Cumartesi, Haziran 30, 2007

GIZLI ?



29 Haziran’da yapılacaktı

Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi, Yargıtay’ın bozma kararında yapılmasını istediği “olay yeri keşfinin” 29 Haziran’da yapılmasına karar vermişti. Ancak Hakkari Valiliği, Vali Vekili Ali Hamza Pehlivan imzasıyla Van 3. Ağır Ceza’ya gönderdiği yazıyla keşfin bu tarihte yapılmasını engelledi. Valiliğin “Gizli” ibareli yazısında ilginç değerlendirmeler yaptığı ortaya çıktı.

“Bomba var, gelmeyin”

Valilik tarafından gönderilen yazıda PKK’nın son dönemlerde riski az, kaçışı kolay olduğu için, yol kenarlarına yerleştirdikleri patlayıcı maddeleri uzaktan kumanda ile patlatma tarzı eylemler yaptığı belirtildi. Yazıda, İl Emniyet Müdürlüğü’nün son olarak Şemdinli Derecik’e silahlı tacizde bulunulduğu, teslim olan bir örgüt mensubunun da bölgede 20 PKK’lının bulunduğu bilgisini verdiği anlatıldı.......



Bir günde iki haber koydum bloğuma kopyala, yapıştır.

Sanki sizler bunları okumadınız.

Bir şeyler yazayım dercesine.

Esasında haberi veren gazetede ki bir de yorumları koysam !...

Neler yazılmış neler.

Valiyi merkeze çekmekten tutunda,

neler neler ,

peki sen niye koydun diye de sormaya hakkınız var.

Ben devletin gizli ibareli yazısını 3000 km uzakdan misafir odamda koltuğuma kurularak koyabilme marifetini başardığım için.

Hani alkış.

Teşekkürler , teşekkürler.

Ha unutmadan söyliyeyim aşağıda ki yazı ile bu yazı arasında ki fark ne olabilir.

O da benim sorum olsun.

Saygılarla.

ALIŞTIKMI NE !...


Bu Cesur Savcı da Sürüldü.
AKP'li Samsun Büyükşehir Belediyesi’nde ihalelere fesat karıştırmak ve yolsuzluk gibi iddiaların üzerine giden Cumhuriyet Başsavcısı Ahmet Gökçınar Balıkesir’e tayin oldu.
Samsun’a ise Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı Osman Öztürk atandı
Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, 2007 yılı Adli ve İdari atamaları gerçekleştirdi. Atamalar sonucunda Samsun Cumhuriyet Başsavcısı Ahmet Gökçınar, 4 yıldır görev yaptığı Samsun’dan Balıkesir’e tayin oldu.
AKP’li Samsun Büyükşehir Belediye Başkanı Yusuf Ziya Yılmaz’ın da tutuksuz yargılandığı 4’ü tutuklu 43 kişi hakkında ‘Birden çok ihaleye fesat karıştırmak’, ‘rüşvet almak, vermek, aracılık etmek’, ‘irtikap ve zimmet’ gibi suçlardan açılan davalarla tanınan Başsavcısı Ahmet Gökçınar’ın yerine Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı Osman Öztürk atandı.

Başsavcı Gökçınar’ın tayin olması Samsun kamuoyunda şaşkınlık yarattı. Büyükşehir Belediyesi’ne yapılan ‘A Takımı’ operasyonuyla kentte ön plana çıkan Başsavcı Gökçınar, “Burada çok güzel çalışmalarda bulunduk. Devlette devamlılık esastır. Samsun’da bulunduğum süre içerisinde iyi hizmetlerde bulunduğumu düşünüyorum” dedi.K.Aktif Haber.
Şimdi gelde bu habere yorum yaz.
Yok yazılmaz ayıp olur.Filanca ilin filanca Baş hekimi hastaneyi modern bir şekilde
işletmeye açtığı için bir başka ile atanmadımı.Ya bir Valimiz açıkça fikrini söyliyince Merkeze çekilmez mi.Gittiği il de gecesini gündüzüne katan Emniyet amiri şehri it kopuk dan temizledi diye atanmazmı.
Yok bu habere yorum yazılmaz, yazıldığı zaman düzen bozulur.
Allah dan o kişiler adam sende demiyip sil baştan görevlerini sonuna kadar yürütüyorlar.
Onun için onların yoruma ihtiyaçları yok, işe sarılmakla yorumlarını kendileri yazıyorlar.
İyiki az da olsanız varsınız.
Saygılarla.

Cuma, Haziran 29, 2007

AB ve INCILERI...



Erol Manisalı, Türk akademisyen, düşünür. Ulusalcı düşünceleriyle tanınır. Küreselleşme ve AB politikalarına karşı Cumhuriyeti savunur.

"Uluslararası Entegrasyon Teorileri ve Gümrük Birlikleri" , "İktisadi Kalkınma", "Dışsal Ekonomiler ve Ekonomik Gelişme", "İktisada Giriş", "Survey of Turkish Tourism Industry", "A.E.T" Karşısında Dayanıklı Tüketim Malları", "G.A.P", "Avrupa Birliği'ne Alınmayan Türkiye'yi Gümrük Birliği'nde Bekleyen Sorunlar" gibi kitapları bulunan Prof. Dr. Erol Manisalı, halen İ.Ü. İktisat Fakültesi'nde Öğretim Üyeliği yapmaktadır ve aynı kurumun Avrupa ve Ortadoğu Araştırmaları Merkezi'nin başkanıdır. İngiltere, ABD, Japonya, Almanya, İsviçre, Hollanda, Belçika, Avusturya, Norveç ve Mısır'da çok sayıda konferans vermiş ve uluslararası konferanslarda aktif katılımcı olarak bulunmuştur. Türk ekonomisi ve AB ilişkileri içeren raporları bulunmaktadır.
Prof. Manisalı'ya göre, geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri'nde yer alamayacağız .

'Türkiye AB'ye alınmayacak'

Ülkemizin en önemli iktisatçılarından, Öğretim Üyesi Prof. Dr. Erol Manisalı'ya, Türkiye- AB ilişkilerini soruldu. Ona göre Türkiye, AB'ye kesinlikle alınmayacak.
Kaybeden taraf Avrupa olacak .
Sayin Öğretim Üyesi Prof. Dr. Erol Manisalı yapmis oldugu yorumunda gercekleri söyle anlatiyor :


Türkiye-AB ilişkileri, geçmişten günümüze inişli-çıkışlı bir tablo sergiliyor. 1995 yılına gelinceye değin, AB'nin Türkiye'ye yönelik tavırları, 1995'ten sonraki değişimleri, nedenleri neydi?

AB, 1989 yılında, Türkiye'nin 1987'deki tam üyelik başvurusunu reddederek, zaten durumu ortaya koymuştur. Yani, geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri'nde yer almayacağını, 1989'daki 'hayır' yanıtıyla, Türkiye'ye resmen söylemiştir. O tarihlerde hiçbir siyasî koşul yoktu. İktisadî olarak da Türkiye, AB içindeki birçok Akdeniz ülkesinden ekonomik olarak Avrupa'ya daha fazla entegre olmuş konumdaydı. İktisadî ve siyasî olarak Türkiye'nin reddedilmesini gerektiren hiçbir durum yoktu. Ancak Avrupa kendi siyasî tercihlerinde, tarihsel tercihlerinde, büyük ölçekli ve Müslüman olan Türkiye'yi içine almak istemediği için 'hayır' yanıtını verdi.
Daha sonra Başbakan Turgut Özal, "Biz tam üye olmasak da Gümrük Birliği'ne dahil olacağız." diyerek stratejik bir hata yapmıştır.
AB'ye, Türkiye'yi kendisine tek yanlı bağlama fırsatı vermiştir. Zaten 1994 Essen Doruğu'nda, geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri'nde hangi ülkelerin yer alacağı ismen belirtilmiştir.
1994 yılında AB şöyle demiştir: "Slovakya, AB içinde yer alacaktır." O dönemde Slovakya'da anti-demokratik bir rejim vardı ve demokrasi işlemiyordu.
Ekonomik olarak da Türkiye'nin çok gerisinde, tipik bir Doğu Avrupa ülkesi olan Slovakya'nın AB'ye alınması, AB'nin, ülkeleri seçerken tarihsel perspektif içinde ve Avrupa kültürü içinde meseleyi algıladığını göstermekteydi.

'Avrupa'ya din bakımından yabancıyız'

Peki, din ve kültür olarak Slovakya AB'ye bizden daha mı yakındı?

Slovakya, Hristiyan ve Avrupa kültürünün bir parçasıdır. Hristiyanlık, Haçlı seferlerinden beri, bin senedir Müslümanlıkla çatışmıştır; Müslümanları düşman olarak görüyorlar. Yakınlık-uzaklık meselesinden çok, din bakımından 'yabancılık' söz konusu. Biz Slovakya'ya göre daha yabancıyız Avrupa'ya.
Konuyu bu şekilde değerlendirmek gerekiyor.

Lüksemburg Zirvesi'nde Türkiye aleyhine kararlar çıkarken, Helsinki Zirvesi'nde Türkiye'nin lehine kararlar alındı. Lüksemburg Zirvesi'nden sonra ne değişti de Türkiye lehine kararlar alındı?

Lüksemburg Doruğu'nda alınan kararlar Türkiye aleyhine değil ama, AB'nin Türkiye'ye karşı gerçek yüzünü gösteren, Türkiye politikasını ortaya koyan kararlardı: Türkiye, AB'ye alınmayacaktı, dışarıda kalacaktı. Gerçek samimi bir şekilde AB tarafından ortaya konduğu için, haklı olarak bizim aleyhimizde bir karar deniliyor.
AB, Türkiye'ye şöyle dedi: Ben seni AB'ye almayacağım ama sen, dışarıda kalan bir ülke olarak önüne koyduğum Kıbrıs, Ege ve Güneydoğu konusundaki dayatmaları yerine getireceksin.
Çifte kavrulmuş bir yaklaşım yani.
Ankara bürokrasisi de buna tepki olarak, "Ben seninle siyasî bir şey konuşmuyorum artık!" dedi.
1999'da ne oldu? İşte Ankara'nın haklı tepkisi karşısında AB korktu. Çünkü onlar, 1995'de imzalanan tek yanlı Gümrük Birliği çerçevesinde uzun vadede Türkiye'yi alıştıra alıştıra tek yanlı bağımlı hâle getirip, bu bağımlılığı yalnız ticarî, iktisadî, malî alanlarda değil, siyasî ve bürokratik alanlarda da yaygınlaştırarak, sessiz sedasız bir 'sessiz darbe' yaptıklarına inanıyorlardı.
Avrupa Birliği, bu sessiz darbeyi yaparken, içerde bazı ortakları vardı. Bazı büyük sermaye çevreleri ve bazı bürokratik kademede bazı siyasîler, bana göre, Türkiye tarafında değil, AB'nin Türkiye üzerindeki amaçları doğrultusunda, onların tarafında yer almışlardır. Zaten, tamamen bilinçli girdiği 95 belgesini imzalamadan önce 6 Mart Belgesi'nin tartışmaya açılmasını meclisten istememişler, muhalefetteki parti liderlerinden saklamışlardır.
Üniversitelerin konuya el atmalarını istememişlerdir. Büyük sermayenin elinde bulunan tekelci medya kanalıyla, Türk halkı yanlış yönlendirilmiştir. Tek yanlı Gümrük Birliği'nin bir sömürge belgesi niyetinde imzalanması, Türk kamuoyuna sanki Türkiye'nin AB'ye girmesine yol açacakmış gibi sunulmuştur.
Tarihte, bu kadar aldatmanın bulunduğu, bütünüyle bir halkın aldatıldığı görülmemiştir; bu ilk örnektir.

1995'te imzalanan Gümrük Birliği, Türkiye'ye ne getirdi? Türkiye neden AB'ye üye olmadan böyle bir yükümlülüğün altına girdi?

Bunu özellikle bazı çevreler, Türkiye'yi tek yanlı bağlamak için yapmışlardır. Bu egemen çevreler, büyük sermaye çevreleri ve ona yakın bazı elit, bazı bürokratik çevreler ve bazı siyasîler şunu istiyorlardı: "Ziyanı yok, biz Avrupa'ya alınmayacağımızı biliyoruz; ama aynen 1919-1920'de İngiliz Mandası, Amerikan Mandası isteyenlerin gerekçelerinde olduğu gibi benzer gerekçelerle Türkiye'yi 'batı kampı' içinde tutmak, yarı sömürge konumunda olsa bile, Türkiye'nin tek yanlı anlaşmaları imzalamasına bağlı bir hadise olarak kalmalıdır."

11 Eylül olaylarından sonra AB'nin Türkiye'ye bakış açısı değişti mi?

Kesinlikle hayır. Batının gözünde, gelişmişler ve 'diğerleri' arasındaki uçurum giderek büyüdü. Hristiyanlık ve Müslümanlık arasındaki Hristiyanlar ve Hristiyan olmayanlar arasındaki keskinlik, batının bakış açısı bakımından daha da arttı. Batı, meseleye, 'biz ve diğerleri' diye bakmaya başladı. Bunun somut örneği, Avrupa ülkelerinin bazı terörist faaliyetlere göz yummalarıdır. Bunun sonucunda ise Avrupa ülkeleri bir blok hâlinde, Amerika'yı da yanına alarak terörist faaliyetleri 'Batı ve diğerleri' anlayışı içinde değerlendirdiler.
Türkiye Batının içine dahil edilmediği için, diğerleri safına dahil edilmiş bir ülke olarak kaldı.
AB'nin, KADEK adını alan PKK'yı isim değiştirdikten sonra terör listesine alması komik bir olay; bir anlamda şarlatanlık. Zaten AB, DHKP-C ve KADEK'i, Türkiye'yi rahatsız ettikleri için terör listesine almadı. 11 Eylül olaylarından sonra bir tutum değişikliği olmuş olsaydı, AB, DHKP-C ve KADEK'i de listeye dahil ederdi.

'AB için önemli olan, tarihsel perfspektif'

AB'ye üyelik sürecinde Türkiye, çeşitli açılardan değerlendirmelere tâbi tutuldu. AB'ye üyelik konusunda, özellikle basınımızda çeşitli görüşler yer aldı. Bu görüşlerin en önemlileri, 'Türkiye AB'ye hazır değildir' ve 'Türkiye AB'ye lâyık değildir'. Bu iki fikri siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

İkisi de geçersiz. Onun için hep 1994'deki Slovakya örneğini veriyorum. Slovakya, hiçbir yönüyle AB'ye hazır değildi; ancak 1994 Essen Doruğu'nda "Slovakya AB'ye lâyıktır ve alınacaktır." denildi.
Bu, siyasî bir tercihtir. Liyakat meselesi, AB'nin tarihî perspektifi ve kültürel bağ açısından değerlendiriliyor.
Örneğin 1964'te ben Gençlik Teşkilatı'ndayken, Avrupa Konseyi adına 18 ülkeden 18 genç bir seminere katılmıştık. AB, faşist Franko rejimini lâyık görmüştü ki, bizi gençlik sorunlarını tartışmak için Lokarno'ya gönderip, Avrupa seminerini o mekânda yaptırmıştı. Demek ki liyakat, ülkenin faşist olmasına bağlı değil. O zaman da yobaz bir rejim vardı. 5 yaşındaki çocuklar, simsiyah giyinerek kilise ve okullara girip çıkıyorlardı. Yani AB'nin liyakat anlayışı tarihsel perspektif içinde algılanan bir bakış açısıdır.

İsrail'in Filistin'i işgali tüm dünyayı ayağa kaldırdı. Sivil kuruluşlar ve devletlerin resmî organları, Ortadoğu'nun bu sorunlar ile ilgili tepkilerini açığa vurdular. Sizce Türkiye için Ortadoğu'daki sorun AB'ye giriş sürecinde bir avantaj olabilir mi? Olursa, Türkiye bu avantajı kullanabilir mi?

Hiçbir ilgisi yok. Ortadoğu'daki üç temel sorunun üçü de, Türkiye üzerinden fatura edilen, Kıta Avrupası -Amerika çekişmesidir. Irak sorunu ve Kuzey Irak sorunu böyledir. Kuzey Irak'ta hâkim olan Amerikan-İngiliz ikilisine karşı Kıta Avrupası, PKK'yı elinde rezerv olarak tutup, çıkarlarını Amerika'ya karşı dengelemek istiyordu. Ayrıca, Kıbrıs'taki İngiliz üslerini Amerikalılar kendi üsleri gibi kullanıyordu. Buna karşılık, Kıta Avrupası Kıbrıs'ın tamamını alıp, Almanya, Fransa, Amerikan ve İngiliz üsleri karşısında kendi askerî üslerinin Avrupa ordusunda yer almasını istiyordu. Yani, Kıta Avrupası-Amerikan çatışmasında faturayı Türkiye'ye ödetmek istiyorlardı. 3. çatışma noktası, İsrail-Filistin meselesinde ise, Kıta Avrupası ve Amerika arasında İsrail, bölgedeki Amerika'nın uzantısı olarak görülüyor. Buna karşılık FKÖ daha çok Avrupa tarafından destekleniyor. Zaten bugüne kadar Arap halkını tanıyan ülkeler, Kıta Avrupası ülkeleridir. Kısaca, Ortadoğu'daki üç temel sorun da hak, hukuk, adalet sorunu değil, büyük güçlerin çatışması ve dünyayı paylaşım savaşındaki pozisyonlarıdır. Bu, Türkiye'nin AB ile ilişkisini uzaktan yakından ilgilendirmemektedir; hatta Türkiye'nin yarın da AB'ye alınmayacağının somut göstergesidir. Çünkü, AB yarın Türkiye'yi alacak olsaydı, "Ben nasıl olsa Türkiye'yi yarın alacağım. Avrupa ordusu Türk ordusu demektir ve Türk ordusu oradayken, o, benim ordum demektir. Onunla birlikte orada Almanya ve Fransa olarak bulunursam, bu durum strateji konumumu güçlendirmem açısından iyi olur." diye düşünecektir. Ancak, yarın da, Türkiye'nin elinden Kıbrıs'ı alayım ve Türk ordusu da oradan çıksın diye, Avrupa Parlamentosu'ndan kararlar çıkacaktır.

İsrail-Filistin olayı ile de bağlantılı olarak, bölgeye ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell gitmiş, ancak bölgeden sağlıklı neticeler alamadan dönmüştü. Daha sonra da İsmail Cem ile Papandreau, bölgeyi beraber ziyaret etmişlerdi. Bu gezide, Papandreau'nun Kıbrıs konusunda ülkemizle ilgili olan fikirlerinde, kendi ülkesini ön plânda tutan fikirleri öne çıkmadı. Bunu Avrupa ilişkileri açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu operasyonlar, 75 milyon insanı kandırma operasyonudur. Diğer hadiseleri anlatmak çok gayri ciddi olur. Bunların karşısında, sorunu gerçekten çözüyorlarmış gibi analiz yapmak, bir akademisyen için, benim için utanç verici bir şey olur. Çünkü ortada bir şarlatanlık vardır ve ben bu şarlatanlık üzerine analiz yapamam. Yunanistan meselesine gelince:

- Yunanistan, AB'nin Türkiye'ye para yardımı üzerine bloke koydurmuş, Türkiye' ye para ödettirmem diyor,

- Avrupa ordusu, AGSP ile Türkiye bir anlaşma yaparsa, anlaşmayı bloke ederim ve Türkiye lehine çıkarmam diyor,

- PKK kampları Yunanistan'da varlıklarını sürdürmülerdi.

-Bölgede Türkiye aleyhine ne kadar faaliyet gösteren ülke varsa, Yunanistan, Türkiye'ye karşı onlarla anlaşma yapıyor,

- Girit'e S-300 füzelerini, Türkiye'ye karşı yerleştiriyordu,

- Türkiye'ye karşı silâhlı gücünü her zaman artırıyor.


'Güney Kıbrıs'ın AB'ye alınması, uluslar arası anlaşmalara aykırıydi'
Güney Kıbrıs AB'ye üye olmasi, Türkiye-AB ilişkileri bu durumdan nasıl etkilendi ve Türkiye bu gelişmeden sonra nasıl bir politika izledi?

AB'nin Güney Kıbrıs'ı içine alması, uluslar arası anlaşmalara aykırıdır, çünkü "GKRY, Kıbrıs Cumhuriyeti'ni temsil edemez!" Bunun altında İngiltere ve Yunanistan'ın imzaları var. Bu ülkeler, Türkiye'nin yanında imzalarını reddemezler. Kıbrıs Cumhuriyeti'ni kuran anlaşmalar da, GKRY'nin, Türkiye ve Yunanistan'ın içinde bulunmadığı bir kuruma girmesini engeller. Ayrıca, Türkiye garantör bir ülke olarak, bu hakkını kullanma yetkisine sahiptir. Eğer AB orman kanununu uygulayarak, uluslar arası anlaşmaları hiçe sayarsa, adanın bölünmesini kabul etmiş olacaktır. Türkiye'nin AB ile ilişkileri Ankara'da bulunacak meclisin ve hükümetin durumuna bağlıdır. Eğer, Batıya tek yanlı bağlanmayı öngören bürokrasi egemen olursa ve medyamız bu konudaki haberleri çarpıtarak vermeye devam ederse, o zaman Türkiye'de büyük patlamalar meydana gelir.

AB'ye üye olma sürecinde Türkiye'nin önündeki en önemli engel nedir?

AB'nin Türkiye'yi içine almama konusundaki tutumudur.

Türkiye, AB'ye üye olabilecek mi?

Kesinlikle olmayacak. Türkiye, AB tarafından geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri'nde yer verilmeyecek bir ülkedir. Bu konuda AB'nin siyasî, iktisadî ve askerî hiçbir mantığı yoktur ve kaybeden taraf Avrupa olacaktır. Zaten AB, Türkiye'yi alırsa Ukrayna, Rusya ve Beyaz Rusya'yı da AB'ye alması gerekecektir. AB, bu dört büyük ülkeyi alırsa intihar etmiş olur. Avrupa akıllı bir grup olduğu için intihar etmez.Kaynak.DİLEK BAŞBAĞ-FERDİ GÜNGÖR / İÜ İletişim Fak.
Saygılarla.

Perşembe, Haziran 28, 2007

GÜNÜN FIKRASI...



TEMA ve ziraat mühendislerine göre, yine de kenti yeşillendirmede seçilen bitkilerin çeşidinde sorun var...
TEMA Genel Müdürü Uygar Özesmi, "Yapılması gereken her dem kurak iklime uygun peyzaj uygulamasıdır" dedi, "Bu bitkiler minumum su ister.
Şu an İstanbul'da yapılan peyzajsa Batı Avrupa'dan ithal edilmiştir. Türkiye ne yaparsa yapsın, önümüzdeki yıllarda kuraklıkla karşı karşıya kalacak. Su tasarrufu yapan anlayışlar işlevselleştirilmeli.
Evlerde bilinç oluşturuluyor ancak parklar, bahçeler ve sanayide de su tasarrufu kavramı yerleşmeli.
Bahçelerde yerel ırklarla bitkilendirme yapılmalı, egzotik, çok su isteyen tür tercih edilmemeli."

Büyükşehir Belediyesi Park ve Bahçeler Müdürü Mehmet İhsan Şimşek'in yanıtı ilginç: "Kuraklığa dayanıklı çalı türleri var ancak bu bitki deseni sakıncalarından dolayı tercih edilmiyor. Çalıların arkasında fuhuş yapılıyor, gasp yapılıyor, uyuşturucu satılıyor. Bu yüzden çiçek, çim ve ağaç konseptini benimsedik." K.Radikal

Bende neden gasp, fuhuş,uyuşturucu satışları nasıl önledi diye merak ediyordum...
Saygılarla.

Çarşamba, Haziran 27, 2007

KLIMA GERCEGI.




İSTANBUL'DA SON 78 YILIN EN SICAK GÜNÜ YAŞANIYOR

İstanbul Meteoroloji Bölge Müdürü Mustafa Yıldırım, İstanbul’da saat 16.00 itibarıyla Şile’de hava sıcaklığının 43.1 derece ölçüldüğünü ve son 78 yılın rekorunun kırıldığını bildirdi.
Yıldırım, AA muhabirine yaptığı açıklamada, İstanbul’da bugün meteoroloji kayıtlarının tutulduğu 1929 yılından bu yana Haziran ayında görülen en yüksek hava sıcaklıklarının yaşandığını söyledi.
Yıldırım, "İstanbul’da saat 16.00 itibariyle Şile’de hava sıcaklığı 43.1 derece ile son 78 yılın rekorunu kırdı" dedi.
İstanbul’da uzun yıllardır hava sıcaklıklarının ölçüldüğü meteoroloji istasyonlarından 5 tanesinde son 78 yılın rekorlarının kırıldığını ifade eden Yıldırım, saat 16.00’da hava sıcaklığının Şile’de 43.1, Kumköy’de 41.0, Göztepe ve Kartal’da 39.9 ve Sarıyer’de 39.8 derece olarak
gerçekleştiğini bildirdi.
Mustafa Yıldırım, İstanbul’da daha önceki Haziran ayı rekorunun 28 haziran 1982 günü 39.2 derece olarak ölçüldüğünü de hatırlattı.
Berlin
Bu gün 27.06.2007
Gündüz : 16°C
Gece : 10°C

Klima değişikliği geliyorum diyor.
Saygılarla.

Salı, Haziran 26, 2007

KITAP !...

Image hosting


Her kitap okunurmu ?
İyi kitap, kötü kitap varmıdır ?
Tabii bu gün aldığımız gıdalar ne kadar vücudumuzu besliyorsa; okumak kitap'da beynimizi beslemektedir.
Yukarda ki soruyu yediğimiz yemekle kıyaslıyabiliriz.
Birimize lezzetli gelen diğerimiz için olmıyabilir.Kitaplarda öyledir kimizin elinden düşmediği halde, bir başkamızın ilgisini hiç çekmez.
Bu gün sizlere 100 binlerce kitaba ilham olmuş çoğumuzun tanıdığı bir mektup'dan bahs edeceğim.Biliyorum okumuşsunuzdur, bu günlerde hatırlanmasının yararı var sanıyorum.
1904 Rus-Japon harbinden önceydi. Amerikan gazetelerinin birinde “Garcia’ya Götürülecek Mektup” başlıklı bir yazı çıktı. Yazarı tanınmamış bir muhabirdi. Fakat bu kısa yazının anlattığı gerçekler, yüzlerce kitapla anlatılanlardan daha derin, daha özlü idi.
Yazı nasıl olduysa Çarlık Rusya’sının demiryolları Nazırı’nın eline geçti. Nazır, bütün memurlarının bu yazının kopyasını yanlarında taşımasını sağladı. O sırada Rus-Japon savaşı başladı. Japonlar esir aldıkları Rus demiryolları mensuplarının hepsinin üzerinde bu yazıyı görerek meraka düştüler. Japon Maarif nezareti bu yazıyı inceledikten sonra birer nüshasının bütün Japon yurttaşlarının okuyup
yanlarında taşımalarını emretti. Bu yazı, şimdi Birleşik Amerika’da bütün Kara ve Deniz Kuvvetleri mensuplarına ve izcilere verilmektedir. Bu bir gelenek olmuştur.
Amerika Kurtuluş Savaşı’nın bir safhasında İspanya Sömürge Ordusu’nu tecrit edebilmek için Kübalı General Garcia’nın ordusuna talimat göndermek icabetti. Cumhurbaşkanı Mc. Kinkey, General Garcia’ya bir mektup yazdı. Mektubun süratle yerine ulaşması gerekiyordu. Başkomutanlık karargahında Garcia hakkında bilgi yoktu, neredeydi, nasıl gidilirdi, hepsi meçhuldü. Mektubu götürmeye Teğmen Rowan görevlendirildi. Rowan mektubu alınca: “Bu Garcia da kimdir? Nerede bulunur? Oraya nasıl gidilir? Atla mı, trenle mi? Harcırahını kim verecek? Arkadaşım Thomas ata daha iyi biner,onu gönderseniz olmaz mı? Eşim biraz rahatsız, hem bu hafta izin sırası bende” demedi. Mektubu torbasına koydu, gitti, döndü, tekmilini verdi. Garcia talimata uyacaktı.Benim burada anlatmak istediğim , Teğmen Rowan’ın dört gün sonra Küba kıyılarına ulaşmasının, ormanlara dalarak üç haftalık bir seyahati yaya olarak
tamamlamasının, dağlarda ve ormanlarda Garcia’yı bulmasının hikayesi değildir. Burada anlatmak istediğim husus, bu adamın kişiliğinin her insana örnek
insan modeli olarak tanıtılmasının gerekliliğidir.Dünyanın her yerinde, Allah’ın her günü, milyarlarca yöneticinin Garcia’ya gönderecek mektubu vardır. Öte yandan, gençlerin muhtaç oldukları bilgiler sadece bir dizi teoriler değildir. Kendilerinden istenen vazifeleri kendi iradeleri ile sonuçlandırma idrakine ve eğitimine de sahip olmalarıdır. Bugün en çok muhtaç olduğumuz budur. Hizmette fertlerin ilgisizliği ve bilgisizliği, toplumları ve gurupları felç eder. Hizmetin çarkı dönerken, çarkın her dişlisinin her defasında yeni baştan bilinmesi için zaman yoktur. Öte yandan hizmet
devamlı akmaktadır. Çarkın bir dişlisi kendi işini hiçbir nedenle durdurmaya yetkili değildir. Aksi takdirde hizmette durur.K.Mehmet Şirin Seven
Mustafa Güzelgöz(Nevşehir-Ürgüp) (1921-2005)
Kütüphaneci. 1946 yılında Ürgüp Kütüphanesi’nde memur olarak göreve başlamıştır. Kütüphaneyi halkın ayağına götürmek düşüncesi ile yola çıkmış, Ürgüp seyyar kütüphanesinin yedi katır ve üç atı ile yöredeki 36 köye hizmet götürmüştür. Karda kışta bu görevini yerine getirmiş ve bir gün eşeğinin kuyruğunu kurtlar yemiş ve bu olay gazetelere haber olmuştur. Eşek ve katır sırtına yüklediği bir çok kitabı, hiçbir karşılık beklemeden, köylülerin de kitap okumasını sağlamak amacı ile köylere taşımıştır.
Ürgüp’te, kitaba ilginin artmasıyla kız kaçırma ve kan davalarının azalması üzerine, Amerikalılar, Mustafa Güzelgöz’e bir cip ve Ford marka otomobil armağan etmişlerdir. 1972 yılında emekli olan eşekli kütüphanecinin yaşam öyküsünü, yazar Fakir Baykurt, Eşekli Kütüphaneci Mustaga Güzelgöz ismi ile romanlaştırmıştır. Güzelgöz’e 1963 yılında Amerikan Barış Gönüllüleri Derneği’nin insanlığa hizmet ödülü ABD Devlet Başkanı John Kennedy tarafından verilmişti. Mustafa Güzelgöz, Nevşehir Devlet Hastanesi’nde tedavi görürken 18 Şubat 2005’te kalp yetmezliğinden ölmüştür.
“Önünde, dikenli bir ağacın kabuğunu soymak kadar güç engeller var.”
Saygılarla.

Pazartesi, Haziran 25, 2007

ALMAN KANUNLARI NE DERDI !...


Oktay EKŞİ


Maskaralığa hayır!


ALMANYA’daki meslektaşlarımız çok kızmışlar. Daha doğrusu Türkiye’ye veya Türklere kızmak en kolay şey olduğu için o haklarını (!) kullanmışlar.

Sebep ne derseniz?

Henüz kendisi de 17 yaşında olan Marco W. adında bir Alman genci, Antalya’da iki ay önce tanıştığı 13 yaşındaki bir İngiliz kız çocuğuyla cinsel ilişkiye girmeye kalkmış.

Ne olmuşsa olmuş... Kızın ailesi durumu öğrenince polise başvurmuş.

Gerisi nasıl gelmesi gerekir diyorsanız, öyle olmuş. Yani Alman genci adalete sevk etmişler. Yargı tutuklanmasına karar vermiş. Marco’yu cezaevinde 30 kişinin kaldığı bir koğuşa koymuşlar.

Marco bu durumdan çok şikáyetçiymiş. Özellikle banyo ve tuvaleti öteki tutuklu ve hükümlülerle paylaşmak çok zoruna gitmiş. Dahası... Ailesiyle haftada ancak 10 dakika görüşmesine izin veriliyormuş.

Bakın şu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin işlediği "insanlık suçu"na!

Ünlü Alman gazetesi Bild’in, "İngiliz kızı ile tanıştı. Kalpler attı, onunla bir çift oldu. Kız 15 yaşında olduğunu söyledi, ancak gerçekte yaşı 13 çıktı. Tatilin son gününde polisler Marco’yu otelde tutukladı. İki genç, ’Bir şey olmadı, sadece el ele tutuştuk’ dedi" dediği bildiriliyor.

Dahası... Alman hükümeti de Türkiye’ye nota vererek Marco’nun "6 Temmuz’a kadar serbest bırakılmasını" istemiş.

Bu satırları okuyunca hemen "Başüstüne!" demek geçmez mi?

Sadece Marco için değil o hapishanenin oradaki tüm mahkûm ve tutuklular için "daha iyi fiziki koşullara sahip olması" elbet gereklidir. Ama bunu Marco için isteyince ortaya çirkin bir çehre çıkmaktadır.

Hele şu "Derhal serbest bırakın" tarzı notalar yok mu? İnsanı bunlar deli ediyor...

Siz Almanya’da tutuklu bir Türk vatandaşı için Türk hükümetinin Alman hükümetine böyle bir nota verdiğini ve -örneğin- "Ahmet Demir’in 3 Ağustos tarihine kadar serbest bırakılmasını istiyoruz" türünden bir şey ifade ettiğini düşünün...

Bu tasavvur bile edilemez, çünkü öteki devletin yargı sistemine hakaret anlamına gelir.K.Hürriyet.

Alman kanunları bu konu da ne diyor ?
14 yaşın altında olan bir kişi ile cinsel ilişkide bulunmak tecavüz olarak kabul ediliyor.
Suçlu eğer 17 yaşında ise çocuk mahkemesi tarafından cezalandırılıyor.
Nasıl cözülür : Çok basit Alman hükümeti, İngiliz Hükümetine bir nota verir, der ki
Derhal İngiliz vatandaşı olan anne şikayetini geri çeksin.
Desin ki bir yanlışlık oldu. Benim yanliş şikayetim yüzünden zavallı vatandaşınız hapishaneye düşdü.
Biz meseleyi Bürüksel de AB içinde cözelim.
Zaten ne olacak iki genç bir arada olmuşlar.
Her ne kadar bizde de kanunlar yasaklasa da biz meseleyi aramızda cözeriz.
İşte mesele bu kadar basit...
Gazeteler bu kadar yaygara yapacaklarına.
İngiliz anne ile cözüm yoluna gitsinler.
Yok biz meseleyi Türk kanunları ile cözmeye kalkarız derlerse yanlış kapı çaldıklarını anlıyacaklardır.
Burası Bananen Repuplik değil."Muz Cumhuriyeti"
Burası Türkiye Cumhuriyeti'dir.
Saygılarla.

Pazar, Haziran 24, 2007

Vladimir Horowitz .


-

Vladimir Horowitz 1.Ekim 1903 (veya 1904) in Berditschew, Ukrayna'da doğdu; † 5. Kasım 1989 da New York da öldü. Kendisi Amerikan vatandaşı olmasına rağmen Ukrayna kökenli idi.

Yahudi bir aileye mensup olan piyanist, ilk olarak hayatının bir parçası olacak piyano ile 6 yaşında karşılaşdı.İlk dersini iyi bir piyanist olan annesi vermişdi.Okul devresini Kiev Konservaturının Piyano ve Komposizyon bölümünde yaptı.

Anlatımlarında: Biz yalnız piyano dersi almıyor aynı zamanda; müzik yaparak bütün estürümanların üzerinde çalışıyorduk.Keman dersine çalıştığım zaman, hocam bana flüt çaldırırdı.Çaldığın müzik parçası tek tonlarda kalmasın kullandığın aletden bütün diğer estürümanların ruhunu görmelisin tıpkı doğadaki renkler gibi derdi.

1925 Senesin de Rusya'yı terk etmek zorunda kalmışdı.Çünki; politik rejimin getirdiği zorluklar onun çalışmalarını tiyatro köselerine veya sokak çalgıcılığına kadar itmişdi.Çıkmış olduğu uzun bir turneden sonra, genç ve yetenekli bir piyanist olmuş.İlk olarak Berlin'e gelmiş.Oradan Hamburg ve Freiburga geçmişdi.İlk bestesini de orada yaptı.
Artık tanınmaya başlamış; Londra,Paris ve akabinde 1928 senesi New York'a giderek orada konser verdi.
1932 Yılında Artura Toscanini ile beraber büyük bir konser vermiş.Daha sonrada kızı Vanda Toscanini ile hayatını birleştirdi.Avrupa dan devamlı olarak davet edilmesine rağmen politik nedenlerle gitmemiş, inzivaya çekilmişdi.1940 Senesinde Amerika'da kalmaya karar vererek vatandaşlığına geçti.
Talihsiz bir kaza neticesin de kızı Sonya'yı kaybetti.Depresyona girerek uzun bir süre ortalık da görünmedi, hatta bu ara hakkında bir sürü dedikodular çıkartıldı.
"Homoseksüel diye."
Piyanist olarak devrinin en büyüklerinden biri idi.Frédéric Chopin, Franz Liszt ve Robert Schumann; Rus Komponistler den Sergei Rachmaninow und Alexander Skrjabin gibi, ünlülerin eserlerini tekrar yaşatmış büyük bir piyanisdi.

Horowitz için 20. nci yüz yılın hakiki romantik piyanisti de derler.Kendisi sözlerinin arasında dünyada üç çeşit piyanist vardır der; yahudi,homoseksüel ve kötü.

Çağımızın ilginç piyanistlerinden Viladimir Horowitz’in yıllar sonra tekrar sanat evrenine dönüşü, özellikle orta yaşı aşkın müzikseverler arasında ilgiyle karşılandı.
"Bunlardan bir taneside bendim." Horowitz, Arturo Toscanini’nin damadıydı ve kısa süre önce şöyle demişti: “Babadan müziği, kızından da erkekliği öğrendim.” Horowitz 1930’ların ünlüsüydü aslında… Konserlerinin biletleri kapışılıyor, bunlardan birine sahip olmak için meraklılar gişe önünde bütün gece bekleşiyorlardı."Berlin'e geldiği zaman gece saat 2 de sıraya girmiş ertesi günüde almış olduğum bilete aylığımın yarısını vererek onu dinlemek nasip oldu".O konser onun son konserlerinden biriydi.

Yine böyle bir konserden önce New York’taki Carnegie Hall’ün gişesi önünde bütün bir kış gecesi konuşarak, söyleşerek bekleşenlere, yüzü atkıyla kapalı zayıf bir adam arasıra çıkar sıcak çay ve kahve dağıtırmış… bir ara adamın atkısı aşağıya düşünce bekleşenler hayretten dona kalmıştı; çay ve kahve dağıtan kişi Horowitz’in ta kendisiymiş.
Iyi pazarlar dileği ile .
Saygılarla.

Cumartesi, Haziran 23, 2007

Fesleğen (Ocimum basilicum),


Adı : Fesleğen (Reyhan)
Botanik adı :Ocimum Basillikum
İngilizce / Almanca adi: Basilie / Basilikum
Ait olduğu aile grubu : Ballıbabagiller / Lamiaceae
Yaşam bölgesi : Tropik bölgeler /Afrika / Asya / Hindistan
Tarımı yapılan ülkeler :İtalya,Fransa,Fas,Mısır,ABD Kaliforniya,Orta ve Günay Amerika
Tibda ki yeri:Hazımsızlığa karşı,kas kasılmaları (kramp),migren,baş dönmeleri ve uykusuzluğa,ve kısmen deri rahatsızlığına karşı kullanılmaktadır.
Kullanılan bölümü : Yaprakları.
İçindeki kimyevi maddeler :Aetherische yağı, Linalool, Estragol, Eugenol ve Kampfer
Çıkarılan yağı parfüm ve haşere ilacında kullanılmaktadır.En çok yaprakları yemeklerimizin vaz geçilmez baharatlarından bir tanesidir.Cig olarak salatalara da konulmaktadır.
Tek yıllık ve genellikle ılıman bölgelerde yetişen bir bitki türüdür.
Yemeklerde kullanılmak üzere tarımı yapılan fesleğenin kökeni Asya'nın dönenceler arasında kalan bölgelerine dayansa da, günümüzde yeryüzünün öteki ılıman bölgelerine de yayılmıştır.
Yetişkin fesleğenlerin boyları genellikle 20 ile 60 cm arasında değişir. Renkleri açık yeşilden köyü yeşile kadar değişen yaprakları yumuşak olup, 1-5 cm araşında uzunlukta ve 1-3 cm arasında genişlikte olurlar. Soğuğa karşı çok duyarlı olan fesleğen bitkisi, en çok sıcak, kuru ortamları sever.
Kurutulmuş fesleğen hem taze, hem de kurutularak kullanılan fesleğen, pişirilerek ya da çiğ yenilen yemeklerde yaygın olarak kullanılır. Kendisi pişirildiğinde tadını çabuk yitirdiği için, genellikle yemeklere son anda katılır.
Türk yemeklerinde yaygın olarak kullanılan fesleğen, öteki Akdeniz ülkelerinin ve kökeninin dayandığı güney, güneydoğu Asya ülkelerinin (özellikle de Tayland) yemeklerinde de önemli yer tutar.
Şimdi yazacaklarım yanlış anlaşılmaması önemle rica olunur :
Fesleğen içerikliğin de Estragol adı verilen bir kimyevi madde taşır.
Önce size bu kimyevi maddeyi tanıtmak istiyorum.
Estragol kanser hastalığını tetikliyen /yapan bir maddedir.
Fesleğen de bulunan Estragol zehrinin insanlar üzerinde ki tıbbi zararları üzerinde tam olarak bir açıklama yapılamamışdır.Söylenen tek şey fazla miktarda yenilmesi
neticesinde vücudun bu maddeyi depolaması riziko olarak görülmektedir.
Bitkisel tedavide deri ve barsak iltahaplanması,migde kramplarında,kabızlıkda halen kullanılmakda olup eski zamanlarda cinsel rahatsızlıklarda kullanılmıştır.
Bu gün devamlı olarak tedavi de kullanılmamaktadır.
Her ne kadar çay olarak içilse de küçük çocuklara ve bebeklere vermekten kaçınılması gerektiği söylenmektedir.Diğer şifa otları ile karıştırılarak yapılan terapiler artık yapılmamaktadır.
Antik zamanlarda Fesleğen "kralların otu " olarak anılmakda idi.Sihirli ot olarak adlandırılıyordu.Eski yunan kadınları sevgililerinin başını ondan yapılan parfümlerle döndürüyorlardı.
Hindistanda ise halen dini bir yeri olduğu bilinmektedir.Tanrı Vishnu,Krishne ve eşi
Lakshmi'ne adanmaktadır.
Fesleğen otunun halk arasında zenginlik ,harmoni ve aşkın senbolü,koruyucu olduğu bir çok ülkelerde hala inanılmaktadır.
Bir başka kullanım alanı ise böcek sokmalarına karşı taze yaprakları sokulan yere ezilerek sürülmektedir.Yapılan araştırmalarda Akrep sokmasına karşı pan zehir olarak da kullanılmaktadır.
Bu şifalı bitkinin tek negatif tarafı devamlı kullanıldığı taktirde yukarda belirttiğimiz gibi kansere neden olabileceğidir.
Saygılarla.

Cuma, Haziran 22, 2007

OYUNCAK BEBEK..


Kız çocuklarının vaz geçilmez oyuncaklarından bir taneside oyuncak bebeklerdir.
Bu yazıyı sevgili kardeşim Oya Kayacan'a ithaf ediyorum.
Biraz bu oyuncağı inceleyecek olursak karşımıza bambaşka bir kültür dönemi çıkıyor.
Arkeologlar bundan 3000 sene evvel Mısır da yapmış olduğu kazılarda ağaçdan yapılmış bebekler bulmuşlardır.
Onlar; o zamanlarda oyuncak olarak görülmemişler.Öldükden sonra sahiplerini yalnız bırakmıyan inanç yoldaşları olmuşdur.
Amerika'lı Hopi-Kızılderileri ise çocuklarına dini seromonilerin de minyatür bebekler hediye ederlerdi.O bebekler yer ve gök arasında ki ruhları temsil ederlerdi.
Bebek yapıcıları her geçen gün bu sanatlarına yenilikler eklemiş.
Tahta,seramik,ton,bez ve mısır kocanından faydalanmışlardı.
Eski Yunanlılar 5.nci yüzyılda Ton dan yapılmış Hıristiyanlığı temsil eden bebekler;
askeri oyuncaklar yapmışlardı.
Orta çağlarda bu bebekler oyuncak devrine girmiş.15 nci yüzyılda büyüklerin vazgeçilmezleri olmuşdur.

Şimdi sizlere bu bebekler erkek çocuklarının da oyuncağı dersem sakın şaşırmayın.Bebek oyuncaklar bir yerde ailenin bir parçası olarak göründügü için erkek ve kız çocukların müşterek objesi olmuşdur.En ünlü bebeklerin yapıldığı şehir Nürnberg'dir.O günlerden kalmış bir çok bebek müzeleri süslemektedir.
19 nci yüzyıllarda kültür objesi olan bu bebeklerin.Başlarında porselen kulanılmaya başlamış.En nadide kumaşlar kullanılmıştır.Gövdesinde,mum,talaş,bitki lifleri kullanılmışdır.Çoğu bebeklerin saçlarında da hakiki insan saçı kullanılmışdır.
El ve ayakların hareketli bölümlerinde tahta dan faydalanmışdır.
19 yüzyılın ortalarına kadar bebekler daha çok büyüklerin oyuncağı olmuş; daha sonra, bu çocukların ellerine verilmeye başlanmışdır.Bu gün bir çok kişi bu bebeklerin koloksiyonunu yapmaktadır.Bunların arasına eşimle birlikte bende katılıyorum.
Bu gün bu bebekler zamanın getirdiği teknoloji sayesinde çok daha modernleşmiş.
Yürüyen,konuşan,yüz mimiklerini ses alımları ile değiştirilebilen,bebekler oluşturulmuşdur.
Bu gün çocuk dünyasının içinde en büyük dost olan bez bebek, zamanla birlik de yarışmış.Biz büyüklerin bile belleklerinden çıkmamışdır.
Biraz gerilere gidecek olursak hepimizin yaşamında bir bez bebeğimiz olmuşdur.
İster erkek çocuğu olsun isterse kız çocuğu olsun.Zaman gelmiş o bir kücük yastık şeklini almış.Bir gün gelmiş ufacık battaniye olmuşdur.
Haftanızın mutlu geçmesi dileği ile.
Saygılarla.

Perşembe, Haziran 21, 2007

DOĞANIN GÜZELLERI...




Hyoscyamus Niger: Siyah Ban otu olarak tanınır.Solanaceae familyasında yer alan bir bitki olup, kök, yaprak ve meyveleri skopolamın, hyosyamin ve atropin gibi alkaloidler içermektedir.Yaşam bölgesi;Doğu.batı Asya,Kuzey Amerika,Avusturalya,Orta Avrupa.Bu alkaloidler, parasempatik sinir uçlarını paralize ederek yüksek ateş, deride kuruluk, flüshing, taşıkardi, mide agrisi, barsak haraketlerinde azalma, hallüsinasyon, ataksi ve komaya neden olamakta böylece tipik atropin zehirlenme tablosu oluşmaktadır.

Helleborus Niger:Çiğer otu olarak tanınır.Yaşam bölgesi Güney ve Orta Avrupa bahçelerimizde görünen bitkilerden biridir.Kaşıntı ağız enfeksiyonları,kuşma migde ağrısı kolik ishal,göz bebeklerinin büyümesi.Zehirlenme durumunda görülen belirtilerdir.

Taxus Baccata: Porsuk ağacı olarak tanınır.Orta ve Güney Avrupa da yaşam bölgesini seçmiştir.Cam türleri gibi iğne yapraklılar sınıfına girer.Kireçli toprakları sever.
Kırmızı meyvelerinden yendiği taktirde;ağzın kuruması,dudakların kırmızı bir renk alması,kusma gözbebeklerinin canlılığını kaybetmesi,üreme organlarının bölgelerinde şiddetli ağrı,Kalp, kan dolaşımı,ciğer ve böbreklerin çalışımının sekteye uğraması ile felç ve ölüm.

Aconitum Napellus:Bağan otu olarak tanınır.Yaşam bölgesi dağlık bölgeler Orta Avrupa
nemli toprakları sever.Yanma ve kaşıntı,bütün vücuda yayılarak deri üzerinde hissizleşme,ağar kusma kolik ishal,görme bozuklukları,kasların kasılması,şiddetli ağrı,kalbin ritiminin bozulması,nefes alma bozukluğu,felç olma tehlikesi, ölüme kadar gider.

Colchicum Autumnale:Acı çiğdem olarak tanınır.Avrupa'nin her bölgesinde görülür.İçinde bir çok elementler bulunan toprağı sever.2-6 saat sonra görülen rahatsızlıklar.Şiddetli kusma ve ishal,Felc,şok,kan dolaşımının bozulması.

Daphne Mezereum :Dul aptal otu olarak tanılır.Yaşam bölgesi Avrupa,Anadolu,Küzey Asya dir.Tohumları ile gelen tehlikeler;Yanma iltihaplanma,deri üzerinde kırmızılık su toplama,kusma ishal,kramp,kalp ve kan dolaşımı bozuklukları.

Datura Stramonium:Boru çiçeği olarak anılır.Senelik bitki olup killi ve kumlu toprağı sever.Sinirlilik,bayılma,göz bebeklerinin büyümesi,ağız kuruması,Yüksek ateş,kalp atışlarının hızlanması,idrar atımında zorluklar.

Atropa belladonna: Güzel avrat otu olarak tanılır.Yaşam yeri Avrupa olup orman kenarlarında çok görülür.Killi ve kireçli toprakları sever.2 metreye kadar büyür.Meyveleri yendiği taktirde,Göz bebeklerinin büyümesi.Ağzın kuruması,kalp atışlarının hızlanması,deri kızarikliği,yüksek ateş,hayal görme "serap".

Şimdi şaşıracaksınız yukarda bu zehirli bitkilerin birer şifa bitkisi olduğu; onları aktarlarımızdan alarak kullandığımız da bir diğer gerçektir.
Bu şifa otlarını doktorunuz bilgisi dışında kullanmaktan çekinin.
Her şeyden önce onları nasıl şifalı ot olarak kullanabiliriz ?
Bu konuda tam bilgi almadan;
sakın kullanmayın cünki bizleri sakat ve ölüme kadar sürükliyebilir.
Her zehir dozunun ve bileşimlerin neticesinde bizlerin bir yerde kurtarıcısı da olur.
Onlardan nasıl faydalanabileceğimizi uzmanlara, bize ise o güzellerin seyri kalsın.
Bir başka günde bitkiler dünyasında beraber olamak üzere.
Saygılarla.

Çarşamba, Haziran 20, 2007

YEŞİL FASULYE ? /Phaseolus vulgaris


Önce onu tanıyalım.

Fasulye (Phaseolus vulgaris), baklagiller (Fabaceae) familyasının Phaseolus cinsinden Orta Amerika menşeli, bir yılda yetişen otsu bir bitki türü.

Peki onun bir de Morfolojik özelliklerini taniyalim.

Boğumlu gövdesinde tüylü ve yeşil renkli bileşik yaprakları bulunur. Yaprakların koltuğundan salkımlar hâlinde çıkan kelebeksi çiçekler beyaz, pembe ya da mor renklidir. Dik çalı biçiminde (yüksekliği 30-75 cm) ve sarılıcı özellikte (yüksekliği 1-2 m) başlıca iki formu vardır. Yassı, yuvarlak, düz ya da kıvrık olabilen meyvelerinin uzunluğu 5-25 cm arasında değişir ve genellikle yeşil renktedir.

Onun Ekolojik özelliklerinden bahs edecek olursak.

Soğuğa duyarlı bir bitki olan fasulye, hemen her tür toprakta yetişir. Fasulyenin bugün dünyanın pek çok yerinde yaygın olarak tarımı yapılmaktadır. Yaklaşık 80 çeşidi vardır. Bütün baklagiller içinde en çok tüketilen sebzelerden biridir. Tohumdan yetiştirilir.

Gelelim onun faydalarına.

Taze fasulyenin, vücudun çalışmasını, gelişmesini ve tamirini sağladığını vurgulayan uzmanlar, genç-ihtiyar herkese tavsiye ediyor. Uzmanlar, taze fasulyenin, pankreas bezesini, böbrekleri, karaciğeri ve kalbi kuvvetlendirdiğini, albümin ve şekerde de çok fayda verdiğini bildiriyor.

ŞİMDİ YAZICAKLARIMI DIKKATLE OKUYUN.
Zehirli bir bitkidir.
Onu çiğ olarak yediğimiz zaman başımıza neler gelir bilirmisiniz;
Baş dönmesi,migde ağrısı kusma,kanlı ishal,ateş ve titreme,terleme.Vücud da kramp belirtileri şoka girme.
Peki nasıl oluyorda yukarda bu kadar faydalı bir bitkinin bu kadar zehirli olması tezat bir durum değilmi ?
Hayır içindeki zehir pişirildiği anda yok olmaktadır.
Şimdi dikkat edeceğimiz tek şey onu çiğ olarak yenmemesidir.
Değişiklik olsun diye salataya çiğ olarak katılması veya hamilelik devresinde aş erme durumlarında çiğ olarak yemekden sakınılmalıdır.
Bu gün faydalı bir bitkinin negatif yönünü de tanımış olduk.
Bir başka bitkilerle ilgili yazıda beraber olmak üzere .
Saygılarla.

Salı, Haziran 19, 2007

Trafik canavarı her yerde aynımı ?


Trafik Canavarı diye adlandırdığımız kazalar,dünyanın her tarafında olabiliyor.
Bu gün sizlere iki gündür Tv.lerde acı bir haber olarak verilen bir otobüs kazasını aktarmaya çalışacağım.
Almanya'nın Sachsen-Anhalt şehrinin bir küçük kasabasında yaşlı insanlar bir araya gelerek bir gezi tertiplediler.Her şey mükemmel di.Neşe ile otobüslerine binerek yola çıktılar.
Kader onları sürrat yolunda yakaladı.Trafiğin sıkışık olması neticesi ile yavaşlıyan otobüs arkadan gelen bir inşaat firmasına ait kamyonun sürratla çarpması ile savrularak yoldan çıkıp, takla atarak parçalandı.
Kamyon şöferinin ifadesine göre otobüsün stop lambalarını son dakikada gördüğü o arada su içmek için şişeye uzandığı ifadesi idi.
Buraya kadar hepimizin bildiği görünümler den bir tanesi.

Gariplik bundan sonra başlıyor:

Olay yerine 220 kadar kurtarma ekibi çeşitli branjlardan.70 polis.5 Helikopter.
Yaralılar hemen en yakın Üni hastanelerine helikopterlerle acilen sevki.Hayatlarını kaybeden 13 kişinin tv.ler tarafından çekimini önlemek için kurtarma ekipleri tarafından brandalarla bir duvar yapılarak sevkine kadar tedbir alınması."Aileleri ani şoka girmelerini önlemek icin".Trafiğin normale dönmesi için yolun kesilip acilen ilgili firmalar tarafından temizlenmesi.Otobüs yolcularına ait özel eşyaların toplanarak muhafaza altına alınması.
Kaza haberinin kasabalarında ki mülkiye amirine haberder edilerek derhal gereken önlemlerin alınmasının sağlanması.
Kasabanın Belediye reisi tarafından büyük bir salonda acilen psikolog ve doktorların da hazır bulunduğu kriz odası hazırlanması. Otobüs de bulunan yakınlarına kazanın nasıl olduğu ve onlara verilecek acı haberlere hazırlanması.
Önümüzde ki günlerde o kasabadaki bütün eğlence ve aktivetelerin durdurulduğunun ilan edilmesi.
Bilanço : 48 Kişinin bulunduğu otobüsde 13 ölü , ağar olmamak üzere 35 yaralı.
Son 15 sene içersinde en ağar otobüs kazası olarak geçen
bu haber üzerine Tv. ve gazetelerde yapılan yorumlar.
Tarafik Canavarı her zaman aynı canavarda.Onun yarattığı kaosla mücadele.Çok değişik.
Sıkca haberlerde izlediğimiz kazalarla karşı karşıya getirince.
Bana bir şeyler çok garip geliyor.
Ya bizler böyle kazaları sıradan görüyoruz.
Belki de bizde en ucuz olan insana verilen değer.
Saygılarla.

Pazartesi, Haziran 18, 2007

BIR ANADOLU MASALI...


Panter, ya da Leopar, ya da Pars.
Hani doğa da yok olanlardan bahsederiz ya ara sıra;
bu hikayede, kitapların veya internet sayfaların da kalacak bir belgesel.
Yazı biraz uzun, zaman ayırmanız lazım.Belki o zaman belleklerimizden kaybolan çok şeyler gibi biraz olsun bir kırıntısı kalır umuduyla.
Bir benekli yukarda yazdığım gibi ister adına Panter, Leopar isterseniz Pars deyin. Deyiminize bir de SON ekleyin.
Sakın dünyanın uzak köşelerine ait bir öykü sanmayın.
O Anadolu’nun Neolitik çağlardan beri sakini olmuş Anadolu Panteri
ve 17 Ocak 1974’te Beypazarı’nda bıraktığı son pati izi .
Anadolu,"Biraz Tarihçe"
Yaklaşık 250 milyon yıl öncesine kadar devam eden süreç içinde, daha yaşlı kıtalar bir araya gelerek tek büyük kıta Pangea’yı oluşturmuşlardı. Bu süper kıtayı tek bir okyanus olan Pantalassa kuşatıyordu.
Daha sonra bu süper kıta, levha hareketleri sonucu yaklaşık 200 milyon yıl önce parçalanmış; kuzeyde Lavrasya, güneyde ise Gondwana olmak üzere iki kıtaya ayrılmıştı. Bu iki kıta arasında doğu – batı uzanımlı, batıdan kapalı, doğuya doğru “V” şekille açılan büyük Tetis Okyanusu oluşmuştu. Anadolu da bu Tetis Okyanusu’nun bir parçasını oluşturuyordu.
Anadolu’nun bugünkü şekline ulaşan jeodinamik evrimi, altmış milyon yıl önce Afrika levhasının - günümüzde de devam eden - kuzeye doğru hareketiyle başlamıştı.
Oligosen devrinin (34 - 24 milyon yıl öncesi) sonuna kadar, Alp – Himalaya dağ kuşağı ve bu sisteme bağlı olan Anadolu’nun güneyinde Toroslar, kuzeyinde Karadeniz Dağları (Pontitler) kıvrımlanarak yükselmiş; Orta Anadolu’da kapalı bir havza oluşmuştu.
Miyosen devrinde (23.8 - 5.4 milyon yıl öncesi) ise Afrika kıtasının kuzeye hareketinin devam etmesine ek olarak, Arap levhasının kuzeye hareketi ve Anadolu levhasıyla çarpışması sonucu, Doğu Anadolu daha da yükselmiş; Anadolu üzerinden memeli hayvanların geçebileceği kara bağlantıları oluşmuştu. 14 - 16 milyon yıl önce, Afrika ve Asya kökenli pek çok memeli hayvan, bu kara bağlantıları aracılığıyla çiçeği burnundaki Anadolu’ya ulaşabilmişti. Anadolu Panteri de bu memelilerden evrilerek oluşmuş, endemik (yöreye özgü) bir Anadolu türüydü.
Pleyistosen (1.7 milyon yıl – 10000 yıl öncesi) devrinin “ilkel” insanının Anadolu’da ilk defa 780000 – 730000 yıl öncesinde görülmesiyle Anadolu’da panterler, bu ilkel insanlarla birlikte yaşamaya başlamışlardı.
Sonra “ilkel” insanlar gitmiş; 30000 – 10000 yıl önce “gelişmiş” insanlar olarak “Homo sapiens sapiens”, yani “bildiğini bilen insan”, yani bizler gelmiştik .
Bu kadar Tarihçe yeter sanırım.
Uygarlaştıkça avlanma tekniklerimizi geliştirmiş, uçanı kaçanı çok uzaklardan öldürebilmiştik.
“Yok ediş”, 10000 yıllık Holosen döneminin başından günümüze dek devam etmiş; Anadolu’yu en az Neolitik çağdan beri vatan edinmiş, Konya, Çumra Ovası’ndaki 9000 yıllık Çatalhöyük ev duvarlarında resimleri bulunan,
Yukarda resmini gördüğünüz şişman kadın heykelciğinin iki yanında yer alan panterlerin sonuncusunu da 1974’te vurup Tarihi gecmisine noktayı koyduk.
Çok şükür insanlığı bu canavar dan kurtarmayı başardık.
Ve o gün bugündür de, donumuza kadar leopar desenleriyle, emniyet içerisinde yuvarlanıp gitmiş; leopar desenli çantalarımız kapılıp kaçılsa da, bir cep telefonu için trenlerden atılsak da, şehrin en işlek caddelerinde tecavüze uğrasak da, en azından 1974’ten beri hiçbir leoparın saldırısına uğramamıştık.
Anadolu Leoparı’na ilk bilimsel “Felis tulliana” adı, 1856’da Fransız zoolog M. A. Valenciennes tarafından, Klikya Valisi’yken Anadolu Panteri ile ilgili ilk bilgileri derleyen Romalı Marcus Tullius Cicero’ya ithafen verilmişti. “Tullius” ismi Anadolu’nun panterine giderken “Cicero” ismi de Ankara’nın köstebeğine, ikinci dünya savaşındaki asrın casusu İlyas Bazna’ya takılacaktı .
Anadolu panterleri, Ege Bölgesi, Toros Dağları, Köroğlu Dağları’nda doğal yaşamlarını sürdürmeye çalışırlardı. Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerinde ise boyutları daha küçük olan İran Parsı (Panthera pardus saxicolor) yaşardı. Sonuncusu Şubat 1970’te Hakkari / Uludere’de Şehit Şen tarafından vuruluncaya kadar Anadolu’da kaplan da (Panthera tigris virigata) yaşardı. Prof. Dr. Turhan Baytop’un araştırması ve bulguları, Nihat Turan’ın “Türkiye’nin Memelileri” kitabında da yer almış; bu son Hazer Kaplanı’nımızın kuyruğunun Irak’lı bir aşiret reisine kamçı olarak kullanılması için satıldığı belirtilmişti. Şu anda son kaplanımızın postu kuyruksuz olarak Ali Üstay Kolleksiyonu’nda bulunmaktadır.
Hitit Kabartmaları’nda bile yer alan Anadolu’daki aslanların sonuncusu ise 1890’da vurulmuştu. Aslanımız gibi “çita”mıza da Anadolu’nun 20. yüzyılını göstermemiştik.
Yirminci yüzyıl boyunca pek çok Anadolu Panteri avcılar tarafından kaplan kapanlarına düşürülerek ya da domuz avında kullanılan şevrotinlerle (dokuz bilya/buck-shot) acımasızca öldürülüp, avcıların omuzlarında, fotoğraf makinalarına verilen pozlarda yer almışlardı.
Zaten 5 Mayıs 1937’de çıkan Kara Avcılığı Kanunu’nda leoparlar her vakit avlanılabilen “zararlı memeliler” arasında yer almaktaydı. Uludere’de öldürülen son kaplanımız da bu zararlı memeliler kapsamındaydı.
Kuşadası’nın güneyindeki Dilek Yarımadası’ndan, Ağrı’ya tüm Anadolu, sayısı oldukça azalmış panterlerine dar edilmişti. Kiminin postu bir hanıma kürk olsun, beyninin altındaki omuzlarını ısıtsın diye Sirkeci’deki hanlarda pazarlanıyor, kimininki dibinde okeye dönülen bir kulüp lokalinin duvarına dekor oluyor, kimininki kendisini Hacı Bektaş’ta kader ortağı başka bir Anadolu Panteri postunun yanında, kimi kendisini Ege Üniversitesi’nin Doğa Tarihi Müzesi’nde, kimisi Diyarbakır Ana Jet Üssü’nde buluyor, kimisi de oradan oraya dolaştırılırken murdar oluyor, çürüyüp gidiyordu.
Ama hiçbir avcı Anadolu Panteri’nin nesline Mantolu Hasan’ın verdiği zararı veremedi. 1930-1950 yıllarında İzmirli avcı Hasan Bele, tek başına yaklaşık on beş panteri öldürdü. Bu sayı, Atatürk zamanında Ankara’ya gelen ve Türkiye’de zoolojinin kurucusu olarak bilinen ve panterin Anadolu’daki dağılımının haritasını yayınlayan Dr Hans Kumerloeve’nin “Türkiye’nin Memeli Hayvanları” araştırmasında da elli olarak belirtilmekteydi
Mantolu Hasan vurduğu panterlerin postlarını gövdesine pelerin gibi dolayarak dolaşırdı. Bu katliam ancak devrin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün kendisine bir çifte verip, bir daha panter vurmama sözü almasıyla son bulmuştu.
Anadolu Panteri’nin bugüne kadar doğada canlı olarak çekilebilmiş tek fotoğrafı 1949’da, Malatya / Gölbaşı’nda, mülteci Alman bilim adamı Prof. Dr. Curt Kosswig tarafından çekilmiştir. 1946’da Cafer Türkmen tarafından çekilen panter fotoğrafı, İzmir Hayvanat Bahçesi’ndeki Zoza’nın fotoğrafıdır.
Daha sonra, kalan bir avuç Anadolu Panteri;

12.02.1967’de Ali Çalayır tarafından Bolu / Seben İlçesi'nde vurularak,

Ocak 1969’da Hatay / Samandağ’da eşeğini parçaladığı bir köylünün, eşek leşinin üzerine döktüğü zirai ilaçla zehirlenerek,

1970’te Kars / Karakale Köyü’nde vurularak öldürülmüş,

son olarak da 1972’de Ağrı Dağı’nda ve Eskişehir Çatacık’ta (Mihalıççık) görülmüştü.

Ve gelindi 17 Ocak 1974’e;

Beypazarı’nın Bağözü Köyü’ne...

Bağözü Köyü, Beypazarı’na 12 km uzaklıkta, Nallıhan yolundan kuzeye ayrılarak ulaşılan okulu, sağlık ocağı, PTT acentası, kanalizasyonu bulunmayan; köylülerinin ekip biçtikleriyle kıt kanaat geçinip gittikleri yoksul bir köydür.
Bu köy, ABD-Wyoming’deki rezervlerden sonra, dünyanın ikinci büyük Trona rezervinin, yani tabii soda külü rezervinin dibindedir.
17 Ocak 1974 sabahı, Havva Köksal dere yatağı boyunca aşağıdaki bahçelere – yer elması toplamaya gidiyordu. Önden yürüyen kocası ve kayınbabası gözden kaybolmuşlardı. Şimdi dozerle doldurulmuş olan, o zamanki dere yatağında kocaman, benekli bir kedi yatıyordu.
Havva hayatında ilk defa böyle bir hayvan görürken, belki Benekli de hayatında ilk defa bir insan görüyordu. Benekli, Anadolu’da görülen son Anadolu Panteri’nden başkası değildi.
Otuz yıl aradan sonra, Mehmet Ertüzün’le birlikte 11 Mart 2004’te Havva Köksal’ı ziyarete gittiğimizde bize büyük karşılaşmayı anlatmıştı.
- Şöyle uzun kuyruklu upuzun “bir şey”, orada yolun kıyısında yatıyordu. Onu görünce geri geri gitmemle şak deyip kuş gibi üstüme konması bir oldu. Kolumdan tuttu silkeledi; gözlerimi açtığımda yanımda köpek oturağı gibi oturuyordu. Yine gitmişim kendimden. O sırada odundan Süleyman geliyormuş – onu görünce kaçmış...
Benekli dört - beş metre uçup, Havva’nın kolunu kaptığında, o silkelemede kol kırılmıştı. Ama bir gerçek daha vardı, Benekli’nin öldürme amacı yoktu, baygın Havva’nın yanıbaşına oturup beklemeye başlamıştı. (Leoparlar yalnız yaşayan, gece hayvanlarıdır; iki yılda bir, genellikle de Ocak ve Şubat aylarında çiftleşirler. Avlarını boynuzluysa boğazından, boynuzsuzsa ensesinden ısırarak öldürürler. 17 Ocak’ta, gündüz vakti, yerini yurdunu terkedip dolaşıyor ve dibinde savunmasız yatan insanı öldürmüyor olması, kendisine aştan ziyade eş aradığını düşündürmektedir).
O sırada köydeki bir evde bu durum görülmüş, kadın kocasına:
- Kalk yaa; Havva’yı bir canavar yiyor... diye bağırmıştı.
İlk, belki de son defa bir leopar tarafından ısırılmış birisiyle sohbet ediyorduk. Bu sohbet sırasında:
- Çok müthiş, temiz, yani o kadar güzeldi ki, üzerinde kir yoktu – halı gibiydi; onun canlı hali bir bambaşkaydı...
ya da:
- Belki de kendim tepinirken kırmışımdır kolumu... gibi sevgi, koruma ifadeleri de dikkatten kaçmıyordu.
O zaman İzmir’de vatani görevini yapmakta olan oğluna:
- Anneni panter ısırdı diye haber gitmişti. Oğlu izin alamayınca da firar etmişti; Bağözü’ne gelinceye kadar yolda aklına kimbilir neler neler gelmişti.
Silahlı köylüler “alaca canavar”ın peşindeydi. Başören, Çakıloba gibi çevre köylerden de eli silah tutanlar gelmişti. Amansız bir iz sürümü başlamıştı.
Benekli “insan”la karşılaşmış, hayatı kaymış, oradan oraya kaçmaktaydı. Karşıdaki sırta gidip bir çoban ve köpeklerini görünce geri dönüyor, geldiği yolu bulmaya çalışıyordu.
Ahmet Çalışkan müthiş bir avcıydı. “Kapı” denilen, vahşi hayvanların geçiş yapacağı yolakları iyi bilirdi. Benekli’nin geçebileceği kapıyı tahmin edip, kargaların da telaşlı iniş çıkışını gözleyip, köyün yukarılarındaki Kızıl Meşe Mevkii’nde pusuya yatmıştı.
Ve yanılmamıştı; Benekli can havliyle kapıdan geçerken Ahmet Çalışkan 1980 sonrası devlete teslim edeceği mavzerini (Mauser) doğrultup atışını yapıyor, yüz elli metreden Benekli’yi vuruyordu.
Artık yaralı panter kaçmaktan, izini kaybettirmekten vazgeçmiş, can havliyle kuru meşeleri söke söke Ahmet Çalışkan’a doğru koşmaya başlamıştı.
Birisi sağ kalacaktı; Ahmet Çalışkan üzerine koşan yaralı pantere dokuz defa ateş ediyor, yedisinde vuruyor, Panter ise hala koşarak geliyordu. Artık iki metre kalmıştı, Çalışkan son atışını yaptı ve çene altından giren kurşun Benekli’ye takla attırarak döş üstü yere yatırdı.
Benekli can çekişirken, yanına oturup onu sevmeye başlamıştı. Hala bilemiyordu; neyin nesiydi bu alacalı hayvan? Ahmet Çalışkan 1994’te astımdan ölmeden önce şimdi Bağözü Köyü’nün muhtarı olan oğlu Zekeriya Çalışkan’a o anki tarifsiz hüznünü anlatacaktı.
Daha sonra Benekli’yi bir cipe atıp Beypazarı Devlet Hastanesi’ne götürmüşlerdi. Benekli’nin gelişi belediye hoparlöründen halka ilan edilmiş, hastane meraklılarla dolup taşmıştı. Kişi başına iki lira ödetip hastaneye yardım da toplanmış, daha sonra o parayla hastaneye röntgen cihazı alınmıştı.
Bir doktor, hanımı için Benekli’nin kürkünü isteyip, köylülere:
- Bu artık hastanenin malı oldu... deyip, köylüler de itiraz edince:
- Sizi kuduz açısından karantinaya tabi tutacağız... denmiş; köylüler de:
- O zaman ziyarete gelen bütün Beypazarı halkını karantinaya mı tabi tutacaksınız?.. diye sormuşlardı.
Böylece Benekli’ye Ankara’daki Veteriner Bakteriyoloji Enstitüsü’nün yolu, köylülere de ifade verme yolu görünmüştü. Enstitüde sadece panterin beyni incelenebilmiş, onun da tertemiz olduğu ortaya çıkmıştı.
TRT Televizyonu, Hürriyet ve Günaydın Gazeteleri habere geniş şekilde yer verirken, o zamanın delikanlısı Mehmet Ertüzün de bu gazetelerin küpürlerini kesiyor, adını Benekli koyduğu son Anadolu Panteri’ni yok edişimizi asla içine sindiremeden bir düş hekimiyle tanışıp nefes nefese anlatacağı güne kadar arşivinde saklıyordu.
Bu arada avı serbest olan Anadolu Panteri’nin koruma kapsamına alınabilmesi için dergilere yazıyor, belki de bu yazışmaların tuzuyla 1987’de Merkez Av Komisyonu Kararları’nda ıskalanan Anadolu Panteri Avı yasağı, otuz milyara varan para cezalarıyla resmen yasaklanıyor, bu toprakların emaneti, gecikmiş olarak koruma altına alınabiliyordu.
O düş hekimi de daha önce Çumra’da yaşayan veteriner hekim Deniz Cengiz Soykan’ın Atlas Dergisi’ne yazdığı; Mersin’in Mut ilçesinin Çampınarı (Kahtama) köyünün yükseklerinde bugüne kadar kimsenin gitmediği bir ormanlıktaki Kaplan Gediği denen yerdeki bir panterin varlığından söz eden mektubunu okumuştu;
böylece iki meraklı ruh birleşmiş, birlikte 2004 yılından bugüne Benekli’miz ile ilgili bilgileri kaynağından araştırmaya başlamıştı.
Bu konu gazetelerin ön sayfalarında yer alınca, Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü (o zamanların Genel Direktörlüğü), müzesine koyabilmek için Bağözü köylülerine 4000 lira vererek Benekli’yi almıştı.
Köylüler de o parayla önce bir köy odası yapmaya niyetlenmişler, girişteki caminin hemen yanına beton atıp su basmanını çıkmışlardı. Ardından uzun süre inşaata ara vermişler, en sonunda da o betonun üzerine bir imam evi yapmışlardı.
İnsana rastlayıp, canından olduktan, nesli kuruduktan sonra da Benekli’nin başına gelmedik kalmamıştı. Beyni, Enstitü’de deney farelerine yedirildikten sonra getirildiği MTA’da soğuk hava dolabı olmadığı için, kış şartları da göz önünde bulundurularak, tahnit için İzmir’den eksper gelinceye kadar iki bina arasında geçiş yapmak üzere kullanılan bağlantı köprüsü üstünde bekletilmişti.
Müzeye konmak için tahnit işlemi sırasında postu boraksla ovalanmış, kemikleri de ilerideki araştırmalarda kullanılmak üzere gömülmüş, daha sonra gömülen yer unutulmuş, tahmin edilen yerin üzerine de daha sonra bir bina yapılmıştı.
1974 şartlarında tahnit için yapay – hele leopar gözü – bulunması mucize gibiyken aranan bir çift göz MTA’dan Ergun Kaptan’ın bireysel çabalarıyla Orman Bakanlığı mühendisi Nihat Turan’dan bulunmuş, gözün teki elden ele dolaşırken düşürülüp lavabonun altında bir yerlerde kaybolmuştu.
Yıllarca MTA’nın ilk Tabiat Tarihi Müzesi’nin alt katında terfi edilmeyi bekleyen Benekli, 2003 yılında yeni müze binasındaki mekanına taşınmıştı. Ancak insan eli bir kez değmişti, artık hiç de Havva Ana’nın hayatını bağışlayan Benekli gibi bakmıyordu.
Bizce sayıları çok az da olsa kaldı. Bu konuda yapılan çalışmaları açıklamanın mahzurları da var; çünkü elde edilen bilgiler doğrultusunda bazı insafsız eli tüfeklilere hedef göstermiş de olabiliriz. Ancak bulunabilmesi – koruma altına alınabilmesi de bilginin paylaşılmasından ve kalabalık bir ehil ekip çalışmasından geçiyor.
Bunun için de geniş bir alana foto-kapanlar yerleştirilmesi gerekiyor. Foto-kapanlar, deklanşörleri harekete hassas fotoğraf makinaları; önlerinden geçen her hareketli cismin fotoğrafını çekiyorlar. Böylece bir kuyruk da çekilse – arama sahası daralmış oluyor. Panter tespit edildiği zaman dart ile vurulup uyuşturulması gerekiyor. Daha sonra da, varsa diğer bireylere ulaşmak için boynuna verici tasma (transmitter collar) takılması gerekiyor.
Moğol – Amerikan Kar Leoparı Projesi kapsamında, şu anda Gobi Çölü’nün neresinde Kar Leoparı (Uncia uncia) var, boyunlarına takılmış verici tasmaların günde iki defa uydulara gönderdiği bilgi ile herhangi bir internet kafeden dahi takip edilebiliyor.
Benekli’nin gerçek bir Anadolu Panteri değil, bir kordiplomatın Afrika’dan getirttiği bir panter olduğu, daha sonra besleyemeyince Polatlı’da bir çiftliğe bıraktığı, çiftlikten kaçarak Bağözü’ne geldiği, yani MTA müzesinde bulunan panterin Anadolu Panteri olmadığı iddiaları da ortaya atıldı. Bir başka iddiaya göre de, Benekli’miz o yıllarda yavruyken Hayvanat Bahçesi’nce Ankara’lı bir zengine verilmiş ve Ankara Çubuk ilçesindeki çiftliğinden kaçmış ithal bir Afrika Leoparı’ydı. Ancak hem Hayvanat Bahçesi’nin böyle bir uygulaması olamazdı; hem deTürkiye Biyolojisi’nin değerli bilim adamı Prof. Dr. Ali Demirsoy’un ifadeleriyle, MTA beneklisi kuyruk uzunluğu ile birlikte iki metre otuz santimetreye ulaşan boyu ve yaklaşık yüz kilo ağırlığıyla yavruluktan yeni çıkmış bir panter olmadığı, en az on yaşında - bu toprakların bir panteri olduğu anlaşılıyordu .
Günümüzde, Anadolu memeli faunasında az sayıda karakulağa ve vaşağa rastlanabilmektedir. Ancak Havva’nın kolundaki izler, bu toprakların ilk sakinlerinden Anadolu Panteri’nin son pati, son diş izleridir.
Kemiklerini kaybettiysek de elimizdeki diğer doku örnekleri, ilerideki DNA elektroforezi ile yapılacak karşılaştırmalı genetik çalışmalarda bize ışık tutacaktır.
Şu anda Termessos’tan, Dilek Yarımadası’na kadar pek çok yerde bireysel ya da WWF gibi kuruluşların araştırmaları sürmektedir.
Cemal Gülas’ın Kaçkar dağlarında müthiş bir özveriyle yaptığı çalışmalarda bulduğu izlerin 15 santimetre çapında, 10 santimetre derinliğinde oluşu; bu izin daha küçük yapıdaki Panthera pardus saxicolor’a ait olmayıp, Panthera pardus tulliana’ya ait olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Cemal Gülas, yanından ayrılmayan gerçek kurt Dost’un da uyarmasıyla, ormanın derinliklerine kaçıp kaybolan bir panteri andıran görüntüleri küçük kamerasıyla kaydedebilmiştir.
Şimdilerde TÜBİTAK – Ulusal Elektronik ve Kriptoloji Enstitüsü’nün, Linux işletim sistemini ülkemizde yaygınlaştırma projesinin bir ürününe Pardüs adı verilmişken, Pardüs’ün ta kendisi de bulunup ait olduğu topraklarda yaygınlaştırılmalıdır.
5 Haziran 2002 tarihinde PTT Genel Müdürlüğü, Dünya Çevre Günü nedeniyle Benekli’mizin de yer aldığı bir blok pul çıkarmıştır.
Anadolumuzun Panteri’nin kendisi de elbet bir gün ya da bir gece karşımıza çıkacaktır; ancak bunun için bizim de yaşamını Tanzanya’daki Serengeti Milli Parkı’ndaki araştırmalara adamış; kurduğu daimi çadır köyde hayvanların gizemli dünyalarını belgelemiş Hugo Van Lawick gibi bilimin gönül adamlarına gereksinimimiz vardır.
Beşikler verdiğimiz Nuh’un benekli yolcusu, Anadolu’nun son panteri, Anadolu’nun çocukları siyah beyaz televizyonların başında Pembe Panter’i izlerken, Tetis Okyanusa atılmıştı.
Durum vahimdir ve bu toprakların, bu suların, hatta gelip bu sularda yaşamayı seçmiş başka suların canlılarının , Çin’in pandaları gibi özenle korunma, kollanma zamanı gelmiştir.
Bu derlediğimiz bilgiler göç yolları üzerindeki minik bir su birikintisidir.
Anadolu’yu gelecek kuşaklara kültürüyle, toprağıyla, bozulmamış doğasıyla, jeolojik ve paleontolojik miraslarıyla emanet edebilmeyi diliyor;
sözlerimize Fikret Kızılok’un besteleyip söylediği Ahmet Arif’in dizeleriyle ara veriyoruz:
ala şafakta pusuyum
asi dağlar delisiyim
ve yürekler dolusuyum
anadoluyum
döner misin...
17/ Ocak/2006
otuz ikinci yılda;
otuz ikinci kışta...

Kaynak.babarec.tripod.
Saygılarla.

Pazar, Haziran 17, 2007

BABALAR GÜNÜ...


Bu gün babalar günü.
Bu Pazar çocuklar bir başka uyanırlar, bir başka sarılırlar babalarına.
Onlarsa o an çok gerilere giderler, çocukluklarına, gözlerinin önünde yaşatırlar kendi babalarını.
Hayat da ise; aynı özlemle yanında olmak, çocukluklarına dönmek isterler.
Bu gün bende aynı şeyleri hissediyorum...
Kücük bir çocuk olmak babama sarılıp koklamak.
Yaşam döngüsü, o kücük çocuk da, torunun da yaşar bu günü.
Sonra gözleri dolar yaşlar süzülür, kendi için değildir o göz yaşları doya doya bu günleri yaşıyamayan çocuklar içindir.
O burukluğu o yokluğu çok iyi bilir,söyleyemez.
O gün gözlerinin önüne getirir yaşamının daha başında olan şehit çocuklarını.
Kaderin cilvesi kapısını çalmış talihsiz bi haber çocukları.
Esasın da sıradan bir gündür bu gün, her çocuk yaşı kaç olursa olsun hep arar babasını ister beş yaşında olsun, isterse yetmişbeş.
Babalar Gününüz Kutlu Olsun.
Saygılarla.

Cumartesi, Haziran 16, 2007

ANLAYIŞ FARKI...



Guardian'da Türk bayrağı için çirkin benzetme


İngiliz The Guardian gazetesi, Türkiye'deki Kuzey Irak'a operasyon ve cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmalarına değinerek, "Asıl mücadele Türkiye'nin içinde, sınırlarında değil" diye yazdı.
Guardian yazarı Jonathan Steele, yorum yazısına, "Boğaz boyunca, çirkin rüzgar değirmenlerini andıran yüksek direklerde dev kan kırmızısı bayraklar dalgalanıyor" .
Milliyet.

FANTASY SLIP ENGLAND
Bir Ingiliz Firması Internet'de Kredi kartı ile satışa sunmuş.
O zaman kızalım mı bu habere.
ANLAYIŞ FARKI...

Cuma, Haziran 15, 2007

Balıkcı ve kedisi...




Her sabah güneşin doğuşunu penceremdem seyrederdim.Onun denizin derinliklerinden yükselişi ile hayata bağlandığıma inanırdım.
Bu bekliyiş de yalnız değildim.
Günün ilk ışıkları ile sahilde benim gibi bekliyen biri daha vardı.
Aynı noktada gün be gün denizden dönecek ihtiyar balıkçının ziyaretçisi, bir kedi.
Hiç üşenmeden ikimizde güne öyle başlardık. Ben güneşimi,o da kadir dostunu. Güneşin sıcaklığını tenimde hissetiğim zaman ruhumda bir huzur duyardım.
O ise ihtiyar balıkçı sandalı sahile yanaştirdiği zaman;
çizmelerine sürünür , iki dost birbirlerine bakışırlardı. Uzakda oldukları için bir şeyler söylediklerini ağızlarının hareketlerinden anlardım.
Sonra yavaş yavaş sahili yanyana terk ederlerdi.
Bazen kıskanırdım o ihtiyar balıkçıyı, o yalnız değildi.
Her sabah onu bir bekliyeni vardı.
Benimse çok az kalmış bir ömrüm.Doktorum beni son muayemde Allah dan umud kesilmez sözleri ile uğurlamışdı.
Bir sabah içimde bir burukla uyandım.
Penceremde ki koltuğuma oturduğum zaman benim ruhumu ısıtan güneş kara bulutların ardında kalmışdı,sahili ise hırçın dalgalar dövüyordu.Rüzgarın bana getirdiği, sahilde ki kedinin sesinden başka bir şey değildi.
Tüylerim ürperdi.
Onun kadir dostu hala dönmemişdi.
O ise sahilde bir oraya bir buraya koşuyor, denize doğru çığlık çığlığa haykırıyordu.
Gözlerim bir noktada kilitlenmişdi.
Saatler birbirini kovalamış o ise sağa sola koşmakdan, denize haykırmakdan yorgun düşmüşdü.
Biliyordu o azgın dalgalar dostunu ondan almışdı.Geriye doğru bir kaç metre sahilden uzaklaşdı.
Kafasını benim pencereme doğru çevirdi.Gözlerimde ki süzülen yaşlara bakarcasına.Sonra hızla sahile koştu dostunu koynuna alan azgın dalgaların arasında kayboldu.
Donmuşdum.
Her sabah onların bu dostluğundan yoksundum artık.
Onları hiç bir şey ayıramamışdı.
Ertesi gün elimde bir demet papatya ile o sahilde idim.
O büyük sadakate,sevgiye son görevimi yapmak üzere.
Güneş yüzümü ısıtırken deniz sakinleşmiş, onun ışıkları altında uykuda gibiydi.
Çiçekler yavaş yavaş gözden kaybolurken, ayaklarımın arasında minicik bir kedi tenimi okşuyordu.
Sanki bana hayat yeni başlıyor dercesine.
Beraberce evimize doğru yol aldık.
Şimdi penceremden o sahile yalnız bakmıyorum.
Yanımda kadir dostum var onunla birlikde güneşin doğuşunu seyrediyoruz.
İkimiz de ihtiyar balıkçı ile onun kadir dostunu görüyoruz.
Artık yalnız değilim evimiz mutluluk havası ile dolu.
Her şey yeniden başlamışdı benim için.Tıpkı doktorumun bana bu bir mucize dediği gibi.
Eğer o sahilde yorgunluğunuzu atmak için eski banka oturursanız başınızı sağa çevirin bizi pencerimizde görebilirsiniz.

H.A.E.

Saygılarla..

Çarşamba, Haziran 13, 2007

YUNUS..



Bu gün sizlerle çok sevimli bir canlıyı tanıtmaya çalışacağım.Onu mavi sularda sürüler halinde, bir batıp bir çıkan balık olarak tanırız.Esasında o bir balık değil bizim gibi memeliler sınıfındandır.
Devamlı olarak doğadan bahs eder onu korumakla bizimde yaşamımızın devam edebileceğini söyleriz.Doğa da bulunan her canlıda bunun bir parçası olduğunu bildiğimiz halde.Indüstrü ve Eğlence adı altında bir çok canlı hayvanı özgürlüklerinden alıp kendi çıkarlarımıza alet ederiz.Bu bilinci de aynı zamanda çocuklarımıza da aşılarız.
Onlara hak gördügümüz bu durum da ne kadar haklıyız ?..
Bunlar dan bir tanesini ele alalım "Yunus Balığı"
Doğada özgür bir Yunus balığı 50 yıl yaşar.
Esaret durumunda,% 53 cü ilk 3 ay içersinde yaşamını kaybeder.

Özgür yaşamında canlı balıkla beslenir.
Esaret yaşamında ise ancak kalite düsünülmeksizin ölü balık o da animasyon çalışmaları içinde mükafat olarak verilir.

Doğada Yunus'lar sürüler halinde aile kompleksi içersin de ömürleri süreci yaşarlar.
Esaretlerinde ise beton bir havuzda bu yaşamdan yoksundurlar,çoğu zaman onları intahara kadar sürüklemektedir.

Özgür olan bir Yunus günde en az 100 mil kadar yüzer.Su yüzeyinden sıçrama yaparak kafa üstü dalışlarda bulunur, bu 300 metre derinliklere kadar ulaşır.
Esaretde ise bu 8 ayak derinlikde bir beton havuzdan başka bir şey değildir.Dünya da hiç bir havuz onların doğada ki yaşam alanının 100 binde biri bile olamaz.

Özgür yaşamda tuzlu suda ve içeriği bir çok elementler bulunan bir suda yaşar.
Esaret de ise Klorlu bir su içinde kendi kotları bulunan yosunlara karşı bazı kimyasal maddeler bulunan suda yaşar.

Doğa da Yunuslar birbirleri ile Sonar sistemini kullanarak anlaşırlar.
Esaretde ise bu beton bir havuzda imkansız bir şeydir, tam aksine beton onların çıkardıkları sonar dalgaları ters bir akım yaparak acı çekmelerine neden olur.

Doğa da her iki veya üç sene arayla 16 / 17 yaşında ki Yunus anne yaşamı boyunca 6- 7 defa anne olurlar.
Esaret durumunda bu 3 de bir nispetinde imkansızdır.
Beton bir havuz içersinde yavrusunu büyütebilmesi çok daha zordur.Esaret içinde doğan Yunusların ömürleri de çok kısadır.

Doğada yaşıyan balıklar bir cenber içinden geçmezler,açlıklarını giderebilmek için dilenmezler,sırtlarında eşek gibi insan taşımazlar.
Esaret yaşamlarında, onların gururları kırılmış.Harcıyacakları enerji oranında yiyecek verilmesi onları açlığa da itmektedir.Yaşamları tam bir izolasyon içine itilmektedir.

Bu gün Dünyada 175 adet havuz bulunmak da olup ABD,JAPONYA MEKSİKA KANADA olarak dağılmakda ve bu animasyon endüstri zinciri gittikçe artmaktadır.Bu gün tatil bölgelerin de bizde de görülmeye başlamışdır.

Bir iki kücük bilgi vermek istedim.
Tatil gelmek üzere çocuklarımızı alıp Tatil bölgelerinde bu gibi havuzları ziyaret edeceğiz.Onların her sıçrayışında alkışlara boğacağız.
Yukarda vermiş olduğum bir kaç bilgi ile onları biraz olsun tanımış oldunuz.
Ne dersiniz onları doğada mı seyredelim.Yoksa bu beton havuzlara giderek daha çok havuzların açılıp bu güzel memelileri alkışlıyarakmi destekliyelim.

Doğayı korumak her zaman bizim elimizde karar sizlerin.
Saygılarla.

Salı, Haziran 12, 2007

ULUSUN SESLENİŞİ..


"Asker, sınır ötesi harekat için yazılı emir beklerken Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, K.Irak'a operasyonla ilgili "İçerideki 5 bin terörist bitti mi ki dışarıdaki 500 ile uğraşalım?" yorumunu yaptı."
Sayın başbakanım doğru söylüyorsun da bizden "Bu Millet'in den beklentilerin" ne ?.
Bu 5 bin terörist.Kişin içimiz de vatandaş baharla birlikte dağa çıkıp terörist mi oldu...
Biz den beklentin ne ?
Sabır onu zaten yıllardır yapıyoruz.
Sayın Genel Kurmay Başkanımız bizden Ulus olarak yardımcı olmamızı istiyor.
Canından kanından kopan Şehidini,kocasını,babasını,kardeşini gururla Asker selami ile karşılamıyormu...
Haydi askere dendiği zaman 7 den 70 şine yanında olmıyacakmı ?
Biz den beklenen nedir Ulus onu bekliyor.
Sayin Başbakanım "Elbette siyasi olacak karar ama bu kararı alırken istişarelerde bulunmak gerekir. Bu konudaki uzman kurumlarla konuşuyoruz" dedi.
Bu millet mi mani oluyor konuşmayın diye ?
Tam 40 gün kaldı seçimlere sakın meydanlar da o bunu yaptı bu böyle söyledi demeyin.
Gelin hepinize birden oy verelim.Tek bir araya gelip bir şeyler yapın.
Bizler şu son günlerde her ilde verdiğimiz şehitlerle meydanları dolduruyoruz.Onlara son görevimizde bulunuyoruz.
Sizleri vekil olarak Meclis'e seçtik orada kalın gerekeni yapın.Bizler de sizleri seçen olarak onlara görevimizi yapalım.
Bu bir büyük imtihan dır.Bütün dünyanın gözü bizim üzerimiz de.
Tarihe çok şey yazmıştır bu Ulus yazmak dan da hiç korkmaz.
Bu gün kopukluk günü değil.Birleşme günüdür.
40 gün sonra ister o hükümet olsun, isterse bu hükümet olsun.
Ulus olarak cözüm bekliyoruz..
Hem de çok acil olarak.
Bütün kurumlar dimdik ayak da.Bütün Ulus da o kurumların ardında.
Şimdi konuşma zamanı değil; icraat günüdür.
Bu Ulus sizleri meydanlarda değil meclisde görev başında görmek istiyor.Adı hangi parti olursa olsun.
Saygılarla.

Pazartesi, Haziran 11, 2007

KENE...


Bu gün sizlerle bu ufacık paraziti tanımaya çalışalım.
Aşağıda seyredeceğiniz Filmin Internet haklarını ihlal etmemek için Türkçe'ye çeviremedim.Anlayışla karşılıyacağınızı sanıyorum.

Kene nedir?
Keneler 0,2 ile 0,3 mm arası uzunluktadır. Onların sekiz adet bacakları vardır, ve örümcekler ve köpek keneleri ile akrabadır. Kolayca alerjiye sebep olmalarının haricinde, insanlara zararsızdırlar. Isırmazlar ve herhangi bir türde bulaşıcı hastalık saçmazlar. İnsanlar ve hayvanlardaki kepeklerle beslenirler. Bazı diğer türleri, un tozu ile de beslenir. Bir kene sadece bir ay yaşar, ancak dişi kene her seferinde 20-30 adet yumurta üretir. İç çevrenin uygun şartlar içinde olması durumunda, bir sürü kene üreyebilir. Kene Norveç'te en fazla Kasım ile Şubat ayları arasında ürer. Bu müddet ise ev içinde en fazla zaman geçirdiğimiz süredir. Keneler, evdeki evcil hayvanlara ek olarak, polen sezonu dışında, alerjik rahatsızlıkların en önemli sebeplerinden birisidir.

Kene (Ixodoidea), eklem bacaklıların örümceğimsiler (Arachnida) sınıfından kan emici ve gözsüz bir dış parazittir. İnsan, koyun, köpek, kedi, deve gibi canlıların derilerine yapışarak kanlarını emer. "Asıl kene" olarak bilinir.
Keneler virüs, bakteri ile protozoon ve Rickettsia adlı parazitleri taşıyabilirler ve bu ciddi enfeksiyon etkenlerini kanını emdikleri insan ve hayvanlara aktarırlar:
Lyme hastalığı (Borreliosis) genelde kene isirmasi ile insana gecen Borrelia burgdorferi adli bakterinin yol actigi bir hastaliktir.
Hastalik degisik sekillerde ortaya cikar. Deride kizariklik nezleye benzer belirtilerle baslar ve kaslarda, sinir sisteminde, psikiyatrik ve kalp rahatsizliklari olarak kendini gosterir. Genelde hastalik antibiyotiklerle tedavi edilebilir sayet tedaviye hastaligin ilk donemlerinde baslanilirsa.
Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA veya Kırım-Kongo Hemorajik Ateş, KKHA) keneler (özellikle Hyalomma cinsi) yoluyla bulaşan, zoonotik enfeksiyona yol açan bir viral hastalıktır.Sendrom Türkiye'de ilk kez 2002 yılında ortaya çıkan epidemi sırasında tanımlanmıştır.
İlk kene ısırığından itibaren yaklaşık 2 ile 12 gün arasında değişen bir enkübasyon süresi vardır. Hastane kaynaklı enfeksiyonlarda ise (nozokomiyal enfeksiyon) enkübasyon süresi 3 ile 10 gün arasında değişir.
Enkübasyon süresinin ardından grip-benzeri semptomlar görülmeye başlar. Bunlar yaklaşık bir hafta sonra dinebilir. Bununla birlikte hemoraj belirtileri rahatsızlığın ilk 3-5 gününde görülmeye başlar: öncelikle duygudurumda dalgalanma, ajitasyon, zihinsel karmaşa ve boğaz peteşileri. Daha sonra burun kanaması, kanlı idrar ve kusma görülür. Karaciğer şişer ve ağrır. Bunların dışında trombositopeni ve lökopeni laboratuvar bulguları arasındadır. Ayrıca aspartat aminotransferaz (AST), alanin aminotransferaz (ALT) ve laktat dehidrogenaz (LDH) oranlarında yükselme görülür.
Semptomların ilk ortaya çıkışından 9-10 gün sonra hastalar iyileşme belirtileri gösterir, fakat %30'u rahatsızlığın 2. haftasında ölür.
Lymne-Borreliose : Ateş ve baş ağrısı, beyin zarı iltihabı ve kalp problemleri
FSME : Ateş, baş ve eklem ağrısı, bazen de menenjit.
1. Kenenin hızlı bir şekilde fark edilip baş kısmı içeride kalmayacak şekilde vücuttan çıkarılmasıdır.Vücutta kene ile geçen her saniye hastalık riskinin artması demektir. (Teknik olarak en uygun Tickner cihazıdır. Tickner ile kene dondurulup virüs aktarımı en aza indiriliyor.)

2. Kenenin bulunabileceği yeşillik alanlara veya su kenarlarına gidildiği zaman kene ve haşere uzaklaştırıcı spreyler vücuda ve kıyafetlere sıkılmasında fayda vardır.

3. Kene ısırmasından hemen sonra 1-2cm kızarıklık oluştuğu zaman doktora veya hastaneye başvurulması önerilir. Kene hastalıkları için gerekli antibiyotik, hap veya serum tedavisine başlanmalıdır.
Yukarda seyrettiğimiz görselde anlatıldığı gibi Doga'da 3 değişim geçirerek kene olarak oluşmaktadır.Gene gördügümüz gibi bizlere nasıl ulaşabildiği animasyon'da belirtilmiştir.Gözleri olmadığı halde diğer canlıların çıkartmiş olduğu koku sayesinde avına ulaşabilmektedir.Isırdığı zaman acı duymamızın nedeni de salmış olduğu bir sıvı sayesinde tıpkı anestezi yapılmış durumuna gelen yer acı duymamızı önlüyor.Gene yukarda belirtildiği gibi kenenin başına en yakın noktadan çıkarılması tavsiye ediliyor, diğer taraflarına teması onun kızması neticesi ile saldığı bakteriler bir çok rahatsızlığa yol açmaktadır.
"GEÇİRMIŞ OLDUĞU BAKTERİLER KANA KARIŞMASI İLE GÖRSELDE BELİRTİLDIĞI NOKTALARA ULAŞARAK" bizlerin ölümüne bile yol açabiliyor.
Bu gün bilindiği kadar 650 çeşidi bulunmaktadır.Bazıları çok tehlikeli olmakla beraber zararsız olanları,ve alerjik rahatsızlıklarına neden olanlarıda bulunmaktadır.
Hepimize Kene'siz bir hafta başlangıcı dileği ile.
Saygılar

Pazar, Haziran 10, 2007

PAZARIN SOHBETI / ABDEST SUYU


Sildi Hasan dede, Kadir'inin fotoğrafını özenle sildi. Zaten her zaman üzerine titremişti. Öptü Askere gönderirken nişanlamış, dönüşte evlendirecekti. Şehit düşeceğini nasıl bilebilirdi.Hem ağladı... Artık hıçkırıklarını tutamıyordu. Aynı anda Hasan dede gibi Kocatepe'yi dolduran yüzlerce kişi de ağlıyordu...75 Milyon ağlıyordu Kadir'lerine o artık bu Vatanın koynunda yatan Mehmet'cik den bir tanesi artık onlar ölmez ebediyete kadar..

Bu gün de bu sohbeti ben dinliyeyim...

Abdest suyu kadrolaşması



Başkana haber verilmeden Talim ve Terbiye Kurulu'nda önemli değişiklikler yapıldı. "Abdest suyunun" ve "tarikatların faydalarını" ders kitaplarına sokanların etkinliğini artıran atamalar "giderayak daha da kadrolaşma" olarak nitelendirildi.


Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Başkanlığı'nda, "abdest suyunun sağlık için önemi", "tarikat ve cemaatlerin faydaları"nın ders kitaplarına girmesini sağlayan kadroların etkinliğini artırmak için yeni düzenlemeler yapıldı. Talim ve Terbiye Kurulu Başkanı Prof.Dr. İrfan Erdoğan'ın, atamalardan önce bilgilendirilmediği, başkanın da yapılanlara tepki gösterip istifasının sağlanmaya çalışıldığı belirtildi.

Başkan Erdoğan'ın danışmanları da, başkandan habersiz olarak görevden alınırken, yapılan son düzenlemeler "laik, demokrat, Atatürkçü öğretmenlere yönelik kıyım" olarak nitelendiren bazı yetkililer, "Branşlarında yetkin, devlet kitaplarının yazımında özveriyle çalışmış, kitaplarda laik değerler ile Atatürkçülükle ilgili konularda oldukça hassas davranan Özel Kesim Kitapları Şubesi Müdürü Dr. Seyfettin Yılmaz, Öğretim Materyallerini Geliştirme- İnceleme Merkezi Müdür Başyardımcısı Selahattin Çamyar, Müdür Yardımcısı Ahmet Çetin ile öğretmenler Güler Kaplan ve Bekir Pınarbaşı görevlerinden alındı" dediler. Ahmet Çetin’in tecrübeli bir idareci oluğu, Seyfettin Yılmaz’ın alanında doktora yaptığı, Selahattin Çamyar, Güler Kaplan ve Bekir Pınarbaşı’nın ise alanlarında yüksek lisans yapmış uzman öğretmenler olduğu, uzun süredir kurumda çalıştıkları için kurum kültürüne sahip, devletin temel değerlerini özümsemiş deneyimli personel oldukları belirtildi.

EKSİKLİKLERİ SAPTADILAR

Bekir Pınarbaşı ve Güler Kaplan’ın, Kurul Başkanı İrfan Erdoğan’a; 2003 yılında değişen programlarda ve buna göre yazılan ders kitaplarında Atatürkçülükle ilgili birçok eksik bulunduğunu tespit ettikleri ve bununla ilgili bir rapor hazırlayarak sundukları öğrenildi. Kurul Başkanı Prof. Dr. İrfan Erdoğan’ın bu rapor doğrultusunda ders programlarında ve ders kitaplarındaki Atatürkçülükle ilgili eksik hususların tespit edilip giderilmesini sağlamak üzere komisyonlar oluşturdu.. Atatürkçülükle ilgili hazırlanan bu raporun ve rapor doğrultusunda Kurul Başkanının başlattığı çalışmaların özellikle dinci cemaatçi kimlikleriyle tanınan kesimlerde rahatsızlık yarattı.

YALNIZLAŞTIRARAK İSTİFA

Başkanın bilgisi dışında atamalar gerçekleştirilirken, asıl hedefin Talim ve Terbiye Kurulu Başkanı Prof.Dr. İrfan Erdoğan'ı yalnızlaştırıp istifaya zorlamak olduğu belirtiliyor. Erdoğan'ın yerine kurul üyesi Abdülvahap Özpolat getirilmek isteniyor. Özpolat'ın, Program dairesi başkanlığı döneminde, değişen programlarda yer alması gereken laiklikle ve Atatürkçülükle ilgili konulara gereken önemi vermediği, bu nedenle programda gerek laiklik gerekse Atatürkçülükle ilgili birçok eksiğini bulunduğu, bu eksikliklerin kendisine bildirilmesine rağmen çalışma başlatmadığı belirtiliyor.

ABDEST SUYU

Talim ve Terbiye Kurulu'nda, cemaatçi kimlikleriyle ön plana çıkan, abdest suyunun faydaları ile tarikat ve cemaatlerin övülmesini kitaplara taşıyanların etkili görevlere getirilmesinin planlandığı belirtiliyor. Saygı Öztürk /Hurriyet.com.tr