Çarşamba, Kasım 15, 2006

CUMHURİYETİ ve ATATÜRK’Ü ANLAMAK


Kemal Atatürk..

Yüzyıllardan beri felaketten felakete sürüklenen Türk ulusunun içinden “Türkün makus talihi” ni yenen bir büyük insan çıktı. O, düşünceleriyle, eylemleriyle ve de devrimleriyle 20. yüzyılı derinden etkiledi. Çanakkale'den başlayan, Sakarya ve Dumlupınar ile devam eden askeri başarıları ve daha sonraları gelişen siyasal dehası ile yüzyılımızın tarihine yön verdi. Bir imparatorluktan ulusal bir devlet yarattı. Ümmetten ulus çıkardı. İnsanları teba olmaktan kurtarıp uygar yurttaşlar konumuna getirdi. Geri kalmış, geri bıraktırılmış ümmi bir toplumdan, laik bir cumhuriyet yaratarak Türkiye'de aydınlanma devrimini, Türk hümanizmini başlattı. Tarih sayfalarından Türk ulusunun egemen bir ulus olarak silinmesini önledi. İşte bu deha Kemal Atatürk 'tür.
19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal, o günlerde millî kurtuluş konusundaki dağınık fikir ve hareketlerin örgütlenmesi çabası içinde şu kararı almıştı : “Anadolu’dan idare edilecek bir hareketin başına geçmek”. Atatürk, bu görüşünü sonradan Büyük Nutku’nda “Bir tek karar vardı. O da millî egemenliğe dayanan, kayıtsız, şartsız, bağımsız bir devlet kurmak” şeklinde özetlemiştir.

Daha Millî Mücadeleye başlamadan önce, Birinci Dünya Savaşının felaketli sonuçlar doğurduğu günlerde, Atatürk için Türk gençliği başlıca umut kaynağı idi. Atatürk’ün Türk gençliği ile ilgili görüşlerini açıklayan en eski belge, 1918’de kendi el yazısı ile yazdığı şu satırlar vardır :



“Her şeye rağmen muhakkak bir ışığa doğru yürümekteyiz.

Bende bu imanı yaşatan kuvvet, yalnız aziz memleket ve milletim

Hakkındaki sonsuz sevgim değil, bugünün karanlıkları,

ahlâksızlıkları, şarlatanlıkları içinde sırf vatan ve hakikat aşkıyla ışık

serpmeye ve aramaya çalışan bir gençlik görmemdir.”



" Millî Mücadeleyi Hayâl ve Macera sayan kimseler, Türklüğe ve vatana ihanet eden şahıslar, milletin ve ülkenin kurtuluşu konusunda bu cemiyetler altında toplanmışlardı. Millî Mücadeleye cephe alarak engellemeye çalışan bu kişiler, yeni Türk Devletinin kurulmasıyla birlikte yurt dışına çıkarılmışlardı. Bir kısmı da bu liste hazırlanmadan önce ülkeyi terk etmiş bulunuyordu."

Atatürk'ün en büyük ve önemli kararı; Millî Hâkimiyete dayalı yeni bir Türk Devleti kurmak kararı olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Atatürk'ün hem ebedî, hem de en büyük eseridir.

Bilindiği gibi Atatürk bu kararını Büyük Nutuk'un başında şöyle açıklamıştır :

“Üç nevi karar ortaya atılmıştı. Birincisi, İngiltere himayesini talep etmek, İkincisi Amerika Mandasını talep etmek, Bu iki karar sahipleri Osmanlı Devletinin bir bütün halinde muhafazasını düşünenlerdi. Üçüncü karar Mahalli kurtuluş çarelerine bağlı idi. Meselâ bazı mıntıkalar, kendilerinin Osmanlı Devletinden ayrılacağı nazariyesine karşı ondan ayrılmamak tedbirlerine tevessül ediyor. Bazı mıntıkalar da Osmanlı Devletinin imha ve Osmanlı memleketlerinin taksim olunacağını ''olup bitti'' kabul ederek kendi başlarını kurtarmağa çalışıyorlar.”
Atatürk sözlerine şöyle devam eder :
“Efendiler, ben bu kararların hiç birinde isabet göremedim. Çünkü bu kararların dayandığı deliller ve mantıklar çürük ve esassızdı. Hakikati halde, içinde bulunduğumuz tarihte Osmanlı Devletinin temelleri çökmüş, ömrü tamam olmuştu.
Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk'ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele bunun da taksimini temin ile uğraşmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun istiklâli, Padişah ve Halife, Hükümet, bunların hepsi medlûlü kalmamış bir takım manasız lâflardan ibaretti... Efendiler, bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı: O da millî hâkimiyete dayanan, kayıtsız ve şartsız yeni bir Türk Devleti kurmak. İşte, daha İstanbul'dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun'da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamağa başladığımız karar bu karar olmuştur.”
23 Nisan 1921’de şöyle sesleniyordu :
Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben ulusumun en büyük ve atalarımın en değerli mirası olan bağımsızlık aşkı ile dolu bir adamım. Çocukluğumdan bu güne kadar ailesel, özel ve resmi yaşamımın her aşamasını yakından bilenlerce bu aşkım bilinir. Bence bir ulusta şerefin, onurun, namusun ve insanlığın varlık ve süreklilik bulabilmesi mutlaka o ulusun özgürlük ve bağımsızlığına sahip olmasıyla sağlanabilir. Ben kişisel olarak bu saydığım sıfatların kendimde var olduğunu savlayabilmek için ulusumun da aynı sıfatları taşımasını temel koşul bilirim. Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir ulusun evladı kalmalıyım. Bu nedenle ulusal bağımsızlık bence bir yaşam sorunudur. Ulus ve memleketin çıkarları gerektirirse, insanlığı oluşturan uluslardan her biriyle uygarlık gereği olan dostluk ve siyaset ilişkilerini büyük bir duyarlılıkla değerlendiririm. Ancak, benim ulusumu tutsak etmek isteyen herhangi bir ulusun, bu arzusundan vazgeçinceye kadar, amansız düşmanıyım.
Atatürk'ün zamanımızdan yaklaşık üç çeyrek asır evvel cumhuriyet için söyledikleri, bugün hala bazı batı ülkelerin elde etmeye çalıştıkları düşüncelerdir. O söylediklerimi bilimsel bir temel üzerine oturtmamış olsaydı, bu kadar zaman sonra düşünceleri hala güncelliğini koruyabilir miydi? Atatürk sadece bilgili bir asker, uzak görüşlü bir devlet adamı değil aynı zamanda gerçek bir düşünürdü. Ayrıca sadece düşünce üretmekle kalmamış, bu düşünceleri gerçekleştirerek, üçüncü dünya ülkelerine bağımsızlığın ve kurtuluşun yolunu da göstermiştir. Bugün bağımsızlık savaşı veren pek çok ülkede Atatürk adı hala bir bayrak gibi dalgalanıyorsa nedenini burada aramak doğru olur.
Atatürk kurtarıp kurduğu genç Türk Devletine “Misak-i Milli” sınırları içinde yasayan farklı inanç, düşünce ve soydan gelenleri bir inanç etrafında toplamayı basarmış, “Türküm” diyen ve kendini Türk olarak gören herkesin, vatandaşlık haklarından eşit olarak yararlanacağını önemle ve hiç bir yoruma imkân vermeyecek şekilde açıkça belirtmiştir.
Bu nedenle Cumhuriyet'in temelini oluşturan faktörlerden birisi de, aynı aynı dil, din, örf ve adetlere de sahip olsalar; yüzyıllar boyu beraber yasamış ve aynı kaderi paylaşmış toplumların kültür beraberlikleridir. Yine Atatürk’e göre, Cumhuriyet rejimi nasıl uygar insan topluluklarının sahip olması gereken bir idare tarzı ise, Cumhuriyet'e sahip olmak isteyen toplumdaki kişilerin de erdemli olmaları gerekiyordu.
Gerçekten halka cumhuriyetin en yalın dile getirilişi bu sözcüklerde toplanıyor. Özetle cumhuriyet, ulus egemenliğidir. Ayrıca cumhuriyet; demokrasidir, barış toplumudur, özgürlük ve bağımsızlığın dile geldiği, özgür düşünceye saygı gösteren onurlu bir yönetimdir. Gerçekten Türk toplumuna en yakışan yönetim de budur.
29 Ekim 1923, Türkiye'de cumhuriyetin ilan ediliş tarihidir. Aslında cumhuriyet uzun bir tarihsel gelişimin ürünü olup, 29 Ekim 1923'te şekilsel olarak ilan edilmiştir. Saltanatın 1 Kasım 1922'de kaldırılması ile zaten cumhuriyete giden yol açılmıştır. Atatürk saltanatlıkla hiçbir şeyin bağdaşmayacağını ama en önemli olarak da cumhuriyetle bu kurumun örtüşmeyeceğini biliyor ve şöyle diyordu: “Çürümüş bir hanedanın, halife unvanıyla başının üstünden zerre kadar uzaklaşmasına olanak kalmayacak şekilde korunmasını zorunlu kılan bir devlet şeklinde, cumhuriyet ilan edilse bile onu yaşatmak olası değildir.”
Atatürk, 4 Aralık 1923'te yaptığı bir konuşmasında cumhuriyetimizi şöyle değerlendiriyordu: “Cumhuriyetimiz öyle sanıldığı gibi zayıf değildir. Cumhuriyet bedava da kazanılmış değildir. Bunu elde etmek için bolca kan döktük. Her yana kırmızı kanımızı akıttık. Gerektiğinde kuruluşlarımızı savunmak için gerekeni yapmaya hazırız. Cumhuriyet özgür düşünce yanlısıdır. Candan ve yasal olmak koşulu ile her düşünceye saygımız vardır. Her anlayış bizce saygındır. Yalnız bize karşı çıkanların insaflı olması gerekir.”
Atatürk'e göre sadece cumhuriyete sahip olmak yeterli değildir. Ona layık olmak da gereklidir. Bunun içinde gereken yol gene eğitimden geçiyordu. Hürriyet ve bağımsızlığın kıymetini, erdemli ve özverili, çağdaş eğitim almış olan gençler, savaş alanlarında bu uğurda şehit düşen askerlerden çok daha iyi bilebilirlerdi Bağımsızlık; hürriyet, cumhuriyet bundan böyle savaşarak değil, bunları değeri bilinerek korunacaktı. Onun için kılıçla elde edilen zaferler, siyasi, ekonomik, kültürel zaferlerle taçlandırılmalıydı.
Atatürk, hâkimiyet (egemenlik) tabirini kullanırken onu sınırsız ve en üstün bir kuvvet ve kudret olarak kabul etmiş ve T.B.M.M. ni, milletin yegane temsilcisi olarak bu üstün kuvvet ve kudretle donatmayı, saltanat ve hilafeti kaldırarak yerine Cumhuriyet rejimini getirmek amacıyla tek çare olarak görmüştür.
Gözlem, yargı ve uygulamalarında daima Batılı düşünce tarzı egemendir. Batılılaşmayı değil, Batı uygarlığına katılmayı bir zorunluluk sayar. Batı O'nun için gelişim ve evrim demektir. O sadece Batılıdır, Batıcı değildir. Batı uygarlığını bir dinin ve/ya da birkaç ulusun eseri olmayıp uluslararası bir çabanın ürünü sayar. Atatürk aşırı ve romantik bir Batı hayranı olmadığı gibi duygusal bir Batı ve Batılılaşma düşmanı da değildir. O, Batılı olmayan bir dünyada en aydın düşünceye sahip kişidir.
Atatürk'ün bütün devrimlerinin temelini Cumhuriyet rejimi içerisinde laiklik ilkesinin oluşturduğunu unutmak gerekir. Gayet tabiidir ki, bağnaz ve tutucu bir toplumda halk egemenliğine / ulus egemenliğine dayanan cumhuriyetten söz edilemediği gibi, devrimcilikten veya laik sistemden de bahis etmek olanaksızdır.
Deha, bazı alanlarda seçkin ve üstün düşünsel bir yetenek ise, Atatürk gerçekten deha sahibidir. Dehası O'na gerçeklere ulaşmanın yollarını göstermiştir. Yüksek askeri dehası ile insanlık idealini O'nun kadar kişiliğinde birleştirebilmiş bir insan daha tarih sahnesinde görülmemiştir. ''İnsanlık idealinin âşık ve mümtaz bir siması'' dır O. İnsanlar ve uluslar arasında kin ve düşmanlığı asla kabul edilemez bir eksiklik sayar. Düşmanını daha yendiği anda bağışlayacak kadar âlicenaptır kendisi. O'nun düşmanlığı yobazlığa ve gericiliğedir. Geri kalmışlığı ve azgelişmişliği ''Hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir'' görüşü doğrultusunda yürüyerek kırmış ve çağdaş uygarlığa ancak bu yolla ulaşılabileceğini göstermiştir. Çağdaş uygarlığa ulaşmada ulusun elinde ve kafasında tuttuğu meşale pozitif bilim olmalıdır. Sahip olduğu tarih ve yurt bilinci, düşüncelerini aydınlatır.
Atatürk, millî bağımsızlık mücadelesinin başarıya ulaşmasını sağlamak için, tem çözüm yolu olarak milletin azim ve kararını, milletin egemenliğini, milletin iradesini dikkate alarak, yeni kurulan Devletin millî egemenlik, millî irade gibi esaslara dayanmasını gerekli görmüştür.
1919 Amasya Bildirisi ile ilân olunan, “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” parolası Erzurum ve Sivas Kongrelerinden geçerek, 23 Nisan 1920’de kurulan T.B.M.M. nin ve yeni kurulan devletin temel dayanağı olmuştur. Egemenliğin padişaha değil, bir sınıf veya zümreye değil, Türk Milletine ait olduğu zihniyetini devlet hayatımıza kazandıran Atatürk olmuştur. Atatürk’e göre, “Toplumda en yüksek hürriyetin, en yüksek eşitlik ve adaletin devamlı şekilde sağlanması ve korunması ancak ve ancak tam ve kat’i manasıyla millî egemenliğin kurulmuş olmasına bağlıdır. Bundan dolayı hürriyetin de, eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası millî egemenliktir.”
“Millî egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmağa mahkûmdur” demiştir
Ülkemizde, Kurtuluş Savaşı ile birlikte millî egemenlik kavramı ortaya çıkmış ve 20 Ocak 1921’den itibaren yürürlüğe giren bütün anayasa niteliğindeki metinlerde millî egemenlik anlayışı hâkim olmuştur.
Millî Mücadele Yıllarında Millî Egemenlik İlkesinin Yeri ve Tarihi Gelişimi
İşte Atatürk'ün Millî Mücadeleyi ve Anadolu İhtilâlini halka mal etmek çabası içinde, Müdafaa-i Hukuk Teşekküllerine eğilmesi ve onları Erzurum ve Sivas Kongrelerinde bir araya getirmesi büyük sezgi ve yanılmaz metodunun yeni ve başarılı sonuçları olmuştur.
Mustafa Kemal, giriştiği hareketin ve mücadelenin bu temel unsurunu, daha 1919 Haziranında, ortaya açıkça koymuştur:
''Milletin istiklâlini yine milletin azm-ü kararı kurtaracaktır. Milletle birlikte fedakârane çalışacağım... Sine-i milletten ayrılmayacağım''.
Atatürk'ü yanlış anlayan veya kasden yanlış anlatmak isteyenlere hatırlatılması gereken gerçek şudur : Atatürk Millî Mücadeleye ''Millî Egemenlik'' bayrağı ile başlamış, daha Erzurum Kongresinden itibaren, ''Millî İradenin başlıca güç kaynağı'' olduğunu ilân etmiş bir liderdir. Atatürk tek şahıs saltanatından milli hâkimiyete geçişin önderidir. Bu itibarla millet hâkimiyetini reddeden her türlü diktacı görüş Atatürkçülüğe aykırıdır. Atatürk diktatörlük özlemi çekenlerin değil, Türkiye'de Millî İradeyi hâkim kılmak isteyen Demokrasi taraftarlarının önderidir. Atatürk, annesinin mezarı başında, ''Millet hâkimiyeti uğruna canını vermeğe'' vicdan ve namusu üzerine yemin etmiş insandır.
Atatürk, Vatan toprakları üstünde “TÜRKÜM” diyen her insanın ayrıcalıksız ve sınıfsız kaynaşmış bir Türk ulusunu temsil ettiğini ve ulusa “TÜRK ULUSU” denileceğini ısrarla bıkmadan, usanmadan tekrarlıyordu. “EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ ULUSUN OLACAKTIR.” Ulusun elinden hiçbir güç, hiçbir iç ve dış kuvvet bu hakkı alamayacaktır. Ulus öylesine eğitilecektir ki , bu kutsal varlığın büyük bir titizlik ile gereğinde canı pahasına koruyacaktır.
Bugün ulus ya da millî devlet dediğimiz zaman, “Kuruluş bakımından, ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütün teşkil eden, dünya görüşü yönünden de milliyetçiliği (ulusçuluğu) esas bilen, yani başka milletlerin varlığına saygı gösteren ve kendi varlığına saygı isteyen, emperyalizmi reddeden devlet” akla gelmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti, bir “milli devlet” tir. Çünkü, sınırları “millî sınırlar” dır. Bu sınırlar, 1918 yıkıntısı sonucunda, “gerçekçi” ve “milli” liderinin “Misak-ı Milli” ile tespit ettiği “anavatan” ın, “fiili” ve “doğal” sınırlarıdır. Özellikle ve önemle belirtilmesi gereken bir diğer husus da şudur: “Millî devlet” in vazgeçilmez ve birbirini bütünleyen iki ana ilkesi, “antiemperyalizm” ve “tam bağımsızlık” tır.
Atatürk ulusçuluğunun özü içeriye karşı, eşitlikçi, özgür bir Türkiye, dışa karşı, tam bağımsız bir Türkiye'dir. Tam bağımsızlıktan amaç siyasal, tutumsal, toplumsal ve kültürel bağımsızlıktır.
Bu görüşlerle, Atatürkçü milliyetçi görüşün, uluslararası bütünleşmeye karşı olduğu biçiminde ortaya atılan savların, ne kadar sığ ve dayanıksız olduğu da ortaya çıkmaktadır. Ulu Önder Atatürk, uluslararası bütünleşmeye değil, devletin bağımsızlığını zedeleyen uluslararası tekelleşmelere, sömürüye, kişiliksiz, onursuz, küçük düşürücü ilişkilere karşıdır. Yüce Önder, uluslararası ilişkilerde, devletlerin eşit koşullar altında, birlikteliğini öngörüyor, dış politikasını buna göre düzenliyordu. Türkiye Cumhuriyeti'nin tam bağımsızlığı bu düşüncelerle, Lozan'da, tüm uygar dünyaya kabul ettirilmişti.
S O N U Ç
Ulusal bağımsızlık savaşını kazanmada, nasıl ki hareketin kaynağını ulusun kendisi olduysa, çağdaşlaşma savaşının kaynağı da yine ulusun kendisi olmuştur. Bilindiği üzere, Atatürk’ün Büyük Nutku Türk gençliğine hitabesi ile sona erer. Cumhuriyeti Türk gençliğine emanet eden Atatürk’ün bu kitabesi bir bayrak olarak genç nesillerin önünde dalgalanmış ve gençliğe ışık tutmuştur. O, Büyük Nutkunu, mâ zi olmuş bir devrin hikayesi olarak takdim etmektedir. Bunda, gelecek nesiller için dikkat edilmesi ve daima uyanık bulunulmayı gerektiren önemli noktalara işaret edilmektedir.
Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara özellikle millî varlığı,birliği ve bağımsızlığı ile ters düşen bütün yabancı unsurlarla mücadele gereğini ve millî duyguya dayanan düşünceleri büyük bir olgunlukla her karşıt düşünceye karşı şiddetle ve fedakârlıkla savunma zorunluluğu telkin edilmelidir. Yeni neslin bütün manevi gücüne bu özellik ve yeteneklerin aşılanması önemlidir. Sürekli ve müthiş bir mücadele şeklinde beliren milletlerin hayat felsefesi, bağımsız ve mutlu kalmak isteyen her millet için bu özelliği büyük bir şiddetle istemektedir. Nitekim bu konuya dikkat çeken Büyük Atatürk şöyle demektedir :
“Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize görecekleri öğrenimin sınırı ne olursa olsun, ilk önce ve her şeyden önce Türkiye’ nin bağımsızlığına, kendi benliğine, millî geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek gereği öğretilmelidir. ”
Enstitüler ve Araştırma Merkezleri Milî Mücadeledeki insan tipini tespit etmeleri gerekir. Çünkü biz bu insan tipiyle Kurtuluş Savaşını yaptık ve bu devleti kurduk. O halde siyasal ve ekonomik bağımsızlığımızın teminatı olan Kuvâ -yı Milliye ruhu yeniden oluşturulmalıdır.
Türkiye Cumhuriyeti’ nin ilk on yılı 29 Ekim 1923’ de bütün yurtta heyecanla kutlanırken bütün Türk Milleti tek ses olmuş haykırıyordu : “Çıktık açık alınla 10 yılda her savaştan.” Gâ zi Mustafa Kemal, uzun savaş ve işgal yıllarının bıraktığı büyük tahribat üzerinde yeni bir ulus, yeni bir devlet, yeni bir memleket yaratmanın çalışmalarına â deta soluk almadan başlamıştı. Büyük Türk Milleti diye başlayıp, Ne Mutlu Türküm Diyene sözleriyle bitirdiği 10 yıl nutkunda, az zamanda çok büyük işler yaptık diyordu. O bayramda çocuk, genç, yaşlı bütün bir millet, çıktık açık alınla diye haykırırken on yılda elde edilen başarıların haklı gururunu yaşıyorlar, gelecek için duydukları güveni dile getiriyorlardı. 1923-1933 döneminin ruhu işte bu ruhtur. Büyük Atatürk, temel devrimlerinin başında milletine asıl bu gurur ve güveni aşılamayı başarmıştı.
“Gençler !
Cesaretimi arttıran ve sürdüren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz terbiye ve irfanla, insanlık meziyetinin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız.
Ey yükselen yeni nesil !.. Gelecek sizindir.
Cumhuriyeti biz kurduk. Onu yüceltecek yaşatacak olan sizsiniz.”
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, uluslararası kapitalizmin ve emperyalizmin baş hedeflerinden biri haline gelen “Türk Devleti'nin ve Türk ulusunun bağımsızlığını tüm yok etme” çabasının karşısına aşılmaz bir dağ gibi dikilen Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın büyük önderi Mustafa Kemal; herhangi bir biçimde bağımsızlığını kaybetmiş ve sömürülen uluslara (mazlum halklara), bağımsızlık için ulusal savaş yürütme konusunda örnek olmuştur.
Atatürk, “sadece siyasal alanda kalan bağımsızlığa”, “aldatıcı bir bağımsızlık” gözüyle bakmış; ve hep tam bağımsızlık (istiklali tam) veya “gerçek bağımsızlık (hakiki bağımsızlık)”dan söz etmiştir.
Bir tarafa Mustafa Kemal ve arkadaşlarının yeni Türk Devleti adına savunduğu tez, “tam bağımsız, yani her alanda tam serbestliğe sahip, işlerine yabancı devletlerin karışamayacağı ve denetleyemeyeceği bir devleti” Batı ülkelerine (Atatürk'ün deyimi ile: Kapitalist ve emperyalist âleme) kabul ettirmekti. Buna karşılık emperyalist âlemin mücadelesi ise, önce Yunanlıların aracılığı ile “Türkiye'yi fiilen işgal etmek”, askeri yenilgiden sonra da Türkiye'nin yabancı askerlerden arınmasına razı olmak zorunluluğunda kalınsa bile, onun ekonomik, mali, adli çeşitli alanlarda bağımlı kalmasını sağlamak içindi.
Bugün bağımsızlığımızı muhafaza etmekteysek de, bilhassa “ekonomik, mali, ve dolayısıyla siyasal alanlarda gölgelenmiş bir bağımsızlık” ile karşı karşıya bulunduğumuz bir gerçektir. Ancak ve ancak bağımsızlıktaki bu kısıtlanmanın derecesi üzerinde tartışma yapmak mümkündür.
Oysa Atatürk'ün ve Kurtuluş Savaşı'nın amacı, sadece düşmanı Türk topraklarından atmak değil, “tam bağımsızlığımızı sağlamak” (Osmanlı devletinden miras kalma) ekonomik, mali, siyasal ve diğer alanlardaki kısıtlamaları (kapitülasyonları) ortadan kaldırarak, varlığımızı devamlı olarak geliştirebilme olanağını sağlamaktı.
Türk ulusu, yakın tarihin ilk “milli kurtuluş savaşı”nı vermiş ve “ya tam bağımsızlık, ya ölüm” parolasını tam bir içtenlikle uygulamış bir ulustur. Hem de sadece ülkesini işgal eden emperyalist güçlerin bu fiili işgaline son vermek ve ülkeyi yabancı askerlerden temizlemek amacıyla değil... Daha önceki yüzyıllarda, dolaylı yollardan kapitalist ve emperyalist ülkelere sağlamış olduğu ayrıcalıklar yüzünden, ekonomik, mali, adli, kültürel alanlarda bağımsızlığını geniş ölçüde kaybetmiş olan eski devleti, Atatürk'ün önderliğinde bu kötü miraslarından kurtarmak ve yeni devleti bütün ipoteklerden arınmış (tam bağımsız) olarak kurmak amacı benimsenmişti ve bu amaçtan hiçbir koşul altında uzaklaşılmamıştı.
Bugün 68. Ölüm yıldönümünde anacağımız Atatürk, 83 yıl önce “Çalışmadan, yorulmadan, öğrenmeden rahat yaşamaya çalışan milletler hürriyetlerini kaybetmeye mahkûmdur.” diyerek sanki ülkenin bugünkü durumunu özetlemişti.
“Çalışmadan, yorulmadan, öğrenmeden rahat yaşama yollarını aramayı itiyat haline getiren milletler, önce haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra istiklâllerini kaybetmeye mahkûmdur.” _ Bugün, ölümünün 68 inci yıldönümünde saygıyla andığımız büyük Atatürk'ün sözleridir bunlar...
83 yıl önce askeriyle, topuyla, tüfeğiyle saldırıp yurdumuzu işgal eden düşman kuvvetlerini kahraman arkadaşlarıyla birlikte yenerek dışarı atan Atatürk'ün bize bıraktığı bu değerli mirasa lâyık mıyız, bilemiyorum.
Çünkü onun öğütlerini yeterince dinleyebildik mi ? Onun çizdiği yolda ilerleyebildik mi ? Onun gösterdiği hedeflere ulaşabildik mi ?
Ölümünün üzerinden tam 68 yıl geçmesine karşın, adı hiçbir gün dillerden düşmeyen, aydınlattığı yolda düşe kalka olsa da ilerlemeye çalışan bir ulusun, sadece onun ilke ve devrimlerine bağlanarak ayakta kaldığı bir lider, dünyada yok...
Atatürk kuşkusuz çok büyük bir dehaydı...
Onun kısa ömrüne sığdırdığı savaşlar, devrimler ve yeni bir ülke, yeni bir ulus yaratmadaki basana, biz ve bizden sonraki nesiller için üzerine titrenecek en büyük hazinedir.
Peki. bu hazinenin kıymetini bilebildik mi?..
Her cephede savaşan ve nihayet Birinci Dünya Savaşı'nın ağır yenilgisiyle parçalanan bir Osmanlı İmparatorluğu'ndan Türkiye Cumhuriyetini yaratan Atatürk, Türk insanına öncelikle bir “millet” olma onurunu kazandırdı...
“Ne mutlu Türküm diyene” sözüyle bu onuru ellerimize teslim etti...
Oysa bugün, bu güzel ve anlamlı özdeyiş bile sulandırılıyor...
“Ne mutlu Türkiye vatandaşıyım diyene” gibi bir lâf cambazlığıyla siyasi yatırım peşinde koşanlar var...
Sadece bununla mı kalıyorlar?..
Atatürk'ü dinsizlikle suçlayanlar, siyasi manevraya geçmeleri gerektiğinde laiklik ilkesini “dinsizlik” olarak gösterebiliyorlar...
Kurduğu cumhuriyetin artık işlevi kalmadığını ileri sürerek, ikinci Cumhuriyet abukluğuna saplanabiliyorlar...
Bir de her işlerinde Atatürk ve Atatürkçülüğü bir kalkan, bir kılıf yapmaya çalışanlar var...
Bunlar, ülkede “en sıkı Atatürkçü” geçinenler...
Atatürkçülüğü kimselere bırakmayan, her lâfının önünde veya arkasında Atatürk olan, ama onun aydınlanma devrimiyle zerre kadar ilgisi bulunmayan, böyle kavramları hiç bilmeyen bir takım çıkarcılar...
İşte bu Atatürkçüler de en az Atatürk düşmanları kadar tehlikeli...
Son grupta takiyeciler yer alıyor...
Hayatı boyunca Atatürk ilke ve devrimlerine karşı çıkmış, Atatürk için ağza alınmadık lâf bırakmamış olanlardan bazıları da, zoru görünce veya o günkü siyasetin gereği en sıkı Atatürkçü oldular...
Ama bütün bunlara rağmen, Türkiye'de Atatürk'ün ve onun ilkelerinin bayrağını taşıyanlar eksilmedi, aksine çoğaldı...
O, fikri ve hareketi kişiliğinde birleştirmiş bir lider idi. Fikir ve düşüncelerinin özünü oluşturan Atatürkçülük, her türlü dogmatik unsurdan sıyrılmış akılcı bir dünya görüşüdür. Memleket gerçeklerinden kaynaklanan, problemler karşısında aklın ve ilmin rehberliğini kabul eden bu gerçekçi görüş, gerek Türk Bağımsızlık Savaşı'nın gerekse onu izleyen Türk çağdaşlaşma hareketinin esasını oluşturmaktadır.
Diyebiliriz ki Atatürk, Türk toplumunda sadece çağdaşlaşma gereğini gördüğü için değil, bu çağdaşlaşmayı en kısa zamanda gerçekleştirecek yolu gösterdiği için ve nihayet çağdaşlaşmaya engel olan etkenleri cesaretle bertaraf ettiği için büyüktür. Esasen “Modern Türkiye'nin Kurucusu” sıfatını da iste bu büyüklüğünden almaktadır.
Giriştiği mücadelenin başından sonuna kadar Türk milletinin yüksek vasıflarına güvenmiş, kazanılan her türlü zaferin milletin eseri olduğunu söylemiştir. Bütün teşebbüslerinde millet sevgisine dayanmış, kudretli kişiliği ve gerçeği sezişe dayanan ikna kuvvetiyle kütleleri sürükleyebilecek bir lider olduğunu göstermiştir. Millî kurtuluşa bayrak olan fikirleri, görüşleri ve ölmez eseriyle, tesirleri memleket sınırlarını aşmış, mazlum milletlerin bağımsızlık ve hürriyet mücadelesinde manevî kuvvet olmuştur.
Bağımsız son Türk Devleti’ni, ülkesi ve milleti ile bölmeyi amaçlayan bazı çevrelerin yüreklerden sökemedikleri Atatürk’ ü, hafızalardan silme çabaları pek de yadırganmamalıdır. Elbette “Misâ k-ı Millî ” yi çizen, elbette ülkesi ve milleti ile bir bütün olan, Türkiye Cumhuriyeti’ ni kuran, “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözlerini bayrak bayrak dalgalandıran ATATÜRK sevgisi ile dolu, benlikleri Atatürk ilkeleri ile yoğrulmuş Büyük Türk Devleti, Onu her zamandan daha fazla aramakta ve sevmektedir.
Dileğimiz odur ki, ona olan sevgimiz o özlemlere cevap teşkil edebisin. Atatürk’ le, gerçek Atatürkçülerle hasret gidererek, Onunla yeniden Anadolu’ ya ayak basalım. O’ nu anarak, çağdaşlaşma, büyük devlet olma mücadelemizde Onun ilke ve devrimlerinden ilham ve güç alalım.
Biz Atatürk’ ü, bu güzel ve kutlu ülkeyi, aziz vatanımızı parçalanıp, yok olmaktan kurtaran büyük bir mücadeleyi gerçekleştirdiği için seviyor, ona ve silah arkadaşlarına şükranlarımızı arz ediyoruz. Bugün büyük Atatürk’ ün kurduğu ve bize emanet ettiği bu güzel ülkede yaşamaktan gurur duyuyoruz. Bu gururun verdiği huzur ve mutluluğu çocuklarımızla yaşamağa devam edeceğiz. Ne Mutlu bizlere ki, en bedbaht, en umutsuz günlerimizde bize yol gösteren ışık tutan bir liderimiz olmuş ; O’ nun ilkeleri ve devrimleri güçlü bir meşale gibi önümüzü aydınlatmaya devam edecek.

Gazi Paşa, Vatan Sana Minnettardır.

“Yolunda yürüyen bir yolcunun, yalnız ufku görmesi yeterli değildir. Muhakkak ufkun ötesini de görmesi ve bilmesi gerekir.”
Kyn.Sos.D.
Saygilarla.

Hiç yorum yok: