Pazar, Aralık 30, 2007

YENI YIL







Çarşamba, Aralık 19, 2007

YAŞAMIMIZDA Kİ GÜNLER...


Dakikalar saatleri,saatlerse günleri oluşturur.
Günler yılları, yıllarsa bizlerin yaşam
simgeleridir.
O senelerin içersinde öyle günler vardır ki bizleri sevinçlere, hüzünlere boğar.
Hayat süreci böyle bir şeydir.
Yarın ise öyle günlerden bir tanesi.
Güneş ufuktan ışıklarını yeryüzüne saçmaya başlaması ile sevinç,hüzün,bekleyiş başlar o günle.Çocukların cici elbiselerini giyip de günü karşılamaları.Anne babaların o coşkuya katılmaları.Evlerinin bir odasında torunlarını seneler önce evden uçup kendi yuvalarını kurmuş çocuklarını beklemeleri...
Bu dünya'dan göcüp gidenlerin o günde hasretle aranması.
Ziyaretler,geziler,yalnızlıklar.
İşte öyle bir gündür Bayramlar.
Huzurun,mutluluğun,her şeyden önce sıhhat ve sevginin bir nefes gibi içinize dolmasını bu güzel günde elele insanca kutlanması dileği ile Bütün Dostlarımın insanlığın Bayramını kutlarım.
Sevgilerle.

Cumartesi, Aralık 15, 2007

ÇOCUK OLMAK !...


Çocuk olmak hiç büyümemek.
En güzel yıllar diye bahsedilir.Sonra; gençlik, olgunluk yılları.
Kırılma noktası dediğimiz zaman başlar yaşamımızda, ister ona yaşlılığın emareleri deyin,isterseniz „Weiße“ tecrübelerinizin birikimleri.
Keşke hep çocuk kalsaydık deriz.
Uzun maratondan sonra ulaşacağımız nokta orası değilmidir ?
Dikkatle baktığınız zaman her çocuk olgunluğun bir simgesidir.
Yalın hali ile gözlediğiniz zaman onda geleceğinin izlerini görebilirsiniz.Olgunluğun tümünü toplamıştır.İlerdeki senelerde bunlar yavaş yavaş bir kaç noktada yoğunlaşır.
Kırılma noktasından sonra tekrar bütünleşir.

Hiç sinema dağılımında kalabalık içindeki simalara baktınızmı.Bir buçuk saat onları bir yerden, bir noktaya götürmemişmidir...
Onu fotoraf makinenizin karelerine dökmeye kalksanız!!!
Kaç defa deklanjöre basmanız gerekir.Resamın o anı tualine dökmesi için fırçasını kaç kere renklerle buluşturması gerekir...

Çocukluk yılları, matematikde ki rakkamlar gibi bir den dokuz'a kadar değilmidir ?
Zamanla deklemler kurmazmıyız.İster adına cebir, isterseniz modern aritmetik diyelim.
İsterseniz deklemleri harflerle simgeliyelim „x“ ler „y“lonlar.Eşitlediğiniz zaman başlangıç da ki bir le dokuz arası rakkamlar çıkmazmı...
Ya bilinmiyenler; gizemlerin simgesi "sıfır".Bizleri her zaman şaşırtmışdir.
Elimizdeki rakkamın arkasında çok şeyler sunmuş;önünde ise çok şeyleri alıp götürmüşdür.
Çocuk olmak hiç büyümemek veya büyüdükten sonra tekrar çocuklaşmak.Aradaki geçen zaman ömrün törpülendiği yaşam değilmidir...
Gelin hep birlikde bu hafta sonu çocuk olup o kırılma noktasını beklemiyelim.
İyi hafta sonu dilekleri ile.
Saygılar.

Perşembe, Aralık 13, 2007

KÖŞE YAZARI YAZARSA !!! (3)


İki bölümde bir köşe yazarımızın yazısını ele aldık.Ne kadar haklıydı bu yazısıyla; yorumlar gösteriyor ki.
Bizi pek de ilgilendirmiyor.
Böyle gelmiş böylede gider.
Öğretmenlik de bir meslek olduğunu görmeğe başlamışız.
Kalitede iniş çıkışların veya yazarımızın dediği gibi düsüş olan bir meslek.
Hangi bir meslek olursa olsun içinde emek varsa onu saygıyla eşitlemek gerekir.
Yeni mezun öğretmen adaylarına şans verilmesi gerektiğini, eskilerin ise artık miadlarını doldurduğunu bu günün çağdaş sistemine ayak uyduramadığını, mesleklerine nokta koymalarının zamanı geldiğini söylüyor.
Şimdi oturduğum sıradan parmağımı kaldırıp, sayın yazarım bu durumlara getiren sistem değilmi ?
Milli eğitim mükemmel bir sistem ortaya koymuşda bu eski deforme olmuş öğretmenlermi
bu kaosu yaratmış.
Yeni öğretmen adayları bu sistem içersinde bir 10 sene sonra aynı duruma gelmiyeceklermi ?
"Protestolar umurumda olmayacaktır.Vız gelir tırıs gider.Görüşümde fena halde ısrarlıyım."
Tabii ki görüşünüz de ısrarlı olacaksınız.Bu sizin doğal hakkınız.
Bir yerde eksiklikler yazılmalı,yazıldığı gibi de okunmalı.
"Öğretmenleri eleştirmek bu ülkede tabudur."
Tabuları yapanlar bizler olduğuna göre kaldırmak da bize düşmezmi ?
"Yani eğitim fakültesine başlarken durum başka değildi. İşlerinin ÇOCUK ile ilgili olacağını biliyorlardı. Hiçbir şey sürpriz değil."
Ehliyet alıp da Trafiğe arabamızla çıkarken almış olduğumuz eğitimin hiç de aynı olmadığını görmüyormuyuz?
Birden herşeyi bir kenara bırakıp kendimize göre bir sistem yaratmıyormuyuz.Ad bile koyduğumuz "Trafik Canavarı" bireyi olmuyormuyuz?
Ne alakası var ; çok alakası var. Orada bir de hayatımızı ortaya koyuyoruz.
Demek ki bu öğretmenlere haz bir konu değil her meslek içinde olan bozukluklar...
Öğretmenler bizlere iyi veya kötü bir şeyler vermeğe çalışırlar.
Onlarda ellerinde ki malzemeler,çerçeveler içersinde.
Öğretmenlerin bizlere verebileceği kalite sistemin daha doğrusu bizlerin beklentilerin dışında değildir.
Eğer bu gün öğretmenliği bir meslek olarak görebilirsek.O zaman kafamızda yaratmış olduğumuz tabuları yıkabiliriz.
Sistemin son halkasından şikayetçi olmayız.
"Severek hatırladığınız kaç öğretmeniniz var?"Diye soruyorsunuz.
Hatırlamak zorundamıyım?
Eğitim sırasında aynı sıraları, acı tatlı anıları paylaştığım yüzlerce, binlerce arkadaşımı hatırlıya biliyormuyum.Aklımızda kalan belki bir kaçı...
Öğretmenler için kurslar açılmışda gitmemişlermi ?En son hangi kitabı okuduğunu soruyorsunuz.Okumuş olduğu bir kitabı dersi içinde öğrencilerle paylaşma hakkı varmıdır?
"Hayatında başka memleket, başka şehir görmemiş coğrafya öğretmenleri,"
Bu gün yurtdışındaki okullarda Tarih ve Coğrafya dersleri.Çok az; eğitim yılı içersinde dönüşümlü olarak yapıldığını biliyormusunuz?Bu Kimya ve Fizik dersleri içinde geçerli.
Acaba neden ?
Bu gün yabancıları gördügümüz zaman tatil yaparken bile ellerinde bir kitap olduğunu görüyoruz.Hiç merak ettikmi neden bu kadar çok kitap okuyorlar.
Yoksa ilk,lise sıralarında ki eksikliklerimi kapatıyorlar!!!
"Ya bırakın Allah aşkına. Bana Çalıkuşu taklidi yapmayın."
Kaç öğretmene sordunuz?
Çalıkusu olmak istermisiniz diye..
"Eğitim şart!
Eğitim evet şart! Evet ama mevcut olan eğitim DEĞİL!"

Şimdi burada duralım...
Eğitim diyince ne anlıyoruz.
Karıştırdığımız kavram bu değilmi ?
O bahs ettiğimiz kelime okullarda öğrenilen, öğretmenlerin bize vermesi gereken simgemi ?
Kocaman bir HAYIR...
Kücük bir örnek vermek istiyorum.
Sağ şeridi kullanıyorum.Süratim trafiğin bana verdiği limitler içinde.Tam o sırada yolcu indiren bir minibüs sinyalini verip benim önüme atlıyor"geçiyor" ani bir fren yapıyor; ensemden aşağı soğuk terler dökülüyor.
İçimden geçen Annemin bana konuşmayı öğretirken söylemediği ama çevremin bana öğrettiği her türlü kelimeleri sıralıyorum.
Allah'dan arabada yalnızım yoksa o kelimeler bu kadar rahat dökülemezdi.
Böyle bir durumu bana okulda öretmedi, öğretmenlerim diyebilirmiyim...
İşte size bir eğitim ilgili soru.
Kim haklı ?
Merakmı ettiniz.O minibüs söförü ve ben ne kadar okumuş olsam bile haksızım.
Ben arabamda oturmuş tek başına gidiyorum.O ise kamu hizmeti veriyor.Arabasında en az 10 kişiyi, gidecekleri yere ulaştırmaya çalışıyor.Bu Belediye otobüsü olsaydı.Rakkam 40-50 leri bulabilirdi.Eğer benim eğitim seviyem almış olduğum diploma ile değilde.
O öğrendiklerimi yaşamım içinde olgunlaştıra bilse idim.O kamu hizmet yapan vasıtanın benden daha öncelikli olduğunu bilir ona göre hareket ederdim.
Bunu binlerce örnekle verebilirim.
İsterseniz birazda sizlerin yorumlarınızla bir başka bölümde devam edelim.
Saygılarla.

Salı, Aralık 11, 2007

KÖŞE YAZARI YAZARSA !!! (2)


Oldum olası merak etmişimdir. Bu ülkede öğretmenler öğrencilerden neden bu kadar nefret eder? İlkokul ve lise hayatımda biz öğrencilerden tiksinmeyen, baş belası yaratıklar gözüyle bakmayan BİR tek öğretmenim vardı. Psikoloji ve sosyoloji hocası Mustafa bey. Bahçeye çıkıp çocuklarla sohbet eden, ciddiye alan, bizleri ismimizle tanıyan BİR tek oydu. Sınıfına girdiğim aşağı yukarı toplam 60 hoca içinde bir tek o. Utanç verici! Gerisi çocuklara pislik muamelesi yapan yanına yaklaşınca irkilen, çöpe atılası, sevimsiz ve de zır cahil tiplerdi. Görünen o ki değişen bir şey yok.

Bu kadar tiksiniyorsan çocuklardan ve gençlerden niye o işi yapıyorsun? Hayat boyu ne rezillik yaparsan yap atılmayacağını bildiğin için mi? Üç kuruş maaşın garanti olsun, günde dört saat çalışasın, kendini hiç geliştirmek ihtiyacı duymayasın, her tür kaprisini yapabileceğin bir kitlen olsun bir de öğretmensin diye sana saygı gösterilsin diye mi?

Bu kadar yeni mezun öğretmen adayı boş boş tayin sırası beklerken şu eskilerden
esaslı bir ayıklama yapılsa (iyi bir testte yarısına yakını ruh hastası çıkabilir zira) belki de 80 yıldır ulaşmaya çalıştığımız muasır medeniyet seviyesine biraz daha yakınlaşabiliriz.

Protestolar umurumda olmayacaktır.
Vız gelir tırıs gider. Protestolar umurumda olmayacak dedim, hakikaten umurumda değil. Görüşümde fena halde ısrarlıyım.
Öğretmenleri eleştirmek bu ülkede tabudur. “Ay ama çok az para alıyorlar, hayat şartları çok zor, ama çocuklar da çok haşarı, ay ama bak ne büyük “sittres” altındalar, kafayı yemek üzereler, sen hiç bin tane çocukla başa çıkmak zorunda kaldın mı...” Bir kere bu çocuklar son beş yıl içinde bu kadar çoğalmadı. Öğretmenlere iyi para verilmediği de yeni bir haber değil. Son 50 yıldır bu böyle. Sistem ortada.
Yani eğitim fakültesine başlarken durum başka değildi. İşlerinin ÇOCUK ile ilgili olacağını biliyorlardı. Hiçbir şey sürpriz değil. Sen başka bir yeri tutturamayıp ancak oraya kapağı atmışsan ve de “işsiz kalma tehlikesi yok” diye memurluğa talim ediyorsan bu niye benim suçum oluyor? Niye ben senin sıkıntına ve “çocuk nefretine” anlayış göstermek ve çocuğuma eğitim, sevgi ve bilgi veremeyişini sineye çekmek durumunda oluyorum?
Artık yeter! Genelleme yapamazsın diyorlar pekala da yaparım. Ben bu ülkede okudum. Bu ülkenin devlet lisesine gittim. Bu ülkenin devlet öğretmenleri tarafından yetiştirile(me)dim. Bu ülkenin müdürleri tarafından idare edil(eme)dim. Bu ülkenin öğretmenlerinden dayak ve azar işittim. Bu ülkenin öğretmenleri tarafından baş belası sümüklü muamelesi gördüm ve bu ülkenin öğretmenlerinden hiçbir şey öğrenemedim.. Fena halde tecrübeliyim. Bütün cahil ve ruh hastaları da benim lisemde toplaşmadı ya!
“Yazık ki sizi de yetiştiren bir öğretmen” diye sitemde bulunmuş çoğunluk. HAYIR efendim. Beni lise öğretmenlerim yetiştirmedi. Lise öğretmenlerimden bir tanesi de “senin halin nicedir” demedi. Ben ne öğrendiysem dünya, memleket ve kendim hakkında üniversitedeki hocalarımdan öğrendim. Hepsi dünya harikası insanlardı. Sezar’ın hakkını Sezar’a da vermesini biliriz.
Robert, Galatasaray, Amerikan veya Alman liseleri dışında okullarda okumuş kimseden de “aaa bizim hocalarımız süperdi. Bütün haylazlıklarımıza rağmen gülümserlerdi, her derste ilgimizi çekmeyi başarırlardı, hep anlayış gösterirlerdi, çok şey öğrendim, mesleğimi seçmemde büyük katkısı vardır” diyene rastlamadım.
Beni “pirotesto” eden (evet böyle yazmış) öğretmenler de zaten hakiki öğretmenliğin ne olduğunu bilmeyenler. Zorluk çekmenin öğretmenlik olduğunu sanıyorlar.
“Ben oturduğum yerden yeşil dolarlar kazanırken.. onlar neler çekiyormuş haberim yokmuş... Önce benim tedavi olmam gerekiyormuş..”
Mektuplarındaki binlerce imla hataları bile öğretmen olamadıklarının kanıtı. Okura boşuna kızıyormuşuz dahi anlamındaki de’leri da’ları, soru eki mısın’ları, musun’ları ayırmadıkları, noktalama işareti kullanmadıkları için.

Kılavuzlar ortada!

Sorumu tekrar ediyorum ey ahali: Bütün ilkokul ve lise hayatınız boyunca severek hatırladığınız kaç öğretmeniniz var? Kaçı için “çocuk ve genç sever” diyebilirsiniz? Dayağını ve azarını işitmediğiniz kaçı var? Kaçı için “dersi öyle bir coşkuyla ve sevgiyle anlatırdı ki sınıfta çıt çıkmazdı” diyebilirsiniz? Hadi bunu da geçtim kaçı için okuttuğu dersi BİLİRDİ diyebilirsiniz?
BİLMİYORLAR!!!! Okuttukları dersi bilmiyorlar. Milli Eğitim’in dağıttığı ders kitabını ezberlemiş “papağanlar” ezici çoğunluk. Beni vıdıvıdıvıdı “pirotesto” eden öğretmenler! En son hangi kitabı okudunuz! En son hangi konferansa katıldınız? Kursa gittiniz?
Hayatında başka memleket, başka şehir görmemiş coğrafya öğretmenleri, hayatında en son fakültedeyken roman okumuş edebiyat öğretmenleri, Matematik Dünyası dergisini hiç duymamış matematik öğretmenleri, tek bir yeni kelime öğrenmemiş İngilizce öğretmenleri..
Ya bırakın Allah aşkına. Bana Çalıkuşu taklidi yapmayın.
Kimse kusura bakmasın, konuya devam edeceğim.

Ağızlarda bir sakız var ya: Eğitim şart!

Karşımıza olur olmaz her yerde çıktığı için sonunda Cem Yılmaz mavrasını yaptı ama ben mavra yapmayacağım.

Eğitim evet şart! Evet ama mevcut olan eğitim DEĞİL! Mevcut eğitim şart olmadığı gibi bir an önce yasaklanmasında da fayda var. Zira bu program ve bu eğitimciyle faydasından çok zararı var!

Çok ciddiyim! Dayaklı, sövgülü, aşağılamalı, nefretli bir eğitim verilmesin çok daha iyi. Bu kadar kaba, bu kadar saygısız bu kadar hınçlı bir toplum olmamızın nedeni tam da budur. Kendi halimize bırakılsak belki de daha sakin bir toplum olabilirdik. En azından hayli tasarruf ederdik.

Zira bizim eğitimimiz “sevgi” değil “gaddarlık” temeli üzerine kurulu. Müdürlerden muavinlere, muavinlerden öğretmenlere, hademelere kadar giden bir gaddarlık hiyerarşisi var.

Her sabah kar, yağmur, fırtına fark etmez, ön bahçede “içtima” eder, ant içer, tek tek BEŞ müdür muavininin önünden geçerdik. Eteğin bir santim kısa mı? Saçın kulak memeni bir parmak geçmiş mi? Bittin. Saçlarından çekilerek bin bir hakaret içinde (tercihan o ile başlayıp u ile biten) sıradan çıkartılır, eve yollanır, bir de devamsızlık yerdin.

Türk eğitim sisteminin eğitim anlayışı bu! Günaydın sopası, öğlen hakareti, akşam tehdidi!

Hadi diyelim emri Milli Eğitim yolladı, kıyafet böyle olacak dedi. “Saçlardan çekin, hakaret edin, erkekse bir tane de tekme atın” şeklinde bir talimat da mı geliyor?

Burada işte sevgisiz, nefret dolu “öğretmenler” devreye giriyor. Bunu sadist bir zevk alarak yapan öğretmenler. Bu yapılırken ses çıkarmayan diğer öğretmenler de aynı şekilde sorumludur bu arada “Ama ben yapmadım etmedim” yok. Gözünüzün önünde yapılan her şeyden sorumlusunuz!

Benim bir, berikinin üç, onun dört tane sevdiği öğretmen var elbette.

İstisnasız hepsi korkunç demiyorum. (Bu arada sevdiğim tek öğretmenim Mustafa Bey’in yakınlarda öldüğünü öğrendim. Babam ölmüş gibi üzüldüm. Allah rahmet eylesin.)

Ama sistem sevgisizlik ve gaddarlık temeli üzerine oturmuş. İstisnalar bu gaddarlığı yok edemiyor.

“Öğretmen öğrenciyi sevmek zorunda değil” diyemeyiz. Hayır! Öğretmenin birinci vazifesi öğrenciyi sevmektir. Buna mecbur. Asli vazifesi budur. Sevemiyorsa, tiksiniyorsa buyursun başka bir iş yapsın. Ben de çocuklardan çok hoşlanmıyorum ama tutup öğretmenlik yapmıyorum.

Zira ÇOCUKLARDAN söz ediyoruz. Yani senin bir tokadın, azarın yüzünden hayat boyu yüreği kanayabilecek kadar hassas yaratıklardan söz ediyoruz. Haylazlıklarına, umursamazlıklarına, ukalalıklarına aldanıp yetişkin sanmak gibi bir hata yapılıyor. Şimdi kazık kadarken istediğin lafı et bana, umurum değil. Ama o zaman bana veya yanımdakine edilmiş bütün o hakaretlerin aşağılamaların, atılmış bütün o dayakların halen acısını ve hıncını duyuyorum. (Dayaktan söz etmekten bile utanırken ben, nasıl kendilerini savunurlar hiç anlamıyorum)

Sevgi dolu bir eğitimi görmemiş olanlar için forma giymek, hoca gelince ayağa kalkmak, kendisine “eşolueşek” denmesi falan o kadar garip gelmeyebilir. Hatta diyebilir ki “kim kimi seviyor ki..”

İlkokul dörde kadar yurtdışında okudum. Her sabah öğretmen sınıf kapısında ayakta bizi bekler, hepimizin elini sıkar, hatırını sorar, yanaktan bir makas alır öyle sokardı sınıfa. O ayakta karşılardı bizi!

“Ay Avrupalılar ne güzel birbirlerine selam veriyorlar” diyenler! Naha işte eğitim. Selamlaşma, hatır sorma eğitimi!

Bizde ise anasının koynundan daha yeni çıkıp gelmiş altı yaşındaki çocuk daha ilk gün canı istediği zaman tuvalete gidemeyeceğini öğreniyor ve tabii ki çiş planlaması yeteneği henüz gelişmediği için o saat altına yapıyor. Bingo! Okul hayatı rezillikle başlıyor.

Formadan devam edelim. Dünya üzerinde olabilecek en rahatsız kıyafet bizim ilkokul çocuklarına giydirdiğimiz o saçma önlüktür. Bilhassa kızlar azap çeker içinde. İlköğretimi sekiz yıla çıkarma teşebbüslerinin ilk yapıldığı yıllarda ortaokuldaydım ve kazık kadar kızlara beyaz aka, siyah önlük giydirmişlerdi.

Hayatımda hiç bu kadar utanmamış, bu kadar nefret etmemiştim. Ertesi yıl zart diye de boy atmıştım, o önlük fil üstünde kelebek gibi bir şey olmuştu. O zamanlar yeşil dolarlar kazanmadığım için de (demode hocamızın lafı) ne yazık ki yenisi alınamadı ve ben o korkunç şeyi üç yıl giydim.

Durum şimdi de farklı değil. Bana içi boş “zenginle fakir ayrılmasın diye” mavalını okumayın sakın. Zenginle fakir 2 kilometre öteden ayrılır. Beş kat önlük giydir fark etmez.

Bir kere öğretmen tanımızda bir yanlışlık var. Ders anlatan, disiplini sağlayan insan değildir öğretmen. Maaşı bunun için almıyor. Düzgün insanlar olmamız için, hayata hazırlamak için var. Sopayla azarla tiksintiyle mi hazırlayacak bizi hayata?

Telesekreterime şöyle notlar bırakmış öğretmenler: “Sus, terbiyesiz!”

“Otur yerine sıfır!” da diyen olacak mı merak ediyorum doğrusu.

Zaten tam da bunlardan söz ediyorum ben. Senli benli, suslu muslu konuşmalar.. Sınıfta sanıyor kendini belli ki! Ne sıkıcı!

“Evet sevgisiz bir düzen var” diyen bir çok öğretmen de oldu çok şükür. Bana hak veren eğitimciler, müdürler. Durumu fark edenler de var. Var ama.. Burada benim tek başıma bağırmamla bir şey değişebilir mi bilmiyorum.

Bana terbiyesiz diyenlere kötü bir haberim var: Gazetemizin internet servisinin yaptığı “Tuğçe Baran eleştirilerde haklı mı” anketinde en son baktığımda yüzde 74 oranında “haklı” durumdaydım. Bilmem anlatabiliyor mu Türk halkı sizlere bir şeyler???
Sayın Tuğçe Baran'nın üç gün peşpeşe yazdığı yazısını kopyalıyıp buraya yapıştırdım.
İsterseniz yarın bu sistemi kendi icinde günümüze paralel olarak masaya yatıralım.
Saygılarla.

Cumartesi, Aralık 08, 2007

INCE CIZGILER....


Ettekrarü bilhasen
Velevkâne yüzeksen.
Saygilar.

Cuma, Aralık 07, 2007

KÖŞE YAZARI YAZARSA !!!


Sen onu pamuklar içinde büyüt, gözün gibi bak, ıslanmasın diye sen ıslan, üşümesin diye sen üşü, aç kalmasın diye sen aç kal, hastalanmasın diye sen hastalan, yorulmasın diye sen yorul, sırtında taşı, koynunda taşı, başında taşı... Böbreğini, ciğerini, gözünü neyini isterse vermeye hazır ol..

Sonra okula gönder..

Müdürün teki sırf valiye yalakalık yapacağım diye senin 5 yaşındaki yavrunu Kars soğuğunda 2 saat bekletip DONDURSUN!

Müdürün başka teki çok sinirlendiği için senin 10 yaşındaki başka yavrunu Isparta yağmuru altında 2 saat bekletsin.

Müdürün öteki teki 13 yaşındaki başka yavrunun kulağını patlatsın.

Beriki tekme tokat girişip kör etsin..

Nedir bu böyle?

Çocuklardan bu kadar çok nefret eden bir eğitmen ordusu nerede yetişiyor?

Eğitim fakültelerimizde böyle “özel” bir eğitim mi veriliyor?

“ÇOCUK: İğrenilesi mahluk.

ÖĞRENCİ: Nefret dışında bir hissin duyulmaması gereken şey.

GENÇ: Her görüldüğü yerde girişilmesi gereken şeytan işi canlı.

EĞİTİM: İşkence.

ÖĞRETİM: Duble işkence..”

Bu mudur?

Bu çocuklar okulda ne öğreniyor, adam gibi bir şey veriliyor mu, cahiller ordusu mu yetişiyoru geçtik çocuğumuz eve sağ dönecek mi diye endişeyle bekler olduk.

Kimler? Fakir fukara halk tabii ki. Biraz bir taraflarını doğrultan özel okula veriyor. Çok matah bir eğitim alacağından değil eve sağ salim gelsin diye. En azından dağılmamış bir psikolojiyle.

Kars’ın Esenyazı ilçesindeki anaokulu açılışında çocuklar bildiğiniz gibi valiyi saatlerce bekledikleri için donacakları az daha. Aynı günlere oralarda olduğum için Kars soğuğunun ne menem bir şey olduğuna bizzat tanıklık ettim.

Bir şeyin fotoğrafını çekeceğim diye paltosuz çıkıverdim otelden ve yemin ederim beş dakika bile geçmemişti uyuşmaya başladım.

Ona daha yeni oha derken bugün de Isparta’ta gürültü yaptıkları için yağmur altında bekletilen çocuklar haberi geldi.

Bu çocuklar zatürree olunca ne olacak? Müdür bey mi bekleyecek başlarında? Vali bey mi götürecek hastaneye? AKP milletvekili mi alacak ilaçlarını? Öğretmen bey mi yapacak iğnelerini?
Vatan.Tuğçe Baran.
Böyle bir yazıyı okuduğumuz zaman eğitmenler neden kızıyorlar ?
Tabii ki bu yazının birinci bölümü.
Günlerdir gazetelerde yer alan minicik çocukların fotorafları haberlerin ardından
bu yazının bir köse yazarı tarafından ele alınması kadar normal bir şey olamaz.
Eğitim verilen yerin idarı bölümlerinde yapılan aksaklıkların bir parçası.
Bu gibi çarpıklıklar yüzen buz dağının zaman zaman bize görünen kısmi.
Eğer bir öğretmen bu yazıyı yazmaya kalksaydı nasıl yazardı ?
Yarında yazının devamını ele alıp nerelerde görüpde görmemezlikten geldiklerimizin analizini yapabilelim.
Saygılarla.

Cumartesi, Aralık 01, 2007

SEVGILI ANNO'YA

Sanal dünyada bir kardeşlik vardır; ona biz blog kardeşliği diyoruz.
O ekranın arkasında, bizleri birbirine bağlıyan bir başka duygudur.Orada büyük bir aile gibiyizdir.İçimizi döker, kızgınlıklarımızı, isyanlarımızı yazariz.
Zaman gelir bir fikir olur, bazende karşı çıkarız.
Hepimizin kendine has bir karekteri vardır yazılarda.Bir şeyi paylaşmayı beraberliği getirir bizlere.
Gezdiğimiz yerleri, sevinçleri acılı günleri dökeriz sayfamıza.Okurken sevinir, zaman gelir üzülürüz.Sayfalarda bir kaç gün bir yazıyı görmediğimiz zaman telaşa düşer meraklanırız.
Hepimizin ayrı karekterleri taşıyan sayfalarımız vardır.Kimiz güncel yaşamı anlatır.Kimiz yemek tarifi,biraz siyaset.Moda, eğitim.
Böyledir bu blog dostlukları.
Birde bizleri birbirine bağlıyan sıkı bir bağ vardır müşterek sevgilerimiz.Bloğumuz neyi anlatsa
o konu bizleri ilgilendirmesede o sayfaya girer müşterek sevgilileri ararız.
Şimdi sizlerle bu sevgiyi birlikde yaşıyalım.Bir blog vardır adı Kedili Mutfaklar diye yemek tarifleri verir.
Bir dakika; öğle sıradan yemek tarifleri değildir onlar,orada tarifler içten gelen bir yaratıcılıkla yapılır, paylaşılır.Ben yemekten anlamam suçlusu Annem mi yoksa hanım mı desem.Genede her bilgisayarımı açtığım zaman o sayfaya girer okurum.Zaman zaman da yorum bırakırım.Sevgili editörümde anlar ona göre cevap yazar.Esasında beni oraya bağlıyan bir başka sevgi vardır gelin size o müşterek sevgiyi biraz paylaşayım.
"Herkesler çocuklarını Ikea’ya götürüyorlarmış. Oyuncaklar filan varmış, hattâ mama da satılıyormuş diyor Annoya’m. Biz kedi çocuk olduğumuz için götürülemiyoruz öyle yerlere. O da n’aapmış, mama önlüklerini bize getirmiş." diye paylasir sonra :
"Yine ortalığı birbirine katıyorum. Bana ve oğlum Cancan'a hiç kızılmaz bu evde. Çocuklara kızılmazmış çünkü."der devam eder...

Mutfakta yerimizi aldık. Bekliyoruz. Boşa çıkıyor beklentimiz. Kolide bize göre şeyler yok. Çıkanların arasından, Oğlum Cancan yanlışlıkla süs biberi yaprağından yemeye çalıştı. Öööö yaptı sonra. Annoya ağzına süzme yoğurt sürdü hemen. O biberler zehir gibiymiş, ya zehirlenirseymiş oğlumuz mazallahmış. ..

Şimdi bizleri birbirine bağlıyan duyguları anlatabildimmi ?

Bazı günler vardır bizleri acılara boğar.Yaşamın gerçek yüzü.

Müşterek dostlardan bir tanesi aramızdan ayrılır.Anno'ya odasında arar bizlerse onun sayfasında.Dedim ya biz bir büyük aileyiz bizleri birbirimize bağlıyan yalnız yazılar değil.Müşterek dostlarımızdır.

Bazı acılar paylaşılır,paylaşılır,paylaşılır..

Sevgilerle.

Cuma, Kasım 30, 2007

ECEL GÖKLERDE YAKALADI...


Dün gece bir uçak düstü.
O uçakta canlar vardı.
Hepimizi yasa boğdu.Ecel onları havada bulmuşdu
Allah rahmet eylesin, geride kalanlarada sabır...
Haberi üzüntü ile seyrettim; gazetelerden haberleri baştan sona okudum.
Yetkili kişilerin vermiş olduğu haberler acının ne kadar büyük boyutlarda olduğunu gösteriyordu.
Tahsis edilen uçaklarla ailelerin olay yerine götürülmesi onların o anda yaşadıkları açılar bizleri ekran karşısında dahada büyük acılara sevk etti.
Daha sonraki yorumlarda,uzmanlar kazanın oluşumu hakkında bilgiler vermeğe başladı.Uçağın düşme nedeni,o tip uçakların geçmişdeki arızaları.Yolcular içersinde bulunan Profesörler hakkında bazı konumlar ele alındı.
Bu düşen ilk uçak değildi, son uçakda olmıyacak.
Her ne kadar dünyada en emniyetli ulaşım olarak görülsede bu gibi kazaları her zaman yaşıyacağız.
Yapabilecek tek şey böyle kazaları en azına indirmemiz için çalışmamızdır.
Şimdi yazıcaklarım belki çok erken amma, bazı şeyleri yazmamız lazım.
Bu kazayı içimde yaşarken gözlerim bir noktayı aradı.
Belki en iyi hava alanlarına sahip olabiliriz.
Belki en modern uçaklarada sahip olabiliriz.
Belki en iyi yer hizmetleride verilebilir.
Şimdi soruyorum böyle acı olaylarda yolcu yakınlarına bu acı haberi veren onları hazırlıyacak olan psikolojik yardım nerede?
Neden böyle bir oluşum olmamakta.
Neden bu acıyı yaşıyan insanlar böyle durumlarda yalnız bırakılmakta.
Böyle acı bir kazanın ardından olay yerine götürülen yakınların orada yetkililere yavrumu ne olur bana gösterin diye yalvaran insanları görünce bir defa daha ne kadar geri kalmışlığımızı malesef gördüm.
Belki bu yazıyı bir ay sonra yazmalıydım.
O anda içimden isyan ettim.
Kendimi onların yerine koydum bende o anda kaybettiğim yakınlarımın yanında olmak için çırpanırdım.
Peki uçağın neden düstügü için ahkam kesileceğine bu konuda bir bu eksikliği görememekdemi?
Allah yakınlarını kaybedenlere sabır.Hayatlarını kaybedenlere rahmet dilerim.
Saygılarla.

Perşembe, Kasım 29, 2007

MEHTAP


Yatağın içinde bir sağa bir sola döner, sabahın ilk ışıkları pencerenize düştüğü zaman, mahmur gözlerle güneşin doğuşuna bakarız.
Nöbet değişmişdır. Ay, ışıklarını güneşe bırakmışdır.
Uykusuz gecenizin suçlusu kaçıp gitmişdir.Sizi gürültülü bir güne bırakmış mahmur gözlerle.
Her zaman öyle derler; ay gökyüzünde tabak gibi size gülümserken !!!
Ne öyküleri vardır o mavi soğuk ışıklı ay dedenin.
Çocukluğumda okumuşdum kuyuya düşen aydedenin öyküsünü.
Sizde hatırladınızmı ?
Yoksa kalbinizin küt küt vurduğu bir gecede elele ona öylesine baktığınız geceyi.
Denizin üzerinde şekil değiştirerek yakomazların öyküsü.
Hadi hadi hatırlamaya çalışın o şarkıyı adı Mehtap diyemi geçiyordu !!!
Kıskanmışmıydı Mehtap kızım o şarkının namelerine dinlerken.
Yollar vardır baktığımız zaman derinliklere daldıkça daralan.
Ya onun suda açtığı yol her zaman genişlemezmi ufka doğru...
Yalnızmıdır?
Yoksa dünya'ya aşıkmıdır kimbilir ...
Uykusuz bir gecede siz, pencereniz bir de o vardır.
Onun mavi ışığı herzaman içinizi aydınlatsın uykusuz gecelerde.
Saygılarla.

Cumartesi, Kasım 24, 2007

ÖĞRETMENLER GÜNÜ.



Bir güne, bir yıla, bir ömüre sığmıyan gün.
O öğle bir meslektir ki sahip çıkanı yükseltir ışığa boğar, aydınlatır.
O olmadığı zaman karanlığın derinliklerinde beşer kaybolur gider.

" Mualimler! Yeni nesli, Cumhuriyetin fedakâr öğretmenleri ve eğiticileri, sizler yetiştireceksiniz. Ve yeni nesil sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti, sizin maharetiniz ve fedakârlığınız derecesiyle mütenasip bulunacaktır.

Milleti kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden yoksun bir millet, henüz millet namını almak istidadını keşfetmemiştir.

Dünyanın her tarafından öğretmenler insan topluluğunun en fedakâr ve muhterem unsurlarıdır.

Okul sayesinde, okulun vereceği ilim ve fen sayesindedir ki, Türk milleti, Türk sanatı, Türk iktisadiyatı, Türk şiir ve edebiyatı bütün güzellikleriyle gelişir."

Mustafa Kemal Atatürk.

Öğretmenler günü kutlu olsun.

Saygılarla.

Cuma, Kasım 23, 2007

HAYDİ GİYDİRELİM "NÜ" !!!




Ressam Ayşegül Yarar Gaziantep’te dokuzuncu kişisel sergisini açtı.

Ancak ressam Yarar’ın nü tabloları, galeri yönetiminin isteği üzerine sansürlendi.

Bezlerle sansürlenen resimlerin bulunduğu serginin açılışını Gaziantep Vali Yardımcısı Gökhan Veli Kişioğlu yaptı.

Serginin ilk gününde 10 nü tablo bezle kapatıldı.

Ressam Yarar, Nü resimlerinden yedisini sergisinden çekti.

Üç nü tablo ise üzerindeki bezlerle sansürlü olarak ziyaretçileri bekliyor.


Yorum :

Pazartesi, Kasım 19, 2007

OTUR İKİNCİ GÜN ve BLOGLAR


Otur ikinci gün; bu günün davetlisi sıradan vatandaş, desek.Onu blog yazarlarının arasından seçtik, desek.
Konumuz güncel, terör, siyaset, Güney Doğu :
- Sizce böyle bir problem varmı ? Açıkçası Kürt problemi.
- Var.
- Ne zaman farkına vardınız.
- Özal'ın zamanında iletişim ağı kurulması ile.
- Her zaman sorduğum suali sizede sormak istiyorum.Nedir bu problem.
- Senelerin getirdiği kendi içindeki baskının dışında daha başka sosyal yaşamın
olduğunun farkına varılması.
- Sadece bumu ?
- Bundan daha mühim ne olabilirki...
- Bunu bir kimlik arayışı olarak da değerlendire bilirmisiniz.
- Değerlendire bilmem için önce yapısı içinde bir kimliğe sahip olmaları gerekir.
- Son seneler içersinde bir çok yasaklar kaldırıldı.Kürtçe konuşmanın serbestliği tv
yayınları gibi.
- Güldürmeyin lütfen, şimdiye kadar Türkcemi konuşuluyordu.Tv'nın yayınları ile
değişen bir cığırmı açıldı?
- Demek ki orada büyük bir sorun var.
- Hiç bir siyasi partinin konuşmak istemediği bir yaşam tarzı.
- Sosyal yaşamımı kast ediyorsunuz ?
- Evet.Tabular babadan oğula.Anneden kızına süre gelen tabular.
- Eğitim ile bu aşılamazmı ?
- Sanmıyorum eğitim bir noktaya kadar sizi geliştirir.Almış olduğunuz eğitimi
uygulama zemini bulamadığınız taktirde.O düzene boyun eğecek veya göç edceksiniz.
Göç etseniz bile tam olarak entegre edebilmeniz.Bir kaç kuşak alabilir.
- Her şeyi sosyal yapıya bağlamak ne kadar doğru olur ?
- Kern noktası olduğu müddetce.Eğer bu yapıyı kendi içinde değişmediği taktirde bunun
patlama noktası kaosu getirecektir ve getirmektedir.
- Sizin gözünüzde yapılması gereken şeyler nelerdir?
- Orada yaşanan sistemin demokratik bir sistem olmadığını kabul etmek gerekir.
Örneğin aşiret sistemi daha önce Ağalık diye adlandırılan sistem.Töreler ananeler
adı altında yasaklar dizisı.Kendi içinde yaşamış olduğu baskı.
- Evet biraz daha açalım.
- Düsünün bir A partisi ele alalım eğer bir iki aşireti kendine bağlamış ise o
bölgeden birinci olarak çıkacaktir.Diyet olarakda aşiretin getirdiği sosyal
şartlara dokunmıyacaktir.Var olan yasalar ancak buz dağının üst tabakasına
uygulanacak diğer bölüm kendi tarzını koruyacaktır.
- Terör olarak ne düşünüyorsunuz.Benim zamanımda böyle bir kelime yoktu; zaman bize
yeni kelimeler üretti.Bizim zamanımızda o veya bu nedenle dağa çıkan kişilere
Eşkıya derdik.Dağda yaşamını sürdürebilmek için köyler basarlar.İnsanları
soyarlardı.Devletin kolluk birlikleri onlarla mücadele eder ya yok eder veya
yakalar cezalandırırdı.Hiç bir zaman neden dağa, çıkış nedeni araştılmazdı.
- Sizce bu günkü kimlik sorunları, şiddet bumu ?
- Bakın yangını bir kıvılcım çıkarır.Bazen bu yangın hemen söndürülür, bazende
senelerce sürer gider.Söndü sanılır bir hafif rüzgar onu tekrar alevlendirir.
- Şu anda reklama girmek zorundayız.Konuşmamıza reklamlardan sonra devam edelim.Bu
arada gelen emaillerle diğer blog yazarlarının bu konuda ki fikirlerini alalım.
Bölüm I.
Saygılarla.

Cuma, Kasım 16, 2007

PANIK...





Yukarda resimlere bakarak bilinc altinda bizleri Panige sürükliyen nelerdir.
Ne gibi önlemler almamiz gerekir.
Saygilarla.

Perşembe, Kasım 15, 2007

REMIX

Cumartesi, Kasım 10, 2007

HUZURUNDAYIM...


Huzurundayım Atam.
İçimde bir burukluk var.
Almış olduğumuz emaneti layıkiyle yerine getiremedikmi diye ?
69 yıl geçti seni her geçen gün daha çok arıyorum...

- Atam.

- Bu şanlı Ulusun bireyi karşıma geçmiş benden bir ışık istiyorsun.
- Ben o meşaleyi siz Ulusun Gençliğine 69 yıl evvel vermedim mi ?
- Gençliğe hitabem beyaz kağıdın üzerindeki harf topluluğu değildir.
- Orada sana ne yapman gerektiğini bildiren bir emanettir.Onu iyice oku ve benimse.
- Bu fani dünya'ya gelir zamanı gelince gideriz.
- Önemli olan toprak olan vücudumuz değildir.Bıraktiğimiz emanetlerdir.Bu emanetlere
sahip çıkmaktır.
- Ben emaneti tek başıma yapmadım.Canım kadar sevdiğim Ulusumla birlikte yaptım.Onlar bana inandılar; ben onlara inandim.

- Atam bu kısa zamanda çok işler yaptın.
- 69 sene geçti biz bir şeyleri hala anlamadık gibi geliyor.

- İlk yapacağın şey başını dik tutmaktır.Biz Dünya'ya başı dik bir Ulus yarattık.
- Ve ilan ettik.Yurtda sulh, Cihanda sulh.Bütün medeniyetlere hürmette kusur
eylemedik, aynı şeyi bizim için istedik.Dost elini uzatana,kollarımızı açtık.Bana
düşman olarak yaklaşana yerinin neresi olacağını gösterdik.
- Benim inandığım bu Ulus çok işler yapacağını biliyorum.
- Ona emanet ettiğim meşale,mahşere kadar yanacak bir ışıkdır.
- Sana düşen görev ona sıkı sıkı sarılıp,elden ele bu emaneti teslim etmekdir.

- Atam huzur içinde yat.
- Şikayet de bulunmıyacağım, ilkelerine daha sıkı sarılıp bu emaneti arkamdan
gelenlere bırakacağım.

Bu ulusun bir bireyi yaşamının son gününe kadar bu ilkelere bağlı kalacağına dair burada
söz veriyor.
Saygılarla.

ATAM IZINDEYIZ


Bugün, ATATÜRK’ü anlamak; Cumhuriyet’e ve onun laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olan yapısına sahip çıkmak demektir. Bugün, ATATÜRK’ü anlamak; ulusun birliğini, ülkenin bölünmez bütünlüğünü koruyarak geleceğe güvenle bakmak, bu uğurda her türlü fedakârlığa hazır olmak demektir. Bugün, ATATÜRK’ü anlamak; kişisel çıkar ve ihtirasların etkisinden uzak bir şekilde Türk yurdu ve ulusu için çalışmak demektir. Bugün, ATATÜRK’ü anlamak; mutluluğu, yalnız kendi ülkesinde değil, tüm insanlığın barış içerisinde yaşamasında arayacak kadar insan sevgisiyle dolu, üstün bir insanlık anlayışına sahip olmaktır. Bugün, ATATÜRK’ü anlamak; Atatürkçü Düşünce Sistemine bağlı olmak ve bu bağlılığı nutuklarda, söylemlerde ifade etmek değil, bunları davranışlara, uygulamalara yansıtmak demektir.
Ne mutlu Türküm diyene.
Saygılarla.

Perşembe, Kasım 08, 2007

YAŞAMIN İÇİNDEN..



Bir erkeğe saati cilveli şekilde sorduğu gerekçesiyle eşini öldüren sanığa ömür boyu hapis cezası verildi. Bu ceza, cinayeti tahrik altında işlediği gerekçesiyle 20 yıla indirildi.


İZMİR İnciraltı’ndaki bir alışveriş merkezine giden ve çıkışta eşi Sevgi Aguş’u (24) çocuklarının gözleri önünde bıçaklayarak öldüren elektrik teknisyeni F.A. (31) karar duruşmasına çıktı.

Savcı, sanık hakkında önce ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezası istedi. Daha önceki savunmalarında olayı ayrıntılı şekilde anlatan F.A. “Sürekli erkeklik gururumu incitici sözler söylüyordu. Olay günü de böyle davrandı. Eşim devamlı başını bağlayan, pardösü giyen birisiydi. Oysa o gün, bana inat olsun diye dar kot pantolon giydi. Her zamanki tutumun dışında bir tutum sergilediği için her zamanki kıyafetleri giymesini söyledim. İstediklerimi yapmadı. Alışveriş merkezinde cilve yaparcasına yoldan geçen erkek gruba saati sordu. Kendisine çocuklarımızın yanında böyle yapmamasını söyledim, ama beni dinlemedi. Yüzüme tükürdü. O anda tüm şuurumu kaybettim” demişti.
Duruşmada s on sözü sorulan F.A., “Ailemi çok seviyordum. Pişmanım. Daha önceden psikolojik tedavi gördüm. Sinirlendiğim zaman bir anda aklımı kaybediyorum” dedi. F.A.’nın avukatı ise olayda ağır tahrik olduğunu iddia ederek indirim yapılması gerektiğini savundu. Mahkeme heyeti, F.A.’yı önce ağırlaştırılmış ömürboyu hapis cezasına çarptırdı. Ölenin, kot pantolon giyip, tanımadığı erkeğe cilveli şekilde saati sorması, eşine ağır hakaretlerde bulunmasını ’haksız tahrik’ sayan heyet, cezayı 24 yıla indirdi. F.A., pişmanlık indiriminden de faydalandı. Ceza 20 yıla düştü. Sanık karar sonrası mahkeme heyetine “Allah razı olsun” diye teşekkür etti.

“ÖLEN ÖLDÜĞÜYLE KALDI”
Anne ve baba “Kızımız 24 yaşında mezara gitti. Sanık ise 10 yıl sonra özgürce dolaşacak. Böyle ceza olmaz. Ölen öldüğüyle kaldı” dedi.K.Hürriyet

Adam haklı !!!
İnsan kapalı iken hiç kot pantolu gibi şeyler giyebilirmi ?
Bu en büyük tahrik "KOT PANTOLU"
Kadın kısmı hiç bir erkek gurubuna çocukları yanında iken saati sorabilirmi ?
İkinci büyük tahrik "ÇOCUKLARIN GÖZÜ ÖNÜNDE SAAT SORMAK"
Adam psikolojik tedavi görüyor.Kafası bozuk !!!
Hakimin son kararını verdiği an birden düzeliyor.Sağ ol hakim bey diyebiliyor.
Özet :
Bir kadın çocukları önünde kot pantolu giyip bir erkek gurubuna saat sormak
tahriğin en büyügü cezası ölüm...
Bu kişi çocuklarının önünde böyle bir katlımı yapması NORMAL...
Tahmin ediyorum ki bu haberi yazan gazete Milyonlarca kişiyi bu haberle tahrik etmiştir.
Yorum/Soru:
TAHRIK nedir ?
Saygılarla.

Pazartesi, Kasım 05, 2007

DOĞURAN DAĞ...

La Fontaine'den bir Masal

Doğum sancılarıyla kıvranıyordu dağ,
yer gök inlemektedir.
Herkes koşuyordu bu uğultuya :
"- Bu dağ Paris'ten daha büyük bir şehir
doğuracak." diyordu.
Dağsa doğura doğura
bir fare doğurdu.

Bu masalın konusu yalandır, ama
manası gerçektir.
Bu masal ne zaman gelse aklıma
gözümün önüne bir şairi getirir :
O " - Ben öyle bir şiir yazacağım ki der,
mısralarında devler harbedecekler."

Yani bol bol vaadeder, fakat ne çıkar çıka çıka :
hava.
Saygılarla.

Cuma, Kasım 02, 2007

CATLAK SESLER...




Ex-CSU-General sekreteri Söder anlaşılması güç olan bir mesaj gönderdi Türk generallerine !!!
Kim AB 'ye girmek istiyorsa,bir başka ülkeye saldıramaz.Eğer Türkiye Irak'a sınır ötesi bir harekette bulunduğu taktirde derhal AB'ye giriş ile ilgili bütün işlemlerin durdurulmasını istemektedir."Yeni CSU Avrupa milletvekili."

Berlin - Ankara daha karar vermiş durumda değil Irak'a sınır ötesi bir harekette bulunup bulunmıyacağına dair.En önemli Tarih olarak 5.Kasımda Sn.Erdoğan'ın.ABD Başkanı ile yapacağı görüşmeye kaldı.Bu görüşmede PKK ile yapılacak mücadelenin detayları masaya yatırılacak.
Türkiye eğer Irak'a girmeye kaltığı taktirde.AB içersinde Türkiye karşıtı olanlar için yeni fırsatlar yaratacağı söylenmektedir.
CSU bügünlerde Ankara'nın alacağı kararlar üzerinde dikkatlerini toplamış.Ankara'nın Irak'a girmesi taktirde AB için giriş işlemlerinin hemen durdurulması gerektiğini CSU AB vekili Markus Söder çarşamba günü Spiegel gazetesine yapmış olduğu ziyaretde açıkladı.
CSU Türkiye'nın AB üyeliğine tam olarak katılmasına karşı bir parti olarak bilinmektedir.
Söder Türkiye'nın AB için ancak özel bir statüde ortağı olabileceği konusunda partisi olarak çalışmakda olduklarını.Bu son durumda ise çalışmalarını hızlandırdıkları görülmektedir.
SPD partisinden dış işleri bakanı Frank-Walter Steinmeier CSU-CDU yu Türkiye'nin senelerdir AB girişiminde karşı tutumu hakkında artık açık bir tutum göstermeleri gerektiğini söylemişdir.
Eğer dikkatle inceleyecek olursak Türkiye'nın AB girişinde karşı duran partilerin daha çok Hıristiyan demokrat partileri olduğu görülmektedir.Bu da ister istemez AB nin bir Hıristiyan Birliği olmak da sarf ettikleri çaba aleni olarak görülmektedir.
Bu durum bazı medya yayın organlarının tutumlarında da alenen görülmektedir.
Her ne kadar PKK nın bir terörist olduğu ilan edilse bile kelime oyunları ile halen medya tarafından asi bir kürt partisi olarak haberlerde işlenmekte toplum üzerinde kafa karıştırmaya çalışılmaktadır.
Bu durumda bir çok ülkelerde PKK'yı legalleştirme yolunda çabaları zamana yaymak istemektedirler.
Bunun bir örneği de yasaklanmış olmasına rağmen PKK bayrakları ile geçen hafta 500
kadar PKK yanlısının başka ad altında yürüyüş yapmasına müsade etmeleridir.
Avrupa ülkelerinde yaşıyan Türk toplumu bu gibi kışkırtmalara karşı soğuk kanlılığını korumaktadır.
Yeni yetişen nesil gençler arasında ara sıra soğuk kanlılıklarını kaybetmeleri bile abartılarak propoganda malzemesi olarak Basında gösterilmektedir.
Türk hükümetinin dış işleri hariçinde kuvvetli bir politika yürütebilecek ayrı bir bakanlık kurarak burada yaşıyan Türk kökenli vatandaşlarını lobi faliyetleri için yetiştirmesi gerekmektedir.
Senelerce ihmal edilmesi; Türkiye'nin 5 milyon Avrupalı Türklerinin nasıl bir lobi faliyetlerde bulunması için yönlendirmesi ve bilinçlendirmesi gerekmektedir.
Buradaki yeni nesili yakından tanıması gerekmektedir.
Saygılarla.

Pazartesi, Ekim 29, 2007

Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır.






''Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz''...

Harabeye dönmüş bir imparatorluktan genç ve bağımsız Türkiye Cumhuriyeti'ne giden hedefi bu sözlerle özetleyen Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün bizlere armağan ettiği Cumhuriyetimiz 84 yaşına girmeye hazırlanıyor. Ezilen tüm uluslara örnek olan, 6 yıl süren bir bağımsızlık mücadelesiyle kazanılan Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna kadar giden uzun yolun kilometre taşları şöyle:

Takvimler, 30 Ekim 1918'i gösterirken Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmış imparatorluk, Mondros Mütarekesi'ni imzaladı.

Bir ulusu tarih sahnesinde yeniden var eden milli kahraman, 31 Ekim günü Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı göreviyle karargahın bulunduğu Adana'ya geldi. O kahraman, Mustafa Kemal idi... Mustafa Kemal, memleketin durumuna üzülüyor, bir çözüm yolu arıyordu. 10 Kasım 1918'de, görevinden ayrıldı ve Adana'dan trenle İstanbul'a hareket etti.

Düşman, yurdun dört bir yanını işgal ediyordu. Türk milleti için acı dolu günler başlamıştı. İşgaller birbiri ardına devam ederken, tarih o günleri şöyle yazdı:

-13 Kasım 1918: İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan gemilerinden oluşan 61 parçalık İtilaf ordusu, İstanbul'a geldi ve karaya kuvvet çıkardı.

-9 Kasım 1918: İskenderun, İngiliz işgaline uğradı.

-12 Kasım 1918: Fransızlar, İstanbul'da...

-6 Aralık 1918: İngilizler, bu defa ilerleyerek Kilis'i işgal etti.

-7 Aralık 1918: Fransızlar, Antakya'ya girdi.

-17 Aralık 1918: Fransız askerleri, denizden Mersin'e çıkarma yapmaya başladı.

-23 Aralık 1918: Islahiye, Osmaniye, Bahçe, Hassa, Mamure'yi düşman çizmesi çiğnedi.

-1 Ocak 1919: İngiliz askerleri Antep'e girdi.

-12 Ocak 1919: İngilizler, Ermeni amaçlarına hizmet etmek için Kars'a yerleştiler.

-1 Şubat 1919: Aydın demir yolu, İngiliz ve Fransızlar'ın işgaline uğradı.

-22 Şubat 1919: Maraş, İngiliz işgali altında...

-8 Mart 1919: Fransızlar Zonguldak'ta...

-9 Mart 1919: 2000 kişilik bir İngiliz müfrezesi, Samsun'u işgal altına aldı.

-24 Mart 1919: İngilizler Urfa'yı işgal ettiler.

-28 Mart 1919: İtalyanlar karaya asker çıkararak, Antalya'yı işgal ettiler.

-16 Nisan 1919: Fransızlar, Afyonkarahisar istasyonunu işgal altına aldı.

-20 Nisan 1919: Gürcü ordusu, Milli Şura kuvvetlerini bozarak Ardahan'a girdi.


MUSTAFA KEMAL SAMSUN'DA
İtilaf devletleri temsilcileri Paris'te toplandı. Yunanlıların İzmir'i işgali konusunda karar alındı ve 15 Mayısta, güzel İzmir'de Yunan işgali başladı.

Mustafa Kemal, maiyetiyle birlikte 16 Mayıs 1919 tarihinde Bandırma vapuru ile İstanbul'dan ayrıldı ve ertesi günü İnebolu'ya, 18 Mayısta Sinop'a vardı.

19 Mayıs 1919, Mustafa Kemal Samsun'da... Tarihçiler, o günü ''dünyanın en büyük ulusal mücadelelerinden birinin başlangıcı'' kabul etti. Artık geriye dönüş yoktu. Genç Mustafa Kemal, Samsun'dan Havza'ya geldi.

İşgaller devam ediyordu. Yunanlılar, 26 Mayısta Manisa'ya, 27 Mayısta Aydın'a girdiler.

Damat Ferit Paşa, 17 Haziranda Paris Barış Konferansı'na, Osmanlı Devleti'nin barış isteklerini bildiren muhtıra gönderirken, öbür taraftan Mustafa Kemal, bundan dört gün sonra İstanbul'da bulunan tanınmış kimselere Amasya'dan mektup göndererek, milli mücadeleye davet ediyordu.


''MİLLETİN BAĞIMSIZLIĞI TEHLİKEDEDİR''
Mustafa Kemal Paşa, ulusu kurtarmak için dört koldan çalışmalara başlamıştı. 21 Haziranda Amasya Tamimi'ni yaveri Cevat Abbas'a dikte ettirdi. Ertesi sabah, Anadolu'daki mülki ve askeri makamlara tamim, şu tarihi sözlerle ulaştı:

''Vatanın tamamiyeti, milletin bağımsızlığı tehlikededir. Milletin bağımsızlığını, yine milletin azmi ve kararı kurtaracaktır. Sivas'ta milli bir kongrenin acele toplanması kararlaştırılmıştır''

Bu arada, Mustafa Kemal'in çalışmalarını engellemek isteyenler de boş durmuyordu. Posta ve Telgraf Umum Müdürü Refik Halit, 24 Haziranda telgrafhanelere ''Mustafa Kemal'in azledildiğini, bu sebeple telgraflarının kabul edilmemesini bildiren'' bir şifre gönderdi. Harbiye Nazırı Ali Ferit Paşa, 5 Temmuzda Mustafa Kemal Paşa'yı padişah adına İstanbul'a çağırdı. Mustafa Kemal, Harbiye Nazırı'na şu yanıtı verdi:

''Vilayet-i Şarkiye ahalisi arasından çıkıp gelmek hususundaki yüksek tekliflerinizi yerine getirmede şahsi irademi kullanmaktan manen ve maddeten memnu bulunuyorum.''

Ardından, 14 Temmuzda ordudan istifa ederek, Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin başına geçti.


''YA İSTİKLAL, YA ÖLÜM''
Milli mücadele hareketinin dönüm noktalarından olan Erzurum Kongresi, 23 Temmuz 1919'da toplandı.

Mustafa Kemal Paşa, 9 Ağustosta askerlik mesleğinden ihraç edildi.

Mustafa Kemal'in rütbesinin kaldırılmasına, nişanlarının da geri alınmasına karar verildi. Erzurum Kongresi adına ilan edilen beyanname, 10 Ağustosta Erzurum'da Türk Basımevinde çoğaltılarak, binlerce nüsha halinde tüm yurda gönderildi.

Mustafa Kemal Paşa, Erzurum'da arkadaşlarına ''İstanbul, bir Amerikan mandasıdır tutturmuş gidiyor. Bu olmayacaktır. Türkiye istiklal bütünlüğüne sahip olacaktır. Hayır paşalar hayır, hayır beyefendiler... Manda yok, ya istiklal ya ölüm var'' diyordu.

Erzurum Kongresi'nin ardından, 4 Eylülde açılan Sivas Kongresi, 11 Eylülde son buldu. 10 maddelik Umumi Kongre Beyannamesi yayımlandı.


ZAFERE GİDEN YOL...
Tarih 12 Eylül 1919... Osmanlı padişahı adına Damat Ferit ile İngiltere temsilcisi arasında, İngiliz mandasının kabul edildiğine dair gizli bir anlaşma imzalandı.

Düşman işgali sürerken, 30 Ekimde Urfa'ya giren Fransızlar hiç beklemedikleri tepkiler alıyordu. 31 Ekim 1919 tarihinde Maraş'ta, Fransız askeri üniforması giymiş bazı Ermeniler taşkınlık yaparak, işi kadınlara tecavüze kadar götürdü. Tarihin ''Sütçü İmam'' diye yazacağı, Uzunoluk Camisi Müezzini Hacı İmam duruma dayanamadı ve silahına sarıldı. Böylece yöredeki direniş hareketi başladı.

27 Aralık 1919'da Mustafa Kemal Paşa, Heyet-i Temsiliye üyeleriyle birlikte Ankara'ya geldi. 29 Aralıkta Mustafa Kemal hakkındaki askerlikten çıkarılma ve madalyalarının geri alınma kararı Meclis-i Vükela tarafından düzeltildi. Kendisinin istifa etmiş olduğu ve madalyalarının iadesi kararı alındı. Milli mücadele tüm hızıyla sürerken, takvim şöyle akıyordu:

-6 Ocak 1920: Erzurum'da Mustafa Kemal'in Erzurum Mebusu seçildiğine dair mazbata düzenlendi.

-12 Ocak 1920: İstanbul'da son Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı açıldı.

-16 Mart 1920: Saat 10.00'dan itibaren İstanbul'un askeri işgal altına alınacağına dair itilaf devletleri adına İngiltere, Fransa ve İtalya Yüksek Komiserleri'nin müştereken imzaladıkları nota, Sadrazam Salih Paşa'ya tebliğ edildi. İstanbul, artık işgal altındaydı. Manastırlı Hamdi Efendi adındaki bir telgraf memuru, işgali Mustafa Kemal Paşa'ya iletti.

-6 Nisan 1920: Ulusal mücadeleyi tüm dünyaya duyuran Anadolu Ajansı kuruldu.

-21 Nisan 1920: Mustafa Kemal, vilayetlere Meclis'in 23 Nisan 1920 günü açılacağını bildirdi.

-23 Nisan 1920: Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı.

-24 Nisan 1920: Mustafa Kemal Paşa, Meclis Başkanlığı'na seçildi.

-5 Mayıs 1920: TBMM İcra Vekilleri Heyeti, ilk toplantısını yaptı.

-9 Mayıs 1920: TBMM adına Mustafa Kemal imzasıyla Anadolu Ajansı aracılığıyla İslam alemine şu beyanname iletildi: ''Orduyu terhis etmek, köylülere Kuvay-ı Milliye'yi asi tanıtmak, milleti kendisine şeref veren, en asil ve civanmert evladına karşı şüphe ve tereddüte düşürmek, sulhu hazırlamak için İngiliz emri altında çalışan vatansızların ilk işi oldu''.

-11 Mayıs 1920: Mustafa Kemal Paşa, İstanbul'da Divan-ı Harb tarafından idama mahkum edildi.

-29/30 Mayıs 1920: TBMM Hükümeti ile Fransız hükümeti arasında imzalanan 20 günlük ateşkes anlaşması başladı.

-10 Ağustos 1920: İstanbul Hükümeti ile itilaf devletleri arasında Sevr Anlaşması imzalandı.

-2/3 Aralık 1920: Ermeniler ile Gümrü Anlaşması imzalandı.


...VE ZAFER
Milli mücadele meyvelerini veriyordu. Ulusun topraklarını savunma mücadelesi, 10 Ocak 1920'de İnönü mevzilerinde Yunanlılarla şiddetli çarpışmaların ardından 1. İnönü Zaferi'nin kazanılmasıyla başarıya ulaşmaya başlamıştı.

20 Ocak 1920'de ilk Teşkilat-ı Esasiye Kanunu kabul edilirken, 5 Şubatta TBMM'nin gizli oturumunda Londra Konferansı'na Ankara Hükümeti adına heyet gönderilmesi ve heyetin Meclis üyelerinden oluşması kararlaştırıldı. 6 Şubatta Bekir Sami Bey başkanlığındaki heyet, Ankara'dan hareket etti. 21 Şubatta konferans başladı ve 12 Martta son buldu.

TBMM hükümeti ile Rusya arasında 16 Martta Moskova Anlaşması imzalandı. Masa üzerindeki zaferleri, meydanlardaki zaferler izliyordu. 1 Nisanda 2. İnönü Zaferi kazanıldı. 5 Ağustos; Mustafa Kemal'i geniş yetkilerle ve 3 ay süreyle Başkumandanlık tevcih eden kanun, TBMM'de kabul edilirken, 23 Ağustos 1920 günü Yunan ordusu taarruza geçti ve Sakarya Meydan Muharebesi başladı. 26 Ağustosta Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'nın şu emri geldi:

''Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz''...

13 Eylülde Sakarya Meydan Muharebesi sona ermiş, düşmanın Sakarya Nehri'nin doğusunda imha edilmesiyle zafer kazanılmıştı. Mustafa Kemal Paşa'nın emriyle 14 Eylülde genel seferberlik ilan edildi. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, 19 Eylülde ''Gazi'' unvanı ve mareşal rütbesini aldı.

Yeni yılın başlangıcında Mersin ve Adana düşman işgalinden kurtulmuştu. Dört bir bucak Türk topraklarının düşman çizmesi altındaki esareti birer birer sona eriyordu.

26 Ağustosta saat 05.30'da topçu ateşiyle Kocatepe'den Büyük Türk Taarruzu başladı. Türk süvarileri, 9 Eylülde İzmir'e girdi ve Kadifekale'ye Türk bayrağı çekildi.


SALTANAT BİTTİ...
Mudanya Konferansı, 3 Ekim 1922'de başladı. Mütareke, 11 Ekimde imzalandı ve 15 Ekimde yürürlüğe girdi.

TBMM, 1 Kasımda bir devri sona erdirdi. Hilafet ve saltanatın birbirinden ayrılarak, saltanatın lağvına karar verilmişti. TBMM Hükümeti, 5 Kasım sabahı idareye el konulduğuna dair Ankara hükümeti kararını Refet Paşa aracılığıyla İstanbul Hükümeti'ne tebliğ etti: ''5 Kasım 1922 öğle vaktinden itibaren İstanbul'un idaresine el konulmuştur.''

Vahdettin'in halifelikten uzaklaştırıldığına dair Şeriye Vekili Vehbi Efendi, 18 Kasımda fetva çıkardı. Ulusal Kurtuluş Savaşı sona ermiş, şimdi sıra zaferin masa başında kazanılmasına gelmişti.

20 Kasım 1922 tarihinde Lozan Konferansı açıldı. Konferans, 4 Şubatta 2 ay süren görüşmelerden sonra kesintiye uğradı. Daha sonraları, milli mücadelenin kahramanlarından İsmet Paşa, yumruğunu masaya vurarak istediklerini kabul ettirecek ve büyük bir zafere imza atacaktı.

25 Ağustosta İtilaf Kuvvetleri, Lozan Anlaşması gereğince İstanbul'u boşaltma hazırlıklarına başladı ve 27 Ekimde Halk Fırkası Meclis Grubu, Mustafa Kemal Paşa'nın başkanlığında toplandı.


''YAŞASIN CUMHURİYET''...
Akşam Çankaya'da yemek esnasında Mustafa Kemal Paşa, hazır bulunanlara müjdeyi verdi: ''Yarın Cumhuriyet'i ilan edeceğiz.''

Günlerden 28 Ekim 1923... Bütün hazırlıklar bitmiş ve 29 Ekim günü gelmişti. Mustafa Kemal Paşa'nın Cumhuriyet kurulması teklifi, Halk Fırkası toplantısında kabul edildi. Halk Fırkası toplantısından sonra Büyük Millet Meclisi, saat 18.00'de toplandı ve Kanun-u Esasi Encümeni tarafından Cumhuriyet teklifi mazbatası hazırlandı. TBMM'de Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun bazı maddeleri değiştirildi. Türkiye Devleti'nin hükümet şeklinin Cumhuriyet olduğu ''Yaşasın Cumhuriyet'' sesleri arasında kabul edildi.

Büyük Millet Meclisi'nde gizli oyla Cumhurbaşkanı seçimi yapıldı. Ankara Mebusu Mustafa Kemal Paşa, oylamaya katılan 158 mebusun tümünün oyunu alarak, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanı oldu. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa, başbakanlığa Malatya Mebusu İsmet Paşa'yı atadı. İsmet Paşa Kabinesi kuruldu.

Halk, sokaklarda ellerinde bayraklarla genç Cumhuriyet'i kutluyordu.

Esaret sona ermiş, şimdi büyük mücadelenin ardından hiç de kolay kazanılmayan bağımsızlığı kutlamaya sıra gelmişti. Sokaklarda artık düşman çizmelerinin sesleri değil tek bir ses çınlıyordu: ''Yaşasın Cumhuriyet''...
Saygılarla.

Cumartesi, Ekim 27, 2007

DEMOKRASİ DERSİ VEREN ÜLKE...




DTP’nin Demokratik Toplum Kongresi’ne katılarak toplantının açılış konuşmasını yapan Zana, Kürtçe konuştu ve konuşması Türkçe’ye tercüme edilmedi. Zana, şunları söyledi:
" Tek PKK'lı vermeyin "
Dünyanın en sabırlı Ulusu.Avrupa Türkiye den AB için isteklerden bulunmadan önce. Biraz
Demokrasi dersi alsın.
Bu günleri gördükçe acaba Avrupa Birliği; birliğine katmak için TÜRKİYE gibi bir ulusu hak etmiş mı sorulur !!!

DTP bu gün sınıfda kalmıştır.

Saygılarla.

Cuma, Ekim 26, 2007

SIRTIMDAKI CIBAN...



Bu Türkiye'nın yıllardır sırtında taşıdığı sivilce çıbana dönüşmüştür.Bir çıban vücudu öldürmez ama yıpratır acı çektirir.Çaresi ise çıban bir neşterle yarılır içindeki cerahat akıtılır, temizlenir.Dikkat edilecek tek şey ise temizlenmiş yerin çok dikkatli olarak bakılmasıdır.Ne kadar önemle nekahat süresi içersinde özen gösterilirse o kadar çabuk iyleşir.Geride hiç bir iz bırakmadan gelip geçer.
İşte bu günler o çıbana vurulan neşterin günüdür.
Bakalım elimizde neler var:
Miletin seçtiği bir Meclis top yekün neşterin vurulmasına izin vermiş.
Ameliyat masasını gereken her türlü imkanları hazırlıyan bir hükümet.
Hasta masaya yatırılmış; o çıbanı yok edecek bir ordu.
Geriye kalan tek şey bu uzmanlara bırakılması sükunetle ameliyatın sonunu beklemek bizlere kalıyor.
Şimdi bana düşen görev nedir diye düşünüyorum.Bu sivilceyi çıban haline getiren unsurlar nelerdir.Hangi ortamda ne yollarla onu besleyip çıban haline getiren mikroplar nelerdi.Onu bilmek benim hakkım.
Bu gün istibarat birimleri yurt içinde ve yurt dışında legal yollarla bu sivilceyi besliyen firmaları bizlere açıklamalarının zamanı geldide geçiyor.70-80 Milyon insan bunu bekliyor.Bu firmalar Medya kanalları sayesinde bu 80 milyona açıklanması gerekir.Bizlerde bu mikropları tanıyıp onlara karşı gereken tedbirleri alıp dezenfekte yaparak bir başka sivilcelerin çıbana dönüşmemesini önliyelim.
Mehmedime sıkılan kurşunun parası benim cebimden çıkmasın.
Saygılar.

Perşembe, Ekim 25, 2007

YAGMA YOK KENDINE GEL !!!




Sana Kamyon kamyon yiyeceğini göndereyim


Güney Irakda insanların rüyalarında bile göremedikleri hayatı yaşa .




Benim kardeşlerim evinde silah elinde otursun / Okula gitsin.


Sen içinde bana kurşun sıkan o benim kardeşim dediğin teoristi besle.

Resimlere iyice bak bu Yabancı Basının yayınladığı resimler.

Bir kere daha düşün neden Türk Askeri MEHMETCIK sınırda.

Bir adım sonra bir somun ekmeğe bile muhtaç kalacaksın.Seni bir zamanlar doyuran o Mehmet'cikdi unutma...

BİR BİLEN İZAH ETSİN BEN ANLAMIYORUM...



Avukatlar İmralı'ya gidemedi.
Her çarşamba İmralı'ya giderek terörist başı Abdullah Öcalan ile görüşen avukatları, tepkiler sebebiyle bugün Gemlik'e gelmedi.


Walter Richard Rudolf Hess (26 Nisan 1894 – 17 Ağustos 1987) Nazi Almanyası'nın önde gelen isimlerindendi. Adolf Hitler'in Nazi Partisi'ndeki vekiliydi. Sovyetler Birliği ile savaşın arifesinde Birleşik Krallık ile barış görüşmeleri yapmak üzere uçağıyla İskoçya'nın Glasgow şehrindeki Maryhill kışlasına gitti ancak tutuklandı. Nürnberg mahkemelerinde yargılandı ve Spandau hapishanesinde ömür boyu hapse mahkum oldu. 1987 yılında burada öldü. Neo-naziler ve Yahudi düşmanları arasında saygın bir isimdir.Hess, savaşın sonuna kadar Britanya tarafından alıkondu. Savaşın ardından Nürnberg mahkemesinde yargılandı ve Berlin’deki Spandau hapishanesinde ömür boyu hapis cezası aldı.
Yargılamalar sırasında Hess tüm sanıklar içinde aklî yönden en dengesiz olanıydı. Mahkeme sırasında kendi kendine konuşuyor veya sebepsiz yere kahkahalar atıyordu.
Baldur von Schirach ve Albert Speer'in 1966'da serbest kalmalarının ardından Spandau hapishanesindeki tek mahkum olarak kaldı. Gardiyanların anlattıklarına göre akıl sağlığı giderek bozuldu ve hafızasının büyük bölümünü yitirdi. Yirmi yıl boyunca tek ahbabı hapishane müdürü Eugene K. Bird idi.
Hess, 17 Ağustos 1987 yılında Spandau hapishanesinde öldü. Öldüğünde 93 yaşındaydı ve Almanya'daki en yaşlı mahkumdu. Ölümünün hemen ardından Spandau hapishanesi yıkılmıştır.
Size yukarda iki haber koydum.Bir tanesi bizim ülkemizdeki mahkum ile ilgili haber diğeri ise Avrupa'nın tam göbeğinde yaşamış bir mahkum.
O mahkumu hayatının son dakikasına kadar üç devletin askerleri hapisanede beklemişlerdir.Her ay dönüşümle.Yaşının sıhhatinin bozulmasına rağmen Rus'ların vetosu ile Af bile edilmemiştir.Öldükten sonra hapisanenin bulunduğu bölge yasak bölge ilan edilmiş gece gündüz çalışma ile sanki hiç orada bir hapishane olmamış gibi yok edilmişdir.Hatta bir İngiliz Subayı hatıra diye bir tuğla aldığı için 1 sene hapis cezası almış ordudan atılmıştır.
Yukardaki haberi okuyunca onun avukatlarıda acaba her hafta ziyaret ediyorlarmı diye
bir araştırma yaptım.
Araştırma sonucu bulduğum koca bir cevap HAYIR.
Gelelim gene bizim mahkuma.Muhakemesi sonunda.Ölüme mahkum edilmiş.Cezası çıkarılan bir kanunla ömür boyu hapise çevrilmiş.Her türlü hayatı bir tehlikeye karşı sokakdaki vatandaşdan çok daha iyi korunan ve sıhhi yönden sokakdaki vatandaşdan çok daha iyi kontrolden geçen bir mahkum.
Şimdi biri bana cevap versin neden avukatları her çarşamba onun ziyaretine gidiyor?
Lütfen bilen varsa iki kelime ile yorumda bulunsunda bizde merakımızı giderelim.
Saygılarla.

Çarşamba, Ekim 24, 2007

VATAN


Salı, Ekim 23, 2007

BÜYÜK NASIL OLUNUR...


"Yıllarca süren müzakereler bir sonuç vermeyince Arjantin Falkland ve Güney Georgia Adalarını işgal etti. İngiltere, Güney Amerika'ya hemen bir görev kuvveti gönderdi. İngiltere, 25-26 Nisan 1982 tarihlerinde İngiliz birlikleri Güney Georgia Adasını ele geçirince, Falkland Adalarındaki Arjantin birlikleri komutanı teslim oldu. Arjantin Devlet Başkanı Galtieri'nin ayrılmasından sonra İngiltere adalardan çekilmedi."
"2006 İsrail-Lübnan Krizi, Hizbullah'ın askeri kanadı ile İsrail silahlı kuvvetleri arasında Lübnan toprakları ve İsrail'in kuzeyinde, 12 Temmuz - 14 Ağustos 2006 tarihleri arasında sürmüş olan silahlı çatışmadır.
Kriz, Lübnan'da yerleşmiş Hizbullah Örgütü'nün, 12 Temmuz 2006 tarihinde 2 İsrail askerini kaçırması ve 8'ini öldürmesiyle başlamıştır. Askerlerin kaçırılmasına ek olarak güney Lübnan'daki Hizbullah militanlarının İsrail topraklarına Katyuşya füzeleri ateşlemesi; İsrail tarafından Lübnan'ın bir savaş hareketinde ("act of war") bulunduğu şeklinde yorumlanmıştır. Bunun üzerine İsrail, Lübnan'a hava ve kara saldırıları yapmış ve ülkenin limanlarını denizden ablukaya almıştır. İsrail'in bu davranışına karşılık olarak Hizbullah, güney Lübnan'dan İsrail'in kuzeyine yaptığı füze saldırılarını şiddetlendirmiştir.
Bir aydan fazla süren çatışmaların ardından, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin aldığı 1701 sayılı karar uyarınca 14 Ağustos'da taraflar saldırılarını durdurmuştur."
Yukarda bibirinden ayrı iki örnek:
Biri İngiliz'ler diğeri İsrail problemleri cözülmüşmüdür hayır.Fakat her ikiside bazı şeylerin değişmesine neden olmuşdur.Bu gün Arjantin böyle bir çılgınlığa kalkmaz.Aynı şey Lübnan içinde geçerlidir.
Dikkatle izliyorum tv oturumları; geç kalınmış Türk askeri Irak'a girdiği zaman PKK çoktan Peşmerge askerinin arasına karışmış.Karşımıza çıkan PKK'mı Peşmergemı bunu nasıl ayırabileceğiz.Yorumlar, yorumlar...
Banane kardeşim benim ülkeme saldırı nereden gelmektedir.Irak'dan o zaman benim karşımda sorumlu olan odur ben girer karşıma gelen her şeyi ezer geçerim.O benim sorunum değil o sorun topraklarında bu insanları barındıran kişilerin problemidir.İster kardeşi olsun isterse akrabası olsun beni hiç ilgilendirmez.Ayıklamayı ben yapmam onu kendisi yapsin.Beni kim durdurur ben nerelere kadar girerim diyecek olursan icap ederse Bağdat'a kadar.
Birleşmiş Milletler, AB buna müsade edermi.Tabiki etmeyecek bana bir noktada dur diyecek.Beni masa başında oturtup anlaşma ya zorlayacak.Gerçeğide budur.Bende onlara peki derim masada pazarlığımı yaparım.Çizgiler çizilir sınırların korunması BM.ler askerlerinin denetimine bırakılır.
İkinci plan ise bu günkü Güneydoğudaki yaşam hakkı benim garantim altına alınır.Bu demektirkı orada yaşıyan bir vatandaş gecesi gündüzü ile hiç ölüm korkusu çekmeden yaşamaya başlar.Ekonomik yaşamları kendi çabaları ile ele alınır.İsterse siyasete atılır isterse iş piyasasına .Batıda yaşıyan vatandaşımın ne sıkıntısı varsa onunda o kadar sıkıntısı olur.Kültürler o kadar iç içe girmiştir bunu ayırmak hiç bir babayiğidin yapabileceği birşey değildir.Et tırnakdan ayrılmaz.Denendiği zaman el çeker açısını.Biri çıkıyor o insan rahatça kendi lisanını konuşabilsin diyor tv.lerde, bırakın bu gibi polemikleri.Bir gün Sn Başbakan Çiller Doğu gezisine çıktığı zaman halkın arasında bir nine yanına gelmişdi bir derdi vardı.Yaşı 80 nin üstündeydi.Derdini yanındaki torunu vasıtası ile Başbakana anlattı.80 yaşındaki ninem Türkçe bilmiyordu torunu ona tercümanlık yaptı.O zamanın Başbakanı derdini hemen cözüceğini torunun vasıtası ile nineye iletti.80 lik nine ile başbakan birbirlerine sarıldılar.Keşke ninem yaşamı boyunca bazı imkanlardan faydalanabilseydi de bu arada Türkçeyi de öğrenebilseydi.
Bir Örnek daha Firmada sene sonunda bir araya gelip büyük bir eylence yapardık.O günü onlar organize eder ben ve eşim onların misafiri olurduk.Tabiiki bütün ücretleri Firma karşılardı.Çoğu Kürt kökenli işçilerimdi.Aralarında Kürtce,Türkçe,Almanca konuşurlardı.Meğer değişik yörelerden geldikleri için konuştukları Kürtçeyi hepsi anlayamıyorlarmış.İçlerinden bir tanesi seside pek güzel mikrofonu alıp bir Kürtçe şarkı söylemek istediğini bunuda Şefin hanımına ithaf edeceğini söyledi.(Bana söyliyemedikleri bazı problemlerini ona söylerlerdi.İzin veya avans gibi.)Hanımda söyle yalnız sonunda da ne manaya geldiğini tercüme et dedi.Bizim yanık sesli Kürt kökenli işçim şarkısına başladı.Şarkı çok güzeldi.Benim hanım dayanamadı ona eşlik etti.
Nedenmi diye soracak olursanır çoğu Türkçe kelimeler geçen hepimizin tanıdığı bir şarkı idi.
Bilmem bir şeyler anlatabildimmi.Kürt'ün en büyük dostu Türktür.Cünkü onlar et ile tırnak gibi bir elin üzerindededir.Zaten kelimeyi ele aldığınız zaman bir başka harf bile ekleminize hacet yoktur.O bütünlügün içinde tek bir harfin yerini değiştirmek yeterlidir.
Saygılarla.

Pazartesi, Ekim 22, 2007

GELECEĞİNİ BİLİYORDUM !



Savaşın en kanlı günlerinden biri. Asker, en iyi arkadaşının az ileride kanlar içinde yere düştüğünü görür. İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar. Asker teğmene koştu.

- Teğmenim, fırlayıp arkadaşımı alıp gelebilir miyim?

"Delirdin mi? der gibi baktı teğmen.

- Gitmeye değer mi? Arkadaşın delik deşik olmuş. Büyük olasılıkla ölmüştür bile. Kendi hayatını da tehlikeye atma

Asker ısrar etti. Teğmen:

- Peki... Git o zaman ...

İnanılması güç bir mucize. Asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı. Onu sırtına aldı koşa koşa döndü. Birlikte siperin içine yuvarlandılar. Teğmen, kanlar içindeki askeri muayene etti. Sonra onu sipere taşıyan askere döndü:

- Sana değmez, hayatını tehlikeye atmana değmez, demiştim. Bak haklı çıktım. Bu zaten ölmüş dedi teğmen.

"Değdi teğmenim" dedi asker.

- Nasıl değdi?" dedi teğmen.

- Bu adam ölmüş görmüyor musun?

- Gene de değdi komutanım. Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı. Onun son sözlerini duymak dünyaya bedeldi benim için. Ve arkadaşının son sözlerini hıçkırarak tekrarladı teğmene:

"Geleceğini biliyordum !.." demişti arkadaşı...
"Geleceğini biliyordum !..."

Gecenin bir saatinde düştü bu email posta kutuma.Bir öğretmenimden geliyordu o saatlerde onuda uyku tutmamışdı.Parantez içinde birde alıntı yazmışdı.
Esasında o bir alıntı değil içimizde yaşanan ateşden bir parçaydı.
Mehmetciğim nerede olursan ol, sen o toprağa düştügün zaman bilki yerine bir gelecek daha var.O topraklar Atalarının kanıyla sulanmış arkandan gelenler sadece bir bayrağı teslim alıyorlar.Bütün Dünya şunu bilsinki bu millet harbe çarpışmak için gitmez; ölmek için oraya gider.Öyle doğmuştur.Öyle yaşamıştır ve öylece de ölür.
Ne mutlu ki böyle bir nesil Dünya'ya gelmişdir.
Gelecekdir.
Bütün şehitlerime Gazilerime saygılarla .

Cumartesi, Ekim 20, 2007

SÖZLERİN BİTTİĞİ YERDE...

ONLAR bu vatan için kollarını, bacaklarını ve gözlerini hiç çekinmeden feda ettiler. Onların kahramanlıklarını anlatmaya kelimeler yetmez... Kimi Kore’de, kimi Kıbrıs’ta, kimi ise terör örgütü PKK ile çarpışırken gazi olan binlerce Mehmetçik, bugün sadece göğüslerindeki ‘Gazi’lik madalyasının gururu ile yaşıyor. Birçoğunun arkadaşı kucağında şehit düşmüş; ancak onlar bugün bile hiç çekinmeden, ‘Vatan, millet, bayrak’ uğruna kendi canlarını vermeye hazır olduklarını dile getiriyorlar.



Canını ve gençliğini devleti için hiç karşılık beklemeden muharebe meydanına süren gazilerimiz, bugün dağlarda çarpıştıkları terör örgütü PKK’ya destek veren isimlerin TBMM’de olmasının acısını çekiyorlar.
PKK destekçilerinin dokunulmazlıkları kaldırılsın
Gazilerimizi kıran, şehitlerimizin kemiklerini sızlatan bir başka konu ise 22 Temmuz seçimlerinde terör örgütüne yardım ve yataklık yapmaktan cezaevinde yatan birinin milletvekili seçilerek Meclis’e girmesi. 1995 yılında yaralandığı çatışmada 3 askerinin terör örgütü tarafından şehit edildiğini söyleyen Uran, “Keşke teröre destek veren o kişinin cezaevinden çıkıp milletvekili olduğu günü göreceğime, ben de o üç askerimle birlikte şehit olsaydım” “Bu tür şeyler bizleri derinden etkiliyor. Öldürülen teröristlere ‘şehitlerimiz, kardeşlerimiz’ diyen bir mantaliteden ne bekliyorlar? Demokratik, laik bir hukuk devletinde yaşıyoruz. Yargı organlarının gerekeni yapacağına inanıyoruz. Bunu da yakından izliyoruz. Ben bu ülke için ayağımı verdim, vurulduğumda 2.5 aylık bir çocuğum vardı. Ben ve çocuğum da dahil olmak üzere biz göreve hazırız. Gerekirse şehit, gerekirse de gazi oluruz.”



“Şehitlik ve gazilik Türk milleti için çok önemlidir. Bizler bu vatan uğruna kan ve can veren insanlarız. Bizler, bu ülke için her zaman göreve hazırız, geçmişte olduğu gibi... Şu anda binlerce askerimiz sınırda görev yapıyor. Belki şu an bir çatışma var ve belki de bir askerimiz mayına basmak üzere... Bu yüzden, şehit ailelerine ve malul gazilere gereken önemi her zaman göstermemiz gerekiyor. Bizler görevden kaçan insanlar değiliz. Tekrar çağırsınlar tekrar askere gideriz.
Asker sizin kardeşiniz, çocuğunuz, amca, hala oğlunuz olabilir. Bizler askerde yemin ettiğimiz zaman askeriz, tezkereyi aldığımız zaman siviliz. Sivil asker el ele olmalı.

“Elimi kaybettiğim yere kardeşim gitti”


Emrindeki askerleri terör örgütü PKK’nın bir bombasından kurtarmak isterken iki elini kaybeden Gazi Astsubay İbrahim Babur ise yaşadıklarını şöyle anlatıyor:


“Yıl 1994’tü. Güneydoğu’da görev yapıyordum. Bizlere emanet edilen ana kuzularını; yani askerlerimi patlamak üzere olan bir bombanın üzerine atlayarak kurtardım. O esnada iki elimi kaybettim. Benim yaptığım bu görevi Türk Odusu’daki her asker yapabilirdi. Ben hâlâ o günün gururunu yaşıyorum. Şehit ve gazilerimiz bu toprakların çocukları. Bunlar dün terzi, esnaf, berber, memur, işçiydi bugün asker ocağında ülkesini, vatanını koruyan kahraman birer askerler. Kardeşim de astsubay. Gönüllü olarak iki elimi kaybettiğim yere gidip üç yıl orada görev yaptı. Her zaman bu topraklar için çarpışmaya, can ve kan vermeye hazırız. Bu ülke insanı, vatanını korumayı her zaman başarmıştır. Biz millet olarak her zaman nöbete hazırız. Bu askerler milletin içinden çıkan evlatları. Bunlar uzaydan gelmedi.”

En büyük korkuları ‘unutulmak’


Gazileri üzen en önemli konunun ‘unutulmak’ olduğunu söyleyen Gazi Babur, “Bizler, şehit düştüğümüzde ya da yaralandığımızda üzülmeyiz; ancak unutulduğunda kırılırız. Mehmet Akif Ersoy’un, “Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı, düşün altında binlerce kefensiz yatanı, sen şehit oğlusun yazıktır incitme atanı, verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı” dizelerinden çok etkilendiğini vurgulayan Babur, oğlunun adını da Mehmet Akif koymuş...

Canım Gazilerim cevabı evlatlarımız veriyor.
Cudi Dağı'nda terörist takibine çıkan Mehmetcikler karşılaştıkları muhabire "Lütfen beni çekmezseniz sevinirim. Çünkü Annem beni Erzurum’da asker sanıyor. Ben buraya kendi isteğiyle gelenlerdenim" dedi.
Saygılarla

Cuma, Ekim 19, 2007

HALA HER ŞEY ŞAKA GELİYOR..


DTP’den tezkere sorusu: "Habur kapanacak mı? "
DTP Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan, parti olarak sınır ötesi harekata karşı tutumlarını, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım'a yönelttiği yazılı soru önergesinde de sürdürdü.
Kaplan, sınır ötesi harekatın yolaçabileceği sorunları dile getirerek, AİHM'e binlerce kişinin başvurabileceği tehditinde bulundu.
Kaplan, "Habur sınır kapısını kapatmayı düşünüyor musunuz? Tezkere mağduru olacak iki milyon aile için ne tür bir önlem almayı düşünüyorsunuz? Habur sınır kapısında çalışan şöfor esnafının bu mağduriyeti dikkate alınarak vergileri için bir af düşünüyor musunuz?" diye sordu.
Kaplan, Habur sınır kapısının Türkiye'nin Irak'a açılan en büyük kapısı olduğunu ve 7-8 milyar dolar ihracat ithalat potansiyeli olan "Irak federe devleti" ile ilişkilerin son yıllarda operasyon kaygılarıyla zayıfladığını belirtti.
DTP'DEN AİHM TEHDİTİ
Kaplan, Meclis'ten tezkere kararı çıkması ile birlikte şoförlerin ve esnafın iki yıldır yaşanan durgunluk ve sınırlamalardan sonra kaygı içinde olduklarını ifade etti. Kaplan, Türkiye'yi AİHM'de açılabilecek davalar konusunda uyararak, şunları söyledi:
"Kuzey Irak ve Irak federe devletinde 960 üzerinde Türkiye'den giden şirketin çalıştığı ve bu nedenlerle ekonomik dar boğaza girdiği söylenmektedir. Kuzey Irak'a yapılacak olası bir operasyon için tezkere kararı alındığına göre, orada Türkiye'den giden 960 şirketin hak ve güvenceleri nasıl sağlanacaktır. Yarın bu şirketlerin mülkiyet haklarının ihlali durumunda, AİHM mağdur iki milyon aile ile birlikte başvurmaları olasılığı bulunduğuna göre, herhangi bir çalışma yapılmış mıdır?"(ANKA)

Sayın Hasip Kaplan bu konuda ne kadar ince düşünüyor.
Habur kapısı tabiki kapanacak hatta bütün kapılar kapanacak bu bir oyun değil hakikaten duruma bir türlü vakıf olamamış herhalde.
70 Milyon insan senelerdir kanlı göz yaşları döküyorlar.O yörenin insanıda artık huzura kavuşmak istiyor.Her gün terör yüzünden bıkmış durumdalar.Habur kapanacaksa bunun nedeni her halde TC değil; eğer o 2 milyon insanı bu durumuna düşürenler değilmi ?
Bu gün ilk tokat canına tak eden o insanlardan gelecek bunu sakın unutmayın.
Son çırpınmalar bunlar hala bunu fark edemiyenler varsa çok yazık.
Benim en büyük arzum vatanımın o köşesinin çocukları ile batı yöresinin çocukları el ele verip bu güzel vatanlarını çok güzel yerlere getirmeleri.
Bunu ancak bizler omuz omuza kardeşce yapabiliriz...
Bunu ne AİHM anlıyabilir ne AB nede diğer ülkeler bunu ancak bu vatanın içinde vatanı için yaşıyabilen insanlar anlar.
Çok merak ediyorum sizi oralara getiren insanların yüzüne nasıl bakacaksınız.
Saygılarla.

Perşembe, Ekim 18, 2007

DÜNYA GENE TEHLİKEDE !!!


Amerikan Başkanı Bush III.ncü Dünya Harbinden bahsetmeye başladı !!!

Dünya politika başkanlarından İran'in atom bombası yapmasını önlemelerini istemektedir.Eğer III.cü bir Dünya harbinin çıkmasını istemiyorlarsa diye, Beyaz Saray da basın mensuplarına açıklamalarda bulundu.
İran başbakanı Mahmud Ahmadınedschad İsrail'i yok etmek için bir tehlike teşkil ettiğini açıkladı.
"İsrail ne yazık ki böyle bir silaha sahip değilmiş gibi."

Tıpkı bir zamanlar Saddam Hüseyin'in kimyevi silahlarla Dünya için büyük bir tehlike olduğunu açıklamışdı.
Bir türlü bulunamıyan kimyevi silahlar.
Saddam ipin ucunda gitti.Bunun yanında 1 Milyon Iraklı insanda yanında.
O günlerin ortağı İngiltere idi.Bakalım bu sefer kim olacak ?
Irak o günleri bir kere gözleri önüne getirirse, şartlar ne olursa olsun bu katliama dostu Türkiye katılmadı.
Bu gün bütün Dünya sessizce oradaki katliamı seyrediyor.
Koca ülke bir daha hiç ayağa kalkamıyacak şekilde 3'e bölündü.
Şu anda Kürtleri kandırmış kukla bir hükümetle arkasını koruyabilecek bir kapı bulmuş durumda.
Büyük müttefiki Türkiye'yi oyalama taktiği ise gayet mükemmel şu ana kadar yürüdü.
İkinci plana kısa bir an kalmışdıki hesaplarında pürüzler çıkmaya başladı.
AB konusunda arkanızdayız diyen bir agbi.Ekonomik kalkınmada Dünya Bankası.
Türk halkını günlük yaşama alıştırma taktikleri.
Unuttukları bir konu vardı.
Ok yaydan çıkmasın Kıbrıs harbinden sonra, 19 sene ambargoyu bile gögüslemiş bir millet var karşılarında.Eflasyona bile kafa tutmuş bir millet.
Terörde 6 bin kayıp veren Amerika bir anda ne yapacağını şaşırmış Hukuk adaleti bile hiçe sayarak bir çok ülkeyi kana bulamışdır.
Ya Türkiye 40 bin verdiği şehitle gene metanetini elinden bırakmamışdır.
Şimdi bana bir AB ülkesi gösterin bu kadar kayıp verseydi ne yapardı ?
Bu gün;
bu günlerinde Türkiye hakkında gelecektir.O millet öyle bir asalete sahipdirki ona karşı duran cehelleri bile kapısına geldiği zaman affeder.
Eğer ufacık bir çocuk bile olsam benim tarihimin bu gibi örneklerle dolu olduğunu görürüm.
Saygılarla.

Çarşamba, Ekim 17, 2007

KİTAPLAR...


Kitaplar vardır hayatımızın bir parçası sayılan; onlarla daha çocukluğumuzda tanışırız.Okuruz,öğreniriz,hayatımız boyunca bizi takip eder.Zaman gelir bizler yaşlanırız onlarsa hiç yaşlanmazlar bir bakmışsınız gencecik bir genç kızın veya delikanlının elinde, gençleşir.
Onlar yalnız iki elimizin arasında kalmaz.Odamızın bir kösesinde rafların arasına sıra sıra dizilir.
Kimi zaman tozlanır,kimi zaman ise çok okunmakdan yıpranır.
O kitaplar bizleri yazı yazmaya tetikler bu işi becersekde beceremesekde.Zaman onlarıda şekillendirmişdir kendilerini teknelojinin eline onlarda bırakmışdır.Eskiden olduğu gibi emek nuru verilen ciltlenme safhalarını çoktan bırakmışlardır.
Her kitabın sahibi vardır.Onunla ilk tanışma ve ondan sonraki geçen zaman içersinde
onlarında öyküleri vardır.
Ne yazık ki anlatamazlar sadece anlattkları içinde yazılı öykülerdir.
Eskici pazarları vardır."Bedestan" orada onlara da yer ayrılmıştır.Kim bilir hangi sıcak bir odadan çıkıp buralara kadar gelmişlerdir.
Düşünmüşümdür ona kimse sahip çıkmamışmıdır.Ne şartlar onu buralara kadar getirmişdir.
Onlar hala yaşamaktadır.Meraklı eller o sararmış sayfaları birer birer yoklar.Ya bir sahip bulur gene sıcak bir yuvaya yol alır veya bir başka güne kalır beklemeleri.Şarap gibidir eskidikçe kıymetleri atar kuruş iken değerleri zamanla liralara döner.
Onların adı hayatımızın bir parçası kitaplardır.
Kimbilir onların dünyasında ne kahramanlar ne sevgililer vardır.Dramı kahkahayı taşırlar.Onlara ulaşabilmek için yapacağımız tek şey kapağını aralamakdır.
Onsuz bir hayat düşünmek bile karanlığın içinde siyah rengi tarif etmeğe benzer.
Saygılarla.
Şikayet mektubu; 50 yıl öncesi 18 milyonluk Türkiye'de 1 milyonluk gazeteler varken, bu günün 70 milyona ulaşmış nüfusa rağmen yarısını bile satamıyorlar. Norveç'de
1000 kişiye 588 okuyucu,Tayland'da 194,hatta Malezya'da 115 iken bizde sadece 47.
Eskici pazarında bir kitabı araladım o sayfadan bir bukle :
Sen gülce bilirsin,ne diyor dinle şu güller
Kulkul dediler hep şu kadehlerdeki müller
Gül,mül sana soy sop gibi dert anlatır amma
Bir bilmediğim dil konuşur gamlı gönüller !

"Kulkul-Şarap kadehe dökülürken çıkan ses /Mül-Şarap"