış olduğu öz'den hiç taviz vermedi.Öz'ünü zamananın getirdiği şartlara uyguladı ki.Böyle bir yetenek onu liderlik tahtına oturtdu.Bildiği tek şey liderler hiç bir zaman milletin önüne geçmemeliydi.O milletini kendine lider yapmışdı.

"OSMANLI’YA DEĞİL AVRUPA’YA BAKARDI
Keza, Müslümanlık konusunda edilen ortak bir sadakat yemininin Orta Doğu’da oynanabilecek makul bir koz olduğunu düşünecek kadar, günümüzdeki Türk siyasetçilerinin bir kısmının göründüğü gibi saf da olmazdı. Dış politikaya dönük konsantrasyonu, Osmanlı’nın geçmiş ihtişamını yeniden yaratmak yönündeki kusurlu imaj üzerine oturtulmuş yarım yamalak bir ideal ile şekillenmezdi. Daha ziyade, bu, Türkiye’nin Avrupalı uluslar ailesinin tam üyesi olarak güçlendirilmesine yönelik taviz vermeyen bir konsantrasyon olurdu
."

Bunun cevabını bir cümle ile o zamanlar söylemişdi.Yurtda sulh Cihanda sulh olarak.
Saygılarla.

Pazartesi, Kasım 10, 2008

10 KASIM 1938





Beşike Hadisesi
Gafil, hangi üç asır, hangi on asır
Tuna ezelden Türk diyarıdır.
Bilinen tarihler söylememiş bunu
Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak,
Dinleyin sesini doğan tarihin,
Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak
Yalan tarihi gömüp, doğru tarihe gidin.
Asya’nın ortasında Oğuz oğulları,
Avrupa’nın Alplerinde Oğuz torunları
Doğudan çıkan biz
Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz
Türk sadece bir milletin adı değil,
Türk bütün adamların birliğidir.
Ey birbirine diş bileyen yığınlar,
Ey yığın yığın insan gafletleri
Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde,
Hakikat nerede?

Mustafa Kemal Atatürk

Pazar, Kasım 09, 2008

PAZARIN SOHBETI


Bazı haberler vardır ki bunu yazarken bile kara kara düşünür haberci.
Haber'in derinliğine,analizine gidildiği zaman boyutlar çok başka yönlere gidebilir.
Bir yerde bireyler böyle haberlerin toplum üzerinde ki tepkilerinin analizini yapmaya başlarlar.Ya hadise çarçabuk geçiştirilir.Ya da top toplumun kucağına atılır.
Eğer hukukun geç veya nedenleri ortaya konmadan işlemediği hissi ortaya konulmaya çalışılırsa.Bir yerde onun ne boyutlarla karşımıza çıkabileceği aşağıda ki haberde görebiliriz.

"Gazetede yer alan habere göre, olay görgü tanıklarının iddialarına göre şöyle gelişti: Son haftalarda Fuat Soylu İlköğretim Okulu ve çevresindeki okullarda öğrencilere yönelik tacizin artması vatandaşları tedirgin etti. Son olarak, İlköğretim 4. sınıf öğrencisi bir çocuğun yanına yaklaşan motosikletli bir kişi "Seni gezdireceğim" dedi. Çocuk, olayı annesine bildirdi. Anne okula, okul da durumu polise aktardı. Mahallenin gençleri de motosikletli olduğu belirlenen tacizcinin peşine düştü.

Geçen çarşamba gecesi durumdan habersiz olan S. C.'i gören mahalle sakinlerinden biri iki el ateş etti. Yere düşen C. bir anda demir ve sopalı kalabalık bir grup tarafından dövülmeye başlandı. Olay yerine gelen polis de taş yağmuruna tutuldu.

Çevre sakinleri olayla ilgili bilgi vermekten kaçındılar. .....'lü S. C.'in Etiler'deki M. Büfe'de evlere paket servisi işi yaptığı, olay günü kullandığı motosikletin de çalıştığı büfeye ait olduğu öğrenildi. C'i tanıyanlar, bu güne kadar kimseye bir rahatsızlık vermeyen, işinde gücünde biri olduğunu söyledi."

Sizce bu dosya kapanmışmıdır? Böyle bir hakkı kim vermişdir.Ölen kişi kanun önünde suçsuzdu."Cünkü Hukuk Devleti onu yargılamadığına göre!?
Suçlu peki şu durumda kim!? Koskoca mahallemi ! Günlerce hukuku tartışan medya mı!?
İçimizde ki hislere kapılarak bu gibi hadiseleri yorumlıyan bizler mi !?

Yanlışlıkla; yanlış bir mekanda sadece giydiğimiz bir kıyafet,kullandığımız bir araç,
veya bir benzerlikle aynı duruma düşebileceğimiz gerçeğini düşündük mü!?

Tarih boyunca tek güvencimiz olan hukuk, bir çok yanlışlar yapmıştır.Bu onun doğrularına hiç bir zaman leke düşürmez.Bazen hiç tasvip etmediğimiz sonuçlarıda verebilir,yorumluyabiliriz.Hatalar sadece Yargıda olmıyabilir, Yasa yapıcısının eksilikleride böyle kararların ortaya çıkmasına neden olabilir.
Unutmiyalim ki:
Alınan kararların, bir üst kurumlar da görüşülebileceği hukuk devletlerinde; görüldüğü bir gerçekdir.

Eğer kendimizle yüzleşmek istiyorsak.O mahallede olanlara sessiz kalmakla hepimiz suçluyuz.
İyi pazarlar dileği ile.
Saygılar.

Cumartesi, Kasım 08, 2008

BİR ÇOCUĞUN HEYECANI...


1937 yılının o güneşli Mayıs günü,"İstiklal İlkokulu" öğrencileri olarak sepetlerimizde kuru köfteler,katı pişmiş yumurtalar,börekler,güle oynaya Söğütözü'ne piknik yapmaya gitmiştik ki, Okul Müdürümüz Esat Bey, başımızdaki öğretmenlerden Hadiye Hanım ve diğerlerini etrafına toplıyarak heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatmaya başladı.Biz öğrenciler de bağırıp çağırmayı bırakmış,kulak kesilmiştik:
- Gazi Paşa az ötemizde! Ne yapacağız şimdi ?
- O'nu rahatsız etmiyelim! Gidelim!
- Nereye gideceğiz? Başka bir yer varmı civarda piknik yapacak? Hem şimdi aniden toparlanıp gidersek ve bizleri de gördüyse ayıp olmaz mı Paşa Hazretlerine? Sonunda, Okul müdürünün başkanlığında kadınlı erkekli bir "öğretmenler heyeti"nin Paşa'nın yanına gitmesi ve " Okulumuzun saygılarını sunması" karalaştırılmış.
Bizler, az ötemizde olup bitenleri heyecanla izliyoruz:
Atatürk hasır bir koltukta oturmaktadır.Önünde kücük uzun bir sehpa. sehpanın üzerinde de bir kahve fincanı vardır. İki adım kadar arkasında göğsü sirmalı ve başı açık bir genç subay dimdik durmaktadır.Önünde oturdukları kücük kulübenin kapısında da sivil giysiler içinde bi başka genç adam.
Bizim Okul heyeti yanına yaklaşınca Atatürk elindeki gazeteyi bırakarak onlara döndü.Müdürümüzün önce bir şeyler söylediğini sonra Paşa'nın elini sıktığını gördük.Diğer öğretmenler de sıra ile ve eğilip bükülmeden onu izlediler.Bir şeyler konuşuyorlar ama duyamıyoruz. Esat Bey'in birden topuklarını vurup başıyla selam verdiğini ve bize doğru yürümeye başladığını gördük. Diğer öğretmenler ise Paşa'nın yanında kalmışlardı.O'nunla
bir şeyler konuşuyorlardı.
Müdürümüz yanımıza gelince sevincini saklamaya çalışan ciddi bir yüzle:
- Çocuklar, dedi Atatürk sizleri yanına çağrıyor.
- Yaşasıııın !..
- Gürültü yok! Şimdi beni dinleyin.Önce ikişerli sıra olunacak ve dağılmadan, uygun adımla benim arkamdan Gazi'nın yanına gidilecek. Arada birkaç metrelik bir boşluk bırakılacak şekilde
Gazi'nin karşısında yarım daire olacaksınız. O birşey sorarsa çavap vereceksiniz. Tamam mı?
- Tamam efendim.
Dediklerini yapıyoruz - ama, Gazi'nin yanına gidinceye kadar! Orada işler bir anda çığrından çıkıyor.Müdür, öğretmen filan dinlemeden etrafinı öyle bir alıyoruz ki göğsü sirmalı subay müdahale etmek zorunda kalıyor:
- Biraz geri çekilin çocuklar.
Atatürk ise bu durumdan şikayetçi görünmüyor.
- Bırak çocuk! Bildikleri gibi yapsınlar!
Eh, izin büyük yerden çıkacak da biz duracağız!??! İçimizden, beyaz tafta kurdeleli bir kız çocuğu kucağına bile çıkıyor.Birimizin saçınımı okşadı?Haydi, bütün kafalar hamle yapıyor.
Neredeyse oturduğu sandelyeden aşağı düşüreceğiz koskaca Atatürk'ü :
- Paşam biz sizi böyle bilmezdik....
- Nasıl bilirdiniz ?
- Kocaman bilirdik... Gökler kadar büyük bilirdik.
Atatürk gülüyor.
- Çocuklar benim size ikram edecek bir şeyim yok.Burada yanlız kahve bulunur onu da zaten çocuklar içmez.
- O halde biz size bir şeyler ikram edelim Paşam....
- .............
Öğretmenler biraz ötedeki piknik yerimize koşturuyor ve biraz sonra küçük tabaklar içinde kuru köfteler,börekler, katı pişmiş yumurtalarla dönüyorlar.
Atatürk büyük bir alçak gönüllülükle alıyor bunlardan.
Bir yandan da:
- Piknik yapmayı ben de çok severim çocuklar diyor.Bir fırsat bulursam birlikte gidelim pikniğe...
- Gidelim Paşa'm.... Ne zaman?
Atatürk gülüyor.Resimler çektiriyoruz birlikte ve birden Müdürümüzün kalın sesi duyuluyor.
- Muhteren Gazi'miz! bizleri yanınıza kabul etmekle yücelttiniz.İçlerimizi kıvanç ve gururla doldurdunuz. Şimdi izin verirseniz sizi daha fazla rahatsız etmiyelim.
Atatürk başıyla "nasıl isterseniz" gibi bir işaret yaptıktan sonra ayağa kalkıyor.Bizleri ciddiye alan bir sesle:
- İstiklal İlkokulu'nun mutlu çocukları, diyor.Sizleri tanımak beni çok sevindirdi.Şimdi bana söz verin: Çok çalışacaksınız.İyi başarılı yurttaşlar olacaksınız. Söz mü ?
- Söz.
- Aferin !Haydi şimdi gidip bol bol oynayın ve eğlenin.

Onu son defa yakından gördügünü söylüyordu dost" Bir Ankara Ailesinin Öyküsü" diye kitabında da bu anıya yer vermişdi."O.Karaveli".
Saygılarla.

Cuma, Kasım 07, 2008

BİR ÇOCUĞUN HEYECANI...


Evlerimizden aşırıp cebimize doldurduğumuz şekerleri yiyerek Samanpazarı Meydani'ında geziniyorduk ki ortalık söyle bir karıştı.Birileri heyercanla:
- Paşa geliyor!...Paşa geliyor!... diye bağırdı.(*)
"Ne Paşası?...Hangi Pasa?" demeye kalmadı-şimdi Anıtkabir'de sergilenen- siyah bir otomobilin ağır ağır bize doğru geldiğini gördük. Otomobilin ön kısmındaki kasketli söferin yanında gögsü sirmalı genç bir subay oturuyordu.Arka'da ise , yanında kücük badem bıyıklı (Acaba Dahiliye Vekili Şükrü Kayamıydı?) bir adamla birlikte O!... Yani,Atatürk!...Yani,Gazi Pasa'mız!...Yani, Cumhürreisimiz !... Ne önünde bir polis motosikleti ne de arkasında bir başka resmi otomobil.İşte , tek başına O!...
Havanın yavaş yavaş kararmaya başladıgı 1936 yılının Ankara akşamında gürültüsüz, şamatasız!...İşte, halkının arasında koskoca Gazi! Araba Meydanı yavaş yavaş dönerek "Cafer Tayyar Benedam" eczanesinin önünde toplaşıp:
- Yasa Gazi!...diye kendisini coşkuyla alkışlıyan 40-50 kişilik kalabalığın önünde durdu. Ortalıkta polis filan da yok.Otomobilin O'nun tarafındaki kapısı açıldı.Gazi, bir ayağını "mars-piye" nın üzarine koyarak dışarı hafifçe uzandı:
- Tünaydın !... Nasılsınız ?(**)
- Sağol Paşa'm. İyiyiz...
Arkadaşımla ben koşup kalabalığın en önüne geçmiştik heyecanla:
- Beni ilk kez mı görüyorsunuz ?
Arkadaşım sanki kendisine sorulmuş gibi atıldı :
-Evet Paşam.
Bana baktı :
-Peki, ya sen ?
Hemen aklımca esas duruşa geçip askerce bir selam verdim:
- Ben sizi daha önce de görmüştüm.
Cumhuriyet Bayramında... Siz konuşurken...
-Yaaa?
Sohbet böylece bir iki dakika kadar sürdü ve Gazi:
-Haydi, hoşçakalın, diyerek ayrıldı.
Tanrım, olup bitene inanamıyordum.
Akşam evdekilere anlattığımda onlar da pek inanmadılar.
Arkadaşımı tanık gösterdim. Sonradan öğrendim ki o da beni tanık göstermiş ama kimseyi inandıramamış !
(*) Sonradan öğrendim ki Atatürk akşam yemeğinden önce ki saatlerde yanına en yakın arkadaşlarından birini alarak hem kücük bir gezinti yapar hem de akşamki yemekte gündeme getrilecek konuları son bir kez daha gözden geçirirmiş.
(**) Ne yazık ki artık pek kullanmadığımız bir kelime "Tünaydım" iyi akşamlar, demektir.
Çok sevdiğim baba dostunun öyküsü idi bu; yarında bir anısını daha aktaracağım.
Saygılarla.

Çarşamba, Kasım 05, 2008

ÖRÜMCEK AĞLARI !!!




Vakit gazete binasına asılı pankratta ne yaziyor ?
"Zina serbest olsun diyen ahlaksızlar,
Vakit’e nasıl ahlak dersi verebilir. Teşhircilere, fuhuşçulara, çocuk
tacizcilerine, uyduruk değil, İslam’in öngördüğü cezalar verilsin, var mısınız?"
yazılı pankart asılı olduğu görüldü.

Yani; şeriat kuralları....

"Şeriat kurallarının hakim olduğu ve cehaletin kol gezdiği Pakistan’da kadın olmak çok zor. Erkeklerin ‘söz dinlemeyen’ kadınlara uyguladıkları şiddet yöntemleri arasında yüze kezzap atmak en yaygın olanı. Aşağıda fotoğrafları görülen kadınlar sadece kadın oldukları ve seslerini yükselttikleri için yobaz, cahil erkekler tarafından bu hale getirildi".



IRUM SAİD: Şu anda 30 yaşında.Kezzabla yakıldığında 18 yaşındaydı.Evlenmeyi reddettiği erkek caddenin ortasında vücuduna kezzap attı.Kör oldu.Yüzü,sırtı ve omuzları yandı.Tam 25 kez amelit oldu.

ATİYE HALİL: 3yıl önce 13 yaşındayken komşularının yaşlı bi akrabası Atiye ile evlenmek istedi.Ailesi kabul etti.Ama Atiye daha küçük olduğunu belirtip bu isteği geri çevirdi.Reddedilmeyi kendine yediremeyen erkek,Atiyeyi kezzapla yaktı.

NECEF SULTAN: 5 yaşındayken uyurken babası tarafından yakıld.Çünkü baba Pakistanda değersiz olarak görülen bir kız çocuk istemiyordu.Necef yaralarının iyileşmesi için 15 kez ameliyat oldu.Şu an 16 yaşında 2 gözü kör ve yüzü iskeleti andırıyor.
Sene 2008 hala 85 yıldır bu ülkenin Cumhuriyet ile idare edildiğini bu Cumhuriyet'in laik ve hukuk devleti olduğunu anlamadılar.
Hiç merak etmeyin bu ülke Cumhuriyet'i kuranlar imanı bütün dinini içinde yaşıyan insanlardı..
O zamanda örümcek kafalı insanlar vardı.
Bu günde Hukuk laik Cumhuriyet'i kalkan yapıp cirit atma hevesindeler.
Hiç heveslenmeyin bu millet özünü hiç kaybetmemişdir.
Saygilarla.

Pazartesi, Kasım 03, 2008

KAMERA ve DÜŞEŞ...


"Gizli çekim yapan bir televizyon ekibiyle Türkiye’deki yetimhaneleri gezen Düşes Sarah Ferguson gördükleri karşısında gözyaşlarını tutamadı. ITN televizyonu muhabiri de “Burası bir yetimhane değil, terk edilmiş çocuk deposuydu” yorumunu yaptı."
"Türkiye’deki yetimhanelere daha önce de gittiğini anlatan ITN muhabiri, Türk hükümetinin yetimhanelerde değişiklik yapacağına söz verdiğini ve gelişmeleri görebilmek için yeniden gittiğini anlattı. Mail on Sunday, ITN muhabirinin “AB’ye girmeye çalışan Türkiye’ye gittik. Bu bağlamda gördüklerimiz çok ürkütücüydü” "K.Milliyet

Şaşırdık mı bu habere ?
Kızdık mı bu habere ?
İlk mi !!!

Kaç defa canlı canlı, araştırmacı gazetecilerin gözler önüne serdiği programları seyretmedik mı ?

Gördük, kızdık, unuttuk...

Tabii yalnız bizde olmuyor. AB ülkelerinde de durum pek farklı değil..

İngiltere'de Jersey adasındaki yetimhane skandalı hala hafızalarda kazılı.İşkenceye tabi tutulan ,tecavüze uğrayan çocuklar.160 üstünde bulunan kafatasları cesetler üzerinde yapılan araştırmalarla, vahşetin ne kadar büyük boyutlara ulaştığı ayrı bir gerçek.

Almanya'da kliselere bağlı yetimhanelerde 1950 den bu yana 500 bin çocuğun seksüel veya işkenceye tabi tutulduğu yapılan araştırmalar neticesinde ortaya çıkmamışmıydı...

Eski demirperde ülkeleri veya harp nedeni ile yetimhanelerde büyüyen çocuklardan bahs etmek bile istemiyorum.

Benim ağırıma giden; akademik bir eğitimden sonra iş bulamayan gençlerin olduğu ülkede, neden bu gibi o veya bu nedenlerle yetimhanelere düsmüş bu çocuklarımızı cahil ellere bıraktığimızdır. "Zonguldak'da toprak altında çalışmak için müracaat da ? kadar ünüversite mezunu vardı."

Bumeran gibi o çocuklar bizlerin arasına döndügü zaman duyacağımız pişmanlık fayda vermiyecektir.

Bir Düses'in gelipde gizli kamera ile çektiği gerçeklerin analizini bırakip; ne maksatla kullanacakır diye yorumlamak bence en büyük yanılgı.

Kamera aynı kamera ister bu gerçeği Arena programında görmekle. ITN televizyonun yayınında görmek arasında farkları arıyorsak işte o zaman o çocuklara haksızlık etmiş oluruz.

Çocuklar bu beşerin geleceğidir.

Miliyeti, ırkı, dini, rengi yoktur.
Onlar sadece Çocuktur.

Saygılarla.

Pazar, Kasım 02, 2008

PAZARIN SOHBETI...


Kasım'ın ilk haftasına girerken, havaların bile şaşırdığını görüyoruz.İster pastırma sıcakları diyeleim.İstersek İklim değişikliklerinin getirdiği, değişiklikler olarak kabul edelim.
Bir tarafdan kutuplardaki erime ile denizle rakımları +/- leri olan ülkelerin telaşı.Ekonomik krizle boğuşan ülkeler.Teknolojinin hızla sunduğu yenilikler içinde ki boğuşum.
Fizikçilerin kainatın oluşumu ile çalışmaları.Bir tarafdanda magnet ekseninin kayması ile ilgili haberler.İnsan bunları takip ederken, neleri bilmediğimize kapılırken.O kadarda günü takip edemiyorum diye hayıflanmıyorum.Bu kadar baş döndürücü araştırmalar içersinde daha, bir kar taneciğinin "kristalı" bile oluşumu hakkında bir bilgiye sahip olunulmaması.DNA üzerinde cözümler karşısında insanın düşünce akımları hakkında bir bağlantı kurulamaması.Ömrümüzde hüzünle, sevinçle yaklaşık 100 litreyi bulan gözyaşlarının yalnız insana haz teorisi olarak kalması gibi.
Belkide insanların yapısı bu.
Günlük olaylar; bizleri rüzgara kapılmış yapraklar gibi bazı şeyleri tam algılamadan istediği yerlere sürükliyebiliyor.
Bazı şeyleri tam olarak gördügümüz halde, algılama yönünde zaman ayıramıyoruz.Olayların birikimi belkide bizleri korkutuyor...
İsyanlarımızı, yorumlarımızla zaman zaman kendi dünyamız içinde kağıda döksek bile, zaman içinde tam analiz yapmadığımızı bile görmekden yoksun kalıyoruz.
Değişiyoruz,değişmemek için mücadele veriyoruz.
Ne yazıkki bu değişime uyum yolları arama çabasında bulunmuyoruz.
Kızıyoruz,kızgınlığımızın sonunda "vay be"ler çoğalmaya başlıyor.Korkunun, cesareti getirdiği felsefesi içinde,onu kendimiz yarattığının farkına varamıyoruz.
Her ne kadar bu günki; yaşam süremimizi olumsuz gibi düşünsek bile, global bir değişmeyi görmemezlikden gelemeyiz.
Bu günlerde herşeyden önce, saygıya en önemlisi ise karşımızdakileri hangi konumlarda olurlarsa olsunlar anlamaya çalışmamız gerekir.Yoksa çizgilerimiz üzerindeki pürüzleri temizlemek yerine daha da çıkmazlara sokabiliriz.
Beğenmediğimiz yaşam tarzının daha iyisini ortaya koyamadığımız müddetçe onu en az zararla yaşamak mecburiyetindeyiz.
Kalın sağlıcakla iyi pazarlar dileği ile.
Saygılar.

Cumartesi, Kasım 01, 2008

HABERLER - YORUMLAR...


Gazeteleri açtığımız zaman bir köşesinde Hüseyin Üzmez.
Millet ayaklandı, bu iş böyle kapanamaz nidaları havada.
Sanki ortalık toz pembe de tek derdimiz bu.
Biraz mantıklı olalım adam öylede böylede yırttı.
Niyemi diye soracak olursanız? Aşağıdaki söylediklerini alt alta koyun.
Şimdi avukatı bu sözlerini Adli Tip'a sevk ederse orası nasıl bir rapor verir !!!
O rapor neticesi muhakeme düşmezmi ?
Dedim ya öylede böylede adam yırttı.

14 yaşında bir kız çocuğuna cinsel tacizde bulunduğu iddiasıyla yargılanan ve Adli Tıp Kurumu’nun raporu üzerine tahliye edilen Vakit Gazetesi yazarı Hüseyin Üzmez, önceki gece Habertürk’te Fatih Altaylı’nın "Teke Tek" programında aynen şu ifadeleri kullandı: "Evet, hovardayım; geçmişte birçok kadın hayatıma girdi. İyi ki girdiler; yoksa fahişe olurlardı. Başlarını örtüp hayatlarını düzelttiler. Bunlardan birisi de şu an İsviçre’de yaşıyor."
Lise talebesi geliyor. Orta yaşlı kadınlar geliyor, beni şapır şupur öpüyor. Ben,’Çıkar cüzdanını 18 yaşında mısın, değil misin?’ diyemem ki"
" Anne o kızı kendisi ile ilişkisi olanlara gönderiyor, onlardan para alıyor. Gönderdiği de hacı değil ya, bir takım kart zamparalardır,"
""Tahliye olduk. Beraatle çıkacağız inşallah. Adalet yerini buldu. Sanki Hac’da gibi yaşadım"
" Üzmez kendisinin en büyük düşmanının şeytan ve nefsi olduğunu ifade etti. Üzmez, "Nefsiniz neden düşmanınız?" sorusuna ise "Bizi kötülüğe sürükleyen kendi nefsimiz değil mi? Nefsine hiç kimse hakim olamaz. Bir ben değilim" yanıtını verdi."
-Siz 76 yaşındasınız ve 14 yaşındaki bir kız çocuğuyla evlenmek istiyorsunuz bu sizce doğru mudur?
- Ben inançlarıma göre konuşurum. Ben inancıma bakarım. Bana göre bir tek hakikat vardır Allah'ın kitabı, resullahın sünneti... Gerisi fasa fiso yalan ayaklarımın altında."
"gazeteci mazeteci dinlemiyorum. Programın başından beri konuşuyorsunuz. Ben vaktiyle gazeteci vurmuş adamım"

* * *

Gelelim Can Dündar'ın son belgeseline önce sponsorla ele alındı "Türkcell" öyle veya böyle,gerçekçi olacak olursak basında çıkan yazılarla en büyük sponsor gene Türkcell oldu.
Belki filmin çekiminde bir katkıda bulunmadı ama reklamında çıkan haberlerle en büyük sposor konumuna girdi.
Daha filmi seyretmedim.
Bizim buralara kadar gelmesi biraz zaman alacak.Onun için bu konuda yorum yapmam abes kaçar.
Yalnız "Siyaset Meydanında" seyrettiğim kadar belge ve mektuplara dayatılarak; bir belgesel film yapılmış.Yalın olarak adına da "Mustafa" denilmiş.
Yorum ve anlatımlar içinden Mustafa'lardan ne kadar büyük önderler çıkabileceği anlatılmaya çalışılmış.
Bir yerde durmak lazım.
Yorum yaparken sakın "Mustafa" yı bu Cumhuriyeti bizlerin yaşam tarzı yapan Atatürk'le bağdaştırmıyalım.
ATATÜRK' ki, bu adı ona bu millet vermişdir.Onu anlatmak, onu yaşamak, onun yolunda yürümek, devrim ve inkılaplarını anlamak çok daha başka bir şeydir.
O bir efsane değildir,o bir yaşam tarzıdır.
Öyle bir yaşam tarzıki uçu bucağı olmıyan bir çizgidir.Onun devrimlerinde, zaman mevfuhumu yoktur."Açıkçası o günler bu günler,yarınlar" diye.
Filmide çekilemez.Öyle bir filmi ancak, saygıyla önünde eğildiği bu millet her gün onun doğrultusunda yaşayıp ortaya koymak mecburiyetindedir.
Saygılarla.