Cuma, Haziran 29, 2007

AB ve INCILERI...



Erol Manisalı, Türk akademisyen, düşünür. Ulusalcı düşünceleriyle tanınır. Küreselleşme ve AB politikalarına karşı Cumhuriyeti savunur.

"Uluslararası Entegrasyon Teorileri ve Gümrük Birlikleri" , "İktisadi Kalkınma", "Dışsal Ekonomiler ve Ekonomik Gelişme", "İktisada Giriş", "Survey of Turkish Tourism Industry", "A.E.T" Karşısında Dayanıklı Tüketim Malları", "G.A.P", "Avrupa Birliği'ne Alınmayan Türkiye'yi Gümrük Birliği'nde Bekleyen Sorunlar" gibi kitapları bulunan Prof. Dr. Erol Manisalı, halen İ.Ü. İktisat Fakültesi'nde Öğretim Üyeliği yapmaktadır ve aynı kurumun Avrupa ve Ortadoğu Araştırmaları Merkezi'nin başkanıdır. İngiltere, ABD, Japonya, Almanya, İsviçre, Hollanda, Belçika, Avusturya, Norveç ve Mısır'da çok sayıda konferans vermiş ve uluslararası konferanslarda aktif katılımcı olarak bulunmuştur. Türk ekonomisi ve AB ilişkileri içeren raporları bulunmaktadır.
Prof. Manisalı'ya göre, geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri'nde yer alamayacağız .

'Türkiye AB'ye alınmayacak'

Ülkemizin en önemli iktisatçılarından, Öğretim Üyesi Prof. Dr. Erol Manisalı'ya, Türkiye- AB ilişkilerini soruldu. Ona göre Türkiye, AB'ye kesinlikle alınmayacak.
Kaybeden taraf Avrupa olacak .
Sayin Öğretim Üyesi Prof. Dr. Erol Manisalı yapmis oldugu yorumunda gercekleri söyle anlatiyor :


Türkiye-AB ilişkileri, geçmişten günümüze inişli-çıkışlı bir tablo sergiliyor. 1995 yılına gelinceye değin, AB'nin Türkiye'ye yönelik tavırları, 1995'ten sonraki değişimleri, nedenleri neydi?

AB, 1989 yılında, Türkiye'nin 1987'deki tam üyelik başvurusunu reddederek, zaten durumu ortaya koymuştur. Yani, geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri'nde yer almayacağını, 1989'daki 'hayır' yanıtıyla, Türkiye'ye resmen söylemiştir. O tarihlerde hiçbir siyasî koşul yoktu. İktisadî olarak da Türkiye, AB içindeki birçok Akdeniz ülkesinden ekonomik olarak Avrupa'ya daha fazla entegre olmuş konumdaydı. İktisadî ve siyasî olarak Türkiye'nin reddedilmesini gerektiren hiçbir durum yoktu. Ancak Avrupa kendi siyasî tercihlerinde, tarihsel tercihlerinde, büyük ölçekli ve Müslüman olan Türkiye'yi içine almak istemediği için 'hayır' yanıtını verdi.
Daha sonra Başbakan Turgut Özal, "Biz tam üye olmasak da Gümrük Birliği'ne dahil olacağız." diyerek stratejik bir hata yapmıştır.
AB'ye, Türkiye'yi kendisine tek yanlı bağlama fırsatı vermiştir. Zaten 1994 Essen Doruğu'nda, geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri'nde hangi ülkelerin yer alacağı ismen belirtilmiştir.
1994 yılında AB şöyle demiştir: "Slovakya, AB içinde yer alacaktır." O dönemde Slovakya'da anti-demokratik bir rejim vardı ve demokrasi işlemiyordu.
Ekonomik olarak da Türkiye'nin çok gerisinde, tipik bir Doğu Avrupa ülkesi olan Slovakya'nın AB'ye alınması, AB'nin, ülkeleri seçerken tarihsel perspektif içinde ve Avrupa kültürü içinde meseleyi algıladığını göstermekteydi.

'Avrupa'ya din bakımından yabancıyız'

Peki, din ve kültür olarak Slovakya AB'ye bizden daha mı yakındı?

Slovakya, Hristiyan ve Avrupa kültürünün bir parçasıdır. Hristiyanlık, Haçlı seferlerinden beri, bin senedir Müslümanlıkla çatışmıştır; Müslümanları düşman olarak görüyorlar. Yakınlık-uzaklık meselesinden çok, din bakımından 'yabancılık' söz konusu. Biz Slovakya'ya göre daha yabancıyız Avrupa'ya.
Konuyu bu şekilde değerlendirmek gerekiyor.

Lüksemburg Zirvesi'nde Türkiye aleyhine kararlar çıkarken, Helsinki Zirvesi'nde Türkiye'nin lehine kararlar alındı. Lüksemburg Zirvesi'nden sonra ne değişti de Türkiye lehine kararlar alındı?

Lüksemburg Doruğu'nda alınan kararlar Türkiye aleyhine değil ama, AB'nin Türkiye'ye karşı gerçek yüzünü gösteren, Türkiye politikasını ortaya koyan kararlardı: Türkiye, AB'ye alınmayacaktı, dışarıda kalacaktı. Gerçek samimi bir şekilde AB tarafından ortaya konduğu için, haklı olarak bizim aleyhimizde bir karar deniliyor.
AB, Türkiye'ye şöyle dedi: Ben seni AB'ye almayacağım ama sen, dışarıda kalan bir ülke olarak önüne koyduğum Kıbrıs, Ege ve Güneydoğu konusundaki dayatmaları yerine getireceksin.
Çifte kavrulmuş bir yaklaşım yani.
Ankara bürokrasisi de buna tepki olarak, "Ben seninle siyasî bir şey konuşmuyorum artık!" dedi.
1999'da ne oldu? İşte Ankara'nın haklı tepkisi karşısında AB korktu. Çünkü onlar, 1995'de imzalanan tek yanlı Gümrük Birliği çerçevesinde uzun vadede Türkiye'yi alıştıra alıştıra tek yanlı bağımlı hâle getirip, bu bağımlılığı yalnız ticarî, iktisadî, malî alanlarda değil, siyasî ve bürokratik alanlarda da yaygınlaştırarak, sessiz sedasız bir 'sessiz darbe' yaptıklarına inanıyorlardı.
Avrupa Birliği, bu sessiz darbeyi yaparken, içerde bazı ortakları vardı. Bazı büyük sermaye çevreleri ve bazı bürokratik kademede bazı siyasîler, bana göre, Türkiye tarafında değil, AB'nin Türkiye üzerindeki amaçları doğrultusunda, onların tarafında yer almışlardır. Zaten, tamamen bilinçli girdiği 95 belgesini imzalamadan önce 6 Mart Belgesi'nin tartışmaya açılmasını meclisten istememişler, muhalefetteki parti liderlerinden saklamışlardır.
Üniversitelerin konuya el atmalarını istememişlerdir. Büyük sermayenin elinde bulunan tekelci medya kanalıyla, Türk halkı yanlış yönlendirilmiştir. Tek yanlı Gümrük Birliği'nin bir sömürge belgesi niyetinde imzalanması, Türk kamuoyuna sanki Türkiye'nin AB'ye girmesine yol açacakmış gibi sunulmuştur.
Tarihte, bu kadar aldatmanın bulunduğu, bütünüyle bir halkın aldatıldığı görülmemiştir; bu ilk örnektir.

1995'te imzalanan Gümrük Birliği, Türkiye'ye ne getirdi? Türkiye neden AB'ye üye olmadan böyle bir yükümlülüğün altına girdi?

Bunu özellikle bazı çevreler, Türkiye'yi tek yanlı bağlamak için yapmışlardır. Bu egemen çevreler, büyük sermaye çevreleri ve ona yakın bazı elit, bazı bürokratik çevreler ve bazı siyasîler şunu istiyorlardı: "Ziyanı yok, biz Avrupa'ya alınmayacağımızı biliyoruz; ama aynen 1919-1920'de İngiliz Mandası, Amerikan Mandası isteyenlerin gerekçelerinde olduğu gibi benzer gerekçelerle Türkiye'yi 'batı kampı' içinde tutmak, yarı sömürge konumunda olsa bile, Türkiye'nin tek yanlı anlaşmaları imzalamasına bağlı bir hadise olarak kalmalıdır."

11 Eylül olaylarından sonra AB'nin Türkiye'ye bakış açısı değişti mi?

Kesinlikle hayır. Batının gözünde, gelişmişler ve 'diğerleri' arasındaki uçurum giderek büyüdü. Hristiyanlık ve Müslümanlık arasındaki Hristiyanlar ve Hristiyan olmayanlar arasındaki keskinlik, batının bakış açısı bakımından daha da arttı. Batı, meseleye, 'biz ve diğerleri' diye bakmaya başladı. Bunun somut örneği, Avrupa ülkelerinin bazı terörist faaliyetlere göz yummalarıdır. Bunun sonucunda ise Avrupa ülkeleri bir blok hâlinde, Amerika'yı da yanına alarak terörist faaliyetleri 'Batı ve diğerleri' anlayışı içinde değerlendirdiler.
Türkiye Batının içine dahil edilmediği için, diğerleri safına dahil edilmiş bir ülke olarak kaldı.
AB'nin, KADEK adını alan PKK'yı isim değiştirdikten sonra terör listesine alması komik bir olay; bir anlamda şarlatanlık. Zaten AB, DHKP-C ve KADEK'i, Türkiye'yi rahatsız ettikleri için terör listesine almadı. 11 Eylül olaylarından sonra bir tutum değişikliği olmuş olsaydı, AB, DHKP-C ve KADEK'i de listeye dahil ederdi.

'AB için önemli olan, tarihsel perfspektif'

AB'ye üyelik sürecinde Türkiye, çeşitli açılardan değerlendirmelere tâbi tutuldu. AB'ye üyelik konusunda, özellikle basınımızda çeşitli görüşler yer aldı. Bu görüşlerin en önemlileri, 'Türkiye AB'ye hazır değildir' ve 'Türkiye AB'ye lâyık değildir'. Bu iki fikri siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

İkisi de geçersiz. Onun için hep 1994'deki Slovakya örneğini veriyorum. Slovakya, hiçbir yönüyle AB'ye hazır değildi; ancak 1994 Essen Doruğu'nda "Slovakya AB'ye lâyıktır ve alınacaktır." denildi.
Bu, siyasî bir tercihtir. Liyakat meselesi, AB'nin tarihî perspektifi ve kültürel bağ açısından değerlendiriliyor.
Örneğin 1964'te ben Gençlik Teşkilatı'ndayken, Avrupa Konseyi adına 18 ülkeden 18 genç bir seminere katılmıştık. AB, faşist Franko rejimini lâyık görmüştü ki, bizi gençlik sorunlarını tartışmak için Lokarno'ya gönderip, Avrupa seminerini o mekânda yaptırmıştı. Demek ki liyakat, ülkenin faşist olmasına bağlı değil. O zaman da yobaz bir rejim vardı. 5 yaşındaki çocuklar, simsiyah giyinerek kilise ve okullara girip çıkıyorlardı. Yani AB'nin liyakat anlayışı tarihsel perspektif içinde algılanan bir bakış açısıdır.

İsrail'in Filistin'i işgali tüm dünyayı ayağa kaldırdı. Sivil kuruluşlar ve devletlerin resmî organları, Ortadoğu'nun bu sorunlar ile ilgili tepkilerini açığa vurdular. Sizce Türkiye için Ortadoğu'daki sorun AB'ye giriş sürecinde bir avantaj olabilir mi? Olursa, Türkiye bu avantajı kullanabilir mi?

Hiçbir ilgisi yok. Ortadoğu'daki üç temel sorunun üçü de, Türkiye üzerinden fatura edilen, Kıta Avrupası -Amerika çekişmesidir. Irak sorunu ve Kuzey Irak sorunu böyledir. Kuzey Irak'ta hâkim olan Amerikan-İngiliz ikilisine karşı Kıta Avrupası, PKK'yı elinde rezerv olarak tutup, çıkarlarını Amerika'ya karşı dengelemek istiyordu. Ayrıca, Kıbrıs'taki İngiliz üslerini Amerikalılar kendi üsleri gibi kullanıyordu. Buna karşılık, Kıta Avrupası Kıbrıs'ın tamamını alıp, Almanya, Fransa, Amerikan ve İngiliz üsleri karşısında kendi askerî üslerinin Avrupa ordusunda yer almasını istiyordu. Yani, Kıta Avrupası-Amerikan çatışmasında faturayı Türkiye'ye ödetmek istiyorlardı. 3. çatışma noktası, İsrail-Filistin meselesinde ise, Kıta Avrupası ve Amerika arasında İsrail, bölgedeki Amerika'nın uzantısı olarak görülüyor. Buna karşılık FKÖ daha çok Avrupa tarafından destekleniyor. Zaten bugüne kadar Arap halkını tanıyan ülkeler, Kıta Avrupası ülkeleridir. Kısaca, Ortadoğu'daki üç temel sorun da hak, hukuk, adalet sorunu değil, büyük güçlerin çatışması ve dünyayı paylaşım savaşındaki pozisyonlarıdır. Bu, Türkiye'nin AB ile ilişkisini uzaktan yakından ilgilendirmemektedir; hatta Türkiye'nin yarın da AB'ye alınmayacağının somut göstergesidir. Çünkü, AB yarın Türkiye'yi alacak olsaydı, "Ben nasıl olsa Türkiye'yi yarın alacağım. Avrupa ordusu Türk ordusu demektir ve Türk ordusu oradayken, o, benim ordum demektir. Onunla birlikte orada Almanya ve Fransa olarak bulunursam, bu durum strateji konumumu güçlendirmem açısından iyi olur." diye düşünecektir. Ancak, yarın da, Türkiye'nin elinden Kıbrıs'ı alayım ve Türk ordusu da oradan çıksın diye, Avrupa Parlamentosu'ndan kararlar çıkacaktır.

İsrail-Filistin olayı ile de bağlantılı olarak, bölgeye ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell gitmiş, ancak bölgeden sağlıklı neticeler alamadan dönmüştü. Daha sonra da İsmail Cem ile Papandreau, bölgeyi beraber ziyaret etmişlerdi. Bu gezide, Papandreau'nun Kıbrıs konusunda ülkemizle ilgili olan fikirlerinde, kendi ülkesini ön plânda tutan fikirleri öne çıkmadı. Bunu Avrupa ilişkileri açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu operasyonlar, 75 milyon insanı kandırma operasyonudur. Diğer hadiseleri anlatmak çok gayri ciddi olur. Bunların karşısında, sorunu gerçekten çözüyorlarmış gibi analiz yapmak, bir akademisyen için, benim için utanç verici bir şey olur. Çünkü ortada bir şarlatanlık vardır ve ben bu şarlatanlık üzerine analiz yapamam. Yunanistan meselesine gelince:

- Yunanistan, AB'nin Türkiye'ye para yardımı üzerine bloke koydurmuş, Türkiye' ye para ödettirmem diyor,

- Avrupa ordusu, AGSP ile Türkiye bir anlaşma yaparsa, anlaşmayı bloke ederim ve Türkiye lehine çıkarmam diyor,

- PKK kampları Yunanistan'da varlıklarını sürdürmülerdi.

-Bölgede Türkiye aleyhine ne kadar faaliyet gösteren ülke varsa, Yunanistan, Türkiye'ye karşı onlarla anlaşma yapıyor,

- Girit'e S-300 füzelerini, Türkiye'ye karşı yerleştiriyordu,

- Türkiye'ye karşı silâhlı gücünü her zaman artırıyor.


'Güney Kıbrıs'ın AB'ye alınması, uluslar arası anlaşmalara aykırıydi'
Güney Kıbrıs AB'ye üye olmasi, Türkiye-AB ilişkileri bu durumdan nasıl etkilendi ve Türkiye bu gelişmeden sonra nasıl bir politika izledi?

AB'nin Güney Kıbrıs'ı içine alması, uluslar arası anlaşmalara aykırıdır, çünkü "GKRY, Kıbrıs Cumhuriyeti'ni temsil edemez!" Bunun altında İngiltere ve Yunanistan'ın imzaları var. Bu ülkeler, Türkiye'nin yanında imzalarını reddemezler. Kıbrıs Cumhuriyeti'ni kuran anlaşmalar da, GKRY'nin, Türkiye ve Yunanistan'ın içinde bulunmadığı bir kuruma girmesini engeller. Ayrıca, Türkiye garantör bir ülke olarak, bu hakkını kullanma yetkisine sahiptir. Eğer AB orman kanununu uygulayarak, uluslar arası anlaşmaları hiçe sayarsa, adanın bölünmesini kabul etmiş olacaktır. Türkiye'nin AB ile ilişkileri Ankara'da bulunacak meclisin ve hükümetin durumuna bağlıdır. Eğer, Batıya tek yanlı bağlanmayı öngören bürokrasi egemen olursa ve medyamız bu konudaki haberleri çarpıtarak vermeye devam ederse, o zaman Türkiye'de büyük patlamalar meydana gelir.

AB'ye üye olma sürecinde Türkiye'nin önündeki en önemli engel nedir?

AB'nin Türkiye'yi içine almama konusundaki tutumudur.

Türkiye, AB'ye üye olabilecek mi?

Kesinlikle olmayacak. Türkiye, AB tarafından geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri'nde yer verilmeyecek bir ülkedir. Bu konuda AB'nin siyasî, iktisadî ve askerî hiçbir mantığı yoktur ve kaybeden taraf Avrupa olacaktır. Zaten AB, Türkiye'yi alırsa Ukrayna, Rusya ve Beyaz Rusya'yı da AB'ye alması gerekecektir. AB, bu dört büyük ülkeyi alırsa intihar etmiş olur. Avrupa akıllı bir grup olduğu için intihar etmez.Kaynak.DİLEK BAŞBAĞ-FERDİ GÜNGÖR / İÜ İletişim Fak.
Saygılarla.

Hiç yorum yok: